-Bir Liberalizm/Özne Eleştirisi- 1
Muhammed (as)’in hayatı İsa (as)’nın hayatından çok farklı seyretti. İsa dünyevi var oluşunda mağlup oldu; Muhammed başarıya ulaştı. Muhammed’in yaşadığı hayal kırıklıkları kariyerinin ilk dönemlerine ait; fakat aynısının sonunda Mekke’nin fethi ve Arap Yarımadası’nın onun elinin altında birleşmesi var. O İsa gibi zor şartlarda yaşamadı; babası tüccardı; fakat henüz daha oğlu doğmadan önce vefat etmişti. Muhammed’in annesi akrabalarının yardımlarına muhtaçtı. Bu şartlarda edinmişti Muhammed ilk ticari tecrübelerini. Fakat içinde bulunduğu durum ona özerk bir tüccar olma imkanı vermiyordu. Ölmüş bir tüccarın yalnız bıraktığı bir hanımefendinin hizmetine girdi ve kısa sürede hanımefendinin güvenini kaazandı. Hanımefendi o olmadan işlerini neredeyse yürütemez duruma gelmişti. Onun adına Muhammed çıkıyordu ticari seyahatlere, söylendiğine göre Suriyeye kadar hatta. Bu durumda hanımefendinin Muhammed’e bir süre sonra nikahını teklif etmesi şaşırtcı olmasa gerek. Muhammed 25 yaşlarındaydı henüz bütün bunlar olurken, hanımefendi ise 40; söz konusu zaman için biraz tuhaf bir kombinasyon. Buna rağmen Muhammed’in hanımefendiyle birlikte çokça çocukları oldu, dört kızı ve iki veya üç oğlu. Sonuncuların hepsi ama erkence vefat ettiler – İslam’ın oluşumu açısından son derece önemli bir faktör. Dolayısıyla Muhammed’in tecrübe ettiği dünya bir bedevinin değil, yerleşik bir vatandaşın dünyasıydı. İslam çölde değil şehirde ortaya çıktı – hem de çokça kervan yollarının kesiştiği bir şehirde. Mekke üzerinden Yemenden Akdenize uzanan, güzel kokuların tapınak ve kiliselerde ama aynı zamanda özel evlerde de kullanıldığı bir alanda bolca kazanç birikmesine yol açan, dolayısıyla son derece lükse yönelik bir tütsü ticareti hayat buluyordu. Ticaretle birlikte zenginlik geldi ve zenginlikle beraber sosyal memnuniyetsizlik. Mekkeliler bedevi olmasalar da onları kuşatan dünyanın kabileler kültürü tarafından çevriliydiler yine de. Ve bu kültürün hieyerarşisi ve aynısıyla birlikte verili ve var olan dayanışma söz konusu zenginliğin yol açtığı kişisel malvarlığı üzerinde yükselen bir bencillik (egoizm) sonucu altüst oldu. Bütün bu çekişmelere verilen tepkilerin söz konusu dönemde var oluşsal zorlukların ve değerlerin dışa vurulduğu bir dilde ayağa kalktığını görüyoruz: Din dilinde.
Arap şirk kültürü bu sorunla başa çıkabilecek durumda değildi, nitekim kendisi lokal kültler üzerinden söz konusu kabile yapısına bağlıydı halihazırda. Ama herşeyden önce söz konusu kültür dışlayıcı olarak ‘bu-taraf-sal’dı (diesseitig/this worldly). ‘Kafirler …’ diyor Qur’an, ‘…derler ki: bizim yaşamımız sadece bu-taraf-saldır, biz ölürüz ve yaşarız ve sadece zaman bizi sonlandırır.’ [Bir noktada ama] ‘öte-taraf-sal’ (jenseitig/otherworldly) bir mahkeme düşüncesi (Vahiy/Ereignis) kırıp çıkıp geldi ortaya. Bir hesaplaşma, bu dünyanın ötesinde, herkesin tek tek işlediği bütün zulümlerin hesabını verdiği [başka bir dünya].
