Her gün gözümüzü açar açmaz yeni bir hikaye yazıyoruz. Her gün yeniden başlıyoruz. Uyanıyoruz, yüzümüzü yıkıyoruz, dişlerimizi fırçalayıp giyinmeye başlıyoruz. Bazı günler önce güzel bir duş alıyoruz. Tabii en uzun süreci hiç şüphesiz giyinme kısmına harcıyoruz. Bazıları dolabını açıp karşısına geçip ufak bir göz süzmesiyle çekip alıyor dolaptan kıyafetini. Kimileri dikilip dolabının karşısına ‘Acaba bunu mu giysem, yoksa bu daha mı iyi olur..?‘ diye uzun bir süre düşünüyor. Bazıları da, -ki ben bunları kontrol manyağı olarak adlandırıyorum- bir gece önceki uzun düşünme sürecinden sonra kıyafetlerini seçiyor, ütülüyor, askısına asıyor ve ertesi gün direk kendini giydiriyor. Ben hayatım boyunca kuralsız yaşayan ve kararsızlığın nirvanasına ulaşmış bir insan olarak giyinme faslını biraz uzun tutanlardanım.

Hepimiz farklıyız, farklı şeyler düşünüyoruz. Baktığımız yön, baktığımızdan çıkardığımız anlam, yediğimiz yemekten aldığımız tat hep farklı… Fakat hepimiz aslında aynı şey doğrultusunda varıyoruz sonuca. Estetik algısı… Evet estetiğin tek bir tanımı var ama bu da güzellik gibi göreceli bir hale geliyor insan bünyesinde. Örneğin bir defileye gidiyoruz. Ben tanıtılan kıyafetleri hiç beğenmiyorum ama diğer 150 kişi ayakta alkışlıyor. Ya da bir film vizyona giriyor ve yılın en çok hasılat toplayan yapımı oluyor fakat ben sıkılıp filmin 2. yarısında salonu terkediyorum.

Peki hangi gözün gördüğü estetik doğru?

İşte bence bunun bir cevabı yok. Ancak tabii bazılarının estetik kavramlarının diğer insanlardan üstün olduğu gerçeğini de göz ardı etmemeliyiz… Bir de bana göre şöyle bir durum var ki; ben estetik algısının yaşam şartlarıyla, çevremizdeki insanlarla, öğrenme isteği, merak aruzuyla geliştirilebileceğine inanıyorum. Mesela Barış Manço…

Barış Manco ilk tanınmaya başladığı sıralarda bir gece Adana’da sahneye çıkıyor ve kimse beğenmiyor. Ertesi gün gazetelerde ‘Barış Manço Adana’da geçerli not alamadı.‘ başlıkları çıkıyor. Sonunda ne oluyor? O beğenilmeyen adam Barış Manço olarak ölümsüzleşiyor. O noktadan nasıl bu noktaya geldi evet bilmiyorum ama bence o inandığı şeyi kovalamaktan vazgeçmeden, hayallerinin peşinden koşmayı bırakmadan çalışmaya devam ediyor. Eğer varsayımım doğruysa işte bu az önce söylemiş olduğum şeyi kanıtlıyor. O adam müziği çok severdi, şarkı söylemeye başladı ama estetik açıdan yeterli değildi. Onun gözünün gördüğü, doğru bildiği estetik onun beğenilmesi için yeterli olamadı. Ama o vazgeçmedi ve daha doğru bi estetik penceresi açtı kendi içinin bir köşesine. Sonra doğru manzarayı buldu ve doğru yöne baktı. Barış Manço müziklerini duymaya tahmmül edemeyen insanlar yok mu? Tabii ki var. İşte burada da doğru ya da yanlış estetik algısı değil kişisel estetik penceresi devreye giriyor.

Ben mesela hayatımda hiç operaya gitmedim. Çünkü o sesleri duymaya bile tahammül edemiyorum. Başım ağrıyor, sinirlerim geriliyor; ‘Ulan bu adam haykırarak, inleyerek çığlık atıyor ve dünyanın parasını kazanıyor ve insanlar da avaz avaz çığlık sesleri dinlemek için para veriyolar. O sahnede bağırıp dünyanın parasını kazanan adam sanki evde karısıyla kavga etmiş de karısından korkup ona bağırıp çağıramadığı için hıncını bizden çıkarmak için sahneye çıkmış.’ diyesim geliyor…  Ama işte bir Mozart bir Bethoven gerçeği var ve nefret etmeme rağmen biliyorum ki o sahnede benim anlayamadığım ve muhtemelen hiçbir zaman da anlayamayacağım muhteşem bir estetik algısı var. Evet hala estetik algısının geliştirilebileceğine sonsuz bir inanca sahibim fakat bu konuda hayatım boyunca sanırım hiç çaba göstermeyeceğim.

