Evsiz bir adamın barakasında yaktığı mum gibi eriyor ömrüm günden güne. Sanki ruhum bir kronometreye bağlı ve aldığım nefesleri sayıyor ölüm melekleri. Her yeni yılda yeniden doğmak istesemde bedenim, kalbimden önce büyüyor. Gözlerimi kapayınca ağaçların altına serilen topraktan başka bir şey kalmadığını farkediyorum zihnimde. Yolda yürürken diyorum, bir saksı düşse başıma, her şeyi unutsam, ve başlasam yaşamı yeniden tanımlamaya. Renklerden yeşil ve mavi hatrımda kalsa, deniz ve ağaçlar, ikisi de aşık olduğum kızların göz rengi. Bana ölümle yaşam arasındaki o hain çizgiyi hatırlatıyor. Bir kızın gözlerinin içine uzun uzun bakmayı öğrendiğim gün geçeceğim sırat köprüsünü dünyanın. Kavak ağaçları sıra sıra uğurluyorken beni, güneşin sıcak koynuna serileceğim, yahut Atilla Jozsef gibi bir tren rayının kollarına. Biri yaşamım olacak benim, biri ölümüm. Tarafımı suskunluğumla belirleyeceğim.

Satır başları bir satır gibi bölüyor şiirlerimi tam ortasından. Neden yeniden başlamam gerektiğini hala anlamıyorum ve içimden bir ses yeniden başlamamı fısıldıyor sol kulağıma. Sokakları bir ayyaş gibi adımlıyorum aksayarak. Hele de sokak lambalarının aydınlattığı yerlerde karanlık bir köşe arıyorum kendime. ellerim şarap şişesi tutmaya hasret. Ceketimin cebinde paslı bir bıçak ve aklımda aykırı düşüncelerler adımlıyorum sokakları bir sarhoş gibi. Bu kentin yabancısı olduğumu gizliyorum herkesten. Sokakta beni tanıyan kimselere rastlamıyorum, ne güzel, kendimi az da olsa özgür hissediyorum.

Saat sabahın beşi olmuş, güneş doğmak üzere, fırınlardan ekmek kokuları taşıyor sokaklara. Evlerin lambaları birer birer yanıyor, ezan okunuyor sonra. Sonra herkes uyuyor, lambaları sönüyor teker teker evlerin. Yalnız, şairlerin lambaları sönmüyor, onlar boyuna devam ediyorlar şiirler yazmaya. Apartmanlardan üç ahmetlerin sesi duyuluyor, birazdan gözyaşları sayfalara damlayacak şairlerin. Güneş doğmak üzere, kent mahpushanesinden tak tak çivi sesleri yükseliyor. dar ağacı kuruyorlarmış avluda. Ertesi gün gazetelerden öğrendim 17 yaşında bir oğlanı astıklarını. Ormanlarda ağaçlar isyan ediyor hep bir ağızdan. Gazete sayfaları kendi kendini yakıyor. Rüzgarları ardına alıp göklere yükseliyor. yağmur olup yağıyor şehrin gözyaşları. Yağmula karışık gözyaşı yağıyor bir annenin ellerine.

Sabahın olduğunu kuşların cıvıltısından anlıyorum, gözlerim kapalı ve bu kent sabaha bir kişi eksik uyandı. Ama şimdilik kimse bunun farkında değil, yalnız gardiyanlar biliyor.

Bülbülün bile gülle savaşa bilendiği bu dünyadan geçip gidiyorum öylece. Ellerimde bir avuç karanlıktan başka bir şey kalmadı. Bu kent karanlıklarımı da elimden aldı, artık yollara düşmenin vaktidir.

Otogarları kaldırın, yalnız tren istasyonları kalsın. Otogarlarda insanlar hep yolcuları uğurluyor. Benim ise kendimden başka kimsem yok. Bu yüzden tren garlarını ayrı severim. Soğuktan üşüyüp donsa da insan hissetmez yalnızlığını.

Kompartımanın penceresinden çocuklar gibi sarkarak geçiyorum kentleri birer birer. Köylerin içinden gelip geçerken yalnızca çocuklar selamlıyor dumanı kara trenimi.

Ali Seydi KILIÇ