Muhammads Leben ist ganz anders verlaufen als das Jesu. Jesus ist in seiner irdischen Existenz gescheitert; Muhammad hat Erfolg gehabt. Die Enttaeuschungen, die Muhammad erlebte, fallen in den Anfang seiner Laufbahn; am Ende stehen die Eroberung Mekkas und die Einigung der Arabischen Halbinsel unter seiner Hand. Er kam nicht aus so kleinen Verhaeltnissen wie Jesus; sein Vater war Kaufmann. Allerdings war dieser bereits vor der Geburt seines Sohnes gestorben; Muhammads Mutter war auf die Unterstützung der Sippe angewiesen. In dieser Umgebung gewann auch er erste kaufmaennische Erfahrung. Indes erlaubte seine Situation es ihm nicht, sich selbstaendig zu machen; er trat in den Dienst einer Kaufmannswitwe, deren Vertrauen er bald erwarb. Sie hatte ohne ihn ihr Geschaeft kaum weiterführen können; er hat für sie die Handelsreisen, angeblich bis nach Syrien, unternommen. So verwundert es nicht, dass sie ihm auf die Dauer die Ehe anbot. Er war zu diesem Zeitpunkt etwa 25, sie um die 40, eine für die damaligen Verhaeltnisse etwas ungewöhnliche Kombination. Dennoch hatte er von ihr mehrere Kinder, vier Tochter und zwei oder drei Söhne. Die letzteren starben allerdings allesamt früh — für die Entwicklung des Islam ein recht wichtiges Faktum. Die Erfahrungswelt Muhammads war also nicht die eines Nomaden, sondern die eines sesshaften Bürgers; der Islam entsteht nicht in der Wüste, sondern in der Stadt – einer Stadt zudem, die im Schnittpunkt mehrerer Karawanenstrassen lag. Über Mekka führte der Weihrauchhandel, ein ausgesprochenes Luxusgeschift, in dem sich vom Jemen bis zum Mittelmeerraum, wo man den Wohlgeruch in Tempeln und Kirchen, aber auch in Privatwohnungen schaetzte, die Gewinne akkumulierten. Mit dem Handel kam darum der Reichtum und mit dem Reichtum die soziale Unzufriedenheit. Denn obgleich die Mekkaner keine Beduinen waren, so waren sie doch in die Stammesstruktur der sie umgebenden Welt einbezogen; deren Hierarchie aber und die mit ihr gegebene Solidaritaet wurden nun durchkreuzt von einem sich ausbreitenden Egoismus, der sich auf persöhnlichen Besitz stützte. Die Antwort auf diese Spannung kleidete sich in diejenige Sprache, in der man damals von Werten und existentiellen Nöten redete: die der Religion.
Der altarabische Polytheismus war dem Problem nicht gewachsen; er war durch die lokalen Kulte selber an die Stammesordnung gebunden. Vor allem aber war er rein diesseitig orientiert; »die Unglaeubigen«, so heisst es im Koran, »sagen: es gibt nur unser diesseitiges Leben. Wir sterben und leben, und nur die Zeit laesst uns zugrunde gehen« (Sure 45, 24)… Aber der Gedanke an ein jenseitiges Gericht brach sich Bahn, an eine Abrechnung ausserhalb dieser Welt, in der jeder für die Ubergriffe, die er begangen hatte, zur Rechenschaft gezogen werden würde.
Josef van Ess
Nicholas Rooney: Batıda bazı kişiler sizi dünyanın en tehlikeli filozofu olarak tanımlıyorlar. Buna katılıyor musunuz ve size göre böyle tanımlanıyor oluşunuzun sebebi ne olabilir?
Some people in the West call you the most dangerous philosopher in the world, do you agree with this statement and why do you think you have been called this?
Alexander Dugin: Aslında felsefenin ve insan düşünmesinin özü tehlikeli olmaktır, dolayısıyla insan olmak tehlikeli olmaktır. Dünyada kontrpiyede kalmaktır, insan açıktır çünkü, henüz cevaplanmamış bir soru. Cevabın önünden koşmaktır ve düşünmek başlı başına tehlikeli düşünmek, olmak da başlı başına tehlikeli olmaktır. İnsanın özüdür bu. Ve tehlikeli olmayan her düşünür aslında düşünür değildir. O sadece alışılagelmiş olanı tekrarlar durur. O halde komfor felsefeyle bir arada bulunmaz. Tehlikeli kabul edilmek düşünüyor kabul edilmektir o zaman. Filozof olmaktır, kelimenin tam anlamıyla. Amerikalı bazı yorumcuların benim için dünyanın en tehlikeli adamı başlığını kullanmalarını anlıyorum, fakat aynısına [tabii ki] kesinlikle katılmıyorum, nitekim dünya [o anlamda] benden çok daha tehlikeli manyak, seri katil, savaş suçlusu ve sivil suçlularla dolu. Dolayısıyla o kadar da tehlikeli değilim galiba. Ama eğer en tehlikeli filozof olarak kabul ediliyorsam, o zaman diğer her filozoftan daha çok filozof olarak kabul ediliyorum demektir bu. Bu benim felsefi düşüncemin en değerli takdiridir. Haliyle, bunun altında bazı siyasi ajandaların yattığını düşünebiliyorum. Fakat felsefi açıdan konuşmak gerekirse bu benim düşüncelerimin kalitesini gösteren en önemli göstergedir. Dolayısıyla şayet tehlikeliysem, filozofum demektir bu.