Bir de işin ego boyutu var. İşte işin içine ego girince durum biraz çirkin bir hal almaya başlıyor. Dedim ya ben opera dinlemeyi sevmem ama ona bayıla bayıla giden insanlara da ‘Ay gerçekten salaksınız, para verip kafanızı şişiriyosunuz.‘ demem. Günümüzden daha bariz bir örnek veriyim. Son yıllarda sürekli internet geyiği olmuş durumda olan Serdar Ortaç şarkıları… ‘Yok adam gereksizmiş, nasıl para kazanıyormuş, gürültü kirliliğiymiş, onu dinleyenler beyinsizmiş… vs.’ 

Dinliyorum arkadaşım dinliyorum; sana ne!? Ben kulağıma güzel gelen her müziği dinlerim. Ben bağıra çağıra ‘Bilsem ki bir daha hiç dönmeyecek!‘ diye haykırmayı seviyorum. Bana hissettirdiği o acılı melankolik duyguyu seviyorum. Sana ne? Ben sana diyor muyum; ‘Sen sözlerini bilmediğin, dilini bilmediğin şarkıları dinlemekten ne anlıyosun? Adam belki annene küfrediyor.‘ diye… Ha parantez açayım; yabancı şarkı dinlemeyi de seviyorum, pop da seviyorum, rock müziğe bayılıyorum, arabesk müzik açıp kadeh tokuşturuyorum… James Blunt dinleyip hüngür hüngür ağlayadabiliyorum.

Egonuzu evde bırakıp gelin bir zahmet. Dedim ya herkesin estetik algısı, baktığı ve baktığından anladığı farklı. Evet yine söylüyorum, okumakla araştırmakla, dinlemekle gelişebilen bir şey bu estetik dediğimiz olgu. Ama iyi kötü herkesin bir algısı var. Herkesin aynı şeylerden zevk alması, tek bir yüzü güzel bulması zaten mümkün değil. O zaman zaten hepimiz tek tip olurduk. Herkes aynı işi yapardı, tek bir sanatçı profili olurdu. Muhtemelen herkes tek bir tipe aşık olurdu. Kavgalar olmazdı, dostluklar bile olmazdı. Yanlış yaptığımızda elimizden tutup kaldıracak birileri olmazdı. Mesela erkek arkadaşımla kavga ediyorum ve hatalıyım. Hoş estetik algısı herkeste aynı olsaydı zaten erkek arkadaşımla muhtemelen kavga da etmezdim. Neyse diyelim ki ettim; en yakın arkadaşıma başlıyorum ağlaya ağlaya anlatmaya gittiğimde ikimiz de aynı estetik beyinle düşünüyor olsak kim bana sen hatalısın diyecekti..?

Yani işin özü şu ki; estetik dediğimiz şey hayatımızda adım atarken bile atış şeklimizi ifade ediyor. Ben hızlı yürüyorum, sen yavaş. Ben çok hızlı yemek yerim, sen geviş getirir gibi yavaş.Ben olaylardan çok çabuk etkilenirim, sen dimdik mıh gibi durursun. Yanlışlarımız, doğrularımız, kararlarımız, sevişimiz, öpüşümüz, tabularımız, ağlamalarımız hep farklı. Güzel olan da bu değil mi zaten? Böyle daha güçlü değil mi dostluklar, daha tutkulu değil mi aşklar?

Yeter ki saygımızı kaybetmeyelim, egomuza terbiye verelim. Varsın farklı olsun pencereler. Egomuza emniyet kemerini takabilmeyi öğrendikten sonra farklı estetik pencereler bence çok güzel. Kendi manzaramdan sıkıldığım zaman senin pencerene gelirim ben de. O pencereden çok güzel görüntüler keşfederim belki. İstersen ben de sana izletirim kendi manzaramı. Belki sen de seversin gördüklerini. Ya da sevmezsin bana sen neden seviyorsun dersin, oturur anlatırım.

Dedim ya saygımızı algımızın önünde, egomuzu da arkasında bıraktıktan sonra farklı manzaraların olmasında hiçbir sakınca yok bence…

Begüm BAŞEĞMEZ