“Çin bilgesi Zi Gung, Han Irmağının kuzey yakasında bostanda çalışan yaşlı bir adam gördü. Adam bostana sulama arkları açmıştı. Kuyuya kendisi iniyor ve elleriyle çıkardığı bir kova suyu arka döküyordu. Bütün yorgunluğuna rağmen çok kötü bir sonuç elde ediyordu.
ZiGung: ‘Bir günde yüz arkı sulamanın bir yolu var. Az bir yorgunlukla büyük sonuçlara ulaşılıyor. Sen de yapmak istemez misin?’ dedi. Bostancı ayağa kalktı, ona baktı: ‘Nasıl bir yol?’ dedi.
ZiGung: ‘Arkası ağır önü hafif bir levye alırsın. Böylece bol bol su çekebilirsin. Bunun adı zincirli kuyudur’, dedi. Yaşlı adamın suratı öfkeyle gerildi, sonra gülerek şöyle dedi: ‘Ustam der ki: Makine kullanan kişi bütün işlerini makine gibi görür, işlerini makine gibi gören kişinin makine gibi yüreği olur. Ve göğsünde makine gibi bir yürek olan kişi masumiyetini kaybeder. Saf masumiyetini kaybeden kişi ruhunun hareketinde kararsız olur. Ruh kararsızlığı doğru anlamla uyuşamaz. Bu şeyleri bilmediğimden değil kullanmaktan utanırım“. (Shayegan, D., Yaralı Bilinç)
Modernleşme dediğimiz süreci salt zihniyetin maddi temel üzerindeki yansıması şeklinde okuyabilir miyiz? Medeniyetçi/İslamcı epistemenin zihniyeti/kültürü maddi olanın temeli olarak gören, bütün diğer katagorileri kültüre ikame eden metodolojisi eksik bir bakış değil midir?
Medeniyetçi arkadaşlara sorarsanız ”iyi de ekonomik temeli teknik/teknolojiyi yani modernleşmeyi var eden zihniyetin/kültürün maddi temel uzerine yansimasidır. Ekonomi zihniyetin bir yansımasıdır. Bugün Anglosaksonlar ekonomik olarak dunyaya hakim ise bunun sebebi protestan kültürün dinamikleridir” şeklince cevap veriyorlar. Sanki dil-kültür ve bir toplumun anlam dünyası ve zihniyeti havada oluşuyor ve onun maddi temeli yok da, tüm bu manevi alan üst-anlatı olarak her şeyin temeli.
Amin, ‘Avrupa-Merkezcilik & Bir İdeolojinin Eleştirisi‘ isimli kitabının giriş bölümünde, işi böyle kültür temelinde almanın gerçekliği çarptırdığını işaret ederek şöyle devam ediyor: ”Avrupa-merkezciliğin eleştirisine girişmek, ‘Batı kültürünü sorguya çekmek’ değil, güdük evrenselciliğinin nedenlerini anlamak için bu kültürün ulaştığı sınırları ortaya çıkarmaya çalışmaktır. Dolayısıyla, tarihin yarattığı Batılı boyutundan ayrı düşünülemeyecek kapitalist ideolojinin bir eleştirisine girişmektir. Aynı zamanda, Üçüncü Dünya kültürcülüğünün ‘tersinden Avrupa-merkezciliği’nin çıkmazlarını da bir o kadar eleştirmektir”.
Amin’in bahsettiği bu çarpıtmanın malum epistemedeki yansıması ise Batı’nın kültürü ile teknolojisi arasında yapay bir ayrıma gitme ve üretim güçleri, ilişkileri ve bu ilişkilerin meydana getirdiği sosyal sınıflar, kurum ve kuramlar arasındaki ayrılmaz ilişkiyi bir birbirlerinden kopararak her şeyi kültüre ikame etme ve buradan hareketle maddi temeli olmayan bir söylem inşa ederek ‘tersinden Avrupa-merkezciliğe’ düşmektir. Böylece, oksidentalist önyargılar temelinde inşa ettiği söylemin, kültür temelinde eleştirdiği, sorguya çektiği Batı hegemonyasını, iktisadi bağlamda kendi aleyhine yeniden üretmektir.
Boran’ın da belirttiği gibi, meseleleri toplum yapısı açısından görmek demek, meseleye, üretim güçleri, ilişkileri ve bu ilişkilerin meydana getirdiği sosyal sınıflar açısından bakmak demektir. Bu bağlamda, modernleşmeyi Marshall Berman gibi kapitalist sanayileşme temelinde okursak, medeniyetçi söylemin, ‘muzaffer kapitalizmin büyük anlatısı‘ olarak işlev gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. O halde medeniyetçi İslamcılık, müesses nizamın, Batı’nın oluşturduğu hegemonik gücün, ”antisi” olmayı bırakın, bizzat onun parçasıdır. Medeniyetçi söylemin söz konusu edilen ‘çarpıtmayı’ aş(a)madan, kapitalist modernleşme ve onun tezahürü olan emperyalizm ile sahih bir hesaplaşmaya giriş(e)meden, entellektüel bağlamda söz alması üst-yapı memurluğundan başka bir şey değildir. Bu ise ‘tersinden Avrupa-merkezciliği’ yeniden üretmektir. Gerçekliği çarptırmaktır.
Onur FENCİOĞLU