I think that the essence of philosophy and human thought is to be dangerous. So, to be human is dangerous. It is an unbalanced position in the world because a human being is an open question. A question that precedes an answer and to think is the same as to think dangerously and to be is the same as to be dangerously. It is the human essence. And any thinker that is not considered to be dangerous is not a thinker at all. He repeats just banal things. So, what is comfortable cannot be called philosophical thought. So, I think that recognition to be dangerous is the same as recognition to be a thinking person. To be a philosopher in the original meaning of this word. I understand that when I am called the most dangerous man in the world as some American commentators use as a kind of label for me, but I disagree absolutely, because there are so many maniacs, serial killers, and war criminals and civil criminals that are much more dangerous than me. So, I am not absolutely the most dangerous man in the world. But, if I’m considered to be the most dangerous philosopher, then I am considered to be more of a philosopher than the other philosophers. It is indeed the highest appraisal of my philosophical thought. I presume that there is some underlying political agenda in this term. But, philosophically speaking it is the highest appreciation of the quality of my thoughts. If I am found to be dangerous, that is the same as to be recognised as a philosopher.
1
Dugin’i Türk kamuoyu yakından tanıyor sanırım, özellikle 15. Temmuz olaylarıyla ilgili yaptığı açıklamalar Türk siyasetini son derece yakından takip ettiğini gösteriyor; belki de daha fazla, fakat orası beni aşar. Ben filozof’um, dolayısıyla Dugin’le bir filozof olarak, filozoftan filozofa bir ilişki kurmak istiyorum. Bunun için ortak bir noktamız var: Martin Heidegger. Ben kendimi bir Heidegger hayranı olarak görmüyorum, ben Hz. Muhammed Mustafa el-Emin dışında kimseye hayran değilim. Benim tek örneğim ve konuştuğu zaman, Allah’ın emri gereği, severek susup dinlediğim tek insan var, o da Peygamberim. Bu çerçevede O’nun (as) ve Anne ve Baba’mın dışında kimseyi dinlemek ve kimseye itaat etmek zorunda değilim. Dinlemiyorum da, itaat da etmiyorum. Dugin (Wladimir Putin), Heidegger (Adolf Hitler) ve ondan önce Platon (Dionysios) gibi, siyasetin ve aynılarının içine düştükleri hatanın son derece içinde. Üstelik Heidegger’ya son derece, hatta hayranlık derecesinde, yakın. Hangi düşünce ya da inanç olursa olsun, ki buna Allah’ın dini İslam’ı da katabilirsiniz, kimin ağzından çıktığına göre etki bırakır. Atilla Yayla veya Besim Tibuk’un anlattıkları bir Liberalizm sadece mide bulandırır; kendileri de üstelik. Mehmet Okuyan ya da Şaban Ali Düzgün denilen soytarının anlatığı bir din ve kendileri hakeza. Celal Şengör’ün anlattığı bir Kemalizm, Ahmet Arslan’ın anlattığı bir felsefe de öyle. Mustafa Öztürk’ün eleştirileri sadece kendisini rahatlatır; son derece ucuz ve pespaye. Yusuf Kaplan, İhsan Fazlıoğlu ya da Savaş Barkçin gibi tipler konuşurlarken, hangi konuda olursa olsun, ‘ne anlatıyor bu adam?’ demekten alamazsınız kendinizi. Hepsi de bilgisiz, cahil ama bir o kadar da geveze. Nadiren doğru da olsa söyledikleri, o az doğrular bile onların ağızlarından çıkınca çirkin durur. Dugin dinlettiriyor kendisini ama; heyecanı ve, her ne kadar bazı Batılı yazarlar kendisini son derece yüzeysel bulsalar da, en azından Heidegger’yla ilgili olarak, ki ben hiç de öyle olduğunu düşünmüyorum, son derece geniş bir okuma geçmişine sahip olması etkiliyor insanı. Literatüre hakim, Yunanca ve Latice okuyabiliyor antik felsefe metinlerini, ki bazı noktalarda klasik metinlerin Latince veya Yunanca okunmaları durumunda oluşabilecek yanlış anlamaları bile son derece yerinde tespit edebiliyor, dolayısıyla Latince okununca varılan bazı noktalardan aynı metinleri Yunanca okuyarak çok farklı noktalara varabiliyor. Teknik olarak işini çok iyi biliyor demektir bu. Aynısını ne kadar iyi yaptığı ama ayrı bir konu.
1916’da Edmund Husserl Heinrich Rickert’in halefi olarak Freiburg Üniversitesine atandı. Aynı yıl Heidegger karısına yazdığı bir mektupta, daha 27 yaşında ve Venia Legendi’sini henüz daha yeni almış eline, kendisi için seçtiği yaşam vazifesini (Lebensaufgabe) şu şekilde belirliyor: ‘Ich weiß heute, daß ich dem Rationalismus den Kampf bis aufs Messer erklären darf – ohne dem Bannstrahl der Unwissenschaftlichkeit zu verfallen – ich darf es – ich muß es.’ Dolayısıyla: ‘Bugün artık biliyorum ki Rasyonalizme karşı acımasız ve amansız bir şavaş açabilirim – bilimselliğin dışına düşmeden – bunu yapabilirim – yapmak zorundayım.’ Heidegger’nın söz konusu savaş için seçtiği tamlamayı, ‘bis aufs Messer’, ‘acımasız ve amansız’ olarak çevirdim, fakat aynısı Almancada çok daha sert ve radikal bir anlam içerir. Çok sağlıklı bir tepki olmaktan çok uzak bir tepki bu tabii ki. Ki Heidegger’nın açacağı savaş bağlamında bilimselliğin dışına düşmemesi gerektiğini söylemesi de kısmen buna işaret ediyor zaten. Dikkatli olması gerektiğini biliyor. Heidegger’nın Rasyonalizm derken ne kastettiği artık herkesin malumu, da herkesin aynısını tam olarak anladığı, en azından uzandığı en ücra köşelere kadar takip edebildiği, söylenemez. Öncelikle ve özellikle Rene Descartes’ın düşüncesini kastediyor Heidegger tabii ki ve daha da özellikle özne-nesne, dolayısıyla res cogitans ve res extensa ayrımını. Bu düşünceyi, en geniş anlamıyla, ‘das rechnende Denken’ olarak tanımlıyor, ‘hesap eden düşünmek’. Heidegger’nın bütün kariyeri boyunca kendisi için belirlediği bu yaşam vazifesine sadık kaldığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda felsefesini, aslında düşüncesini, üzerlerine kurduğu diğer bazılarıyla birlikte özellikle üç kavram öne çıkıyor, bu demek Rasyonalizme açtığı savaşı büyük ölçüde bu üç kavram üzerinden yürütüyor: Da-sein, In-der-Welt-sein ve Ge-stell. Da-sein kavramı Heidegger’nın Descartes’ın res cogitans, bu demek mutlak muktedir özne (absolut souveränes Subjekt) kavramına karşı öne çıkardığı bir kavram, In-der-Welt-sein özne-nesne dualitesine ve aynıları bağlamında hayat bulan epistemolojik şemaya alternatif ve Ge-stell son tahlilde Rasyonalizmin bizi getirip bıraktığı yere işaret ediyor. Dugin Heidegger’nın Rasyonalizm eleştirisi üzerinden bir Liberalizm eleştirisi gerçekleştiriyor, ki Rasyonalizm son tahlilde Liberalizm demektir, Heidegger için de, en azından her ikisini Heidegger’nın Amerikanismus dediği Amerikancılığın alt başlıkları olarak düşünebiliriz.
2
Popper filozof değil, o bir Pedant – Almanlar onu bu yüzden çok seviyorlar.
Popper ist kein Philosoph, er ist ein Pedant – deshalb lieben ihn die Deutschen so.
Paul Feyerabend
Paul Feyerabend Karl Popper’ya ait ‘The Open Society and its Enemies’ adlı metnin Almanca mütercimi (Die offene Gesellschaft und ihre Feinde) ve aynı zamanda Popper’nın vakti zamanında asistanlığını yapmış ve onu iyi bilen biri. Fark etmişsinizdir belki, girişte kendisinden yaptığım alıntıda kullanılan ‘Pedant’ (Alm./İsim/Şahıs) kelimesini çevirmedim, söz konusu kelime İngilizce, ama Almancada da, yaklaşık aynı anlamda kullanılıyor. Alman dili açısından TDK’ya tekabül eden Duden, nitekim Feyerabend Almanca kullandı aynısını, ‘Pedant’ isminden türetilen ‘pedantisch’ sıfatını şu şekilde vermiş: ‘…in übertriebener Weise genau; alle Dinge mit peinlicher, kleinlich wirkender Exaktheit ausführend o. Ä’, dolayısıyla ‘…aşırı derecede tam; her şeyi son derece fazla titizlikle, gereksiz ufak işlerle meşgul olurcasına uygulamak veya benzeri şekilde’. İngilizler, bana göre daha isabetli olarak, şöyle demişler aynısı için: ‘…making an undue (excessive) or inappropriate display of learning, absurdly learned.’ Popper’yı yakından ve çok iyi tanıyan birinin Popper hakkındaki hükmü böyle, kaldı ki bu kişi Feyerabend gibi Popper’nın hiçbir zaman kalitesine ulaşamadığı gerçek bir Filozof. Fakat bu tutumu, dolayısıyla Pedanterie (Alm./İsim/Şey) kavramını en güzel Robert Maggioni vermiş kanımca, bu demek Maggioni Almanların dediği gibi (hat den Nagel auf den Kopf getroffen) çiviyi tam kafasından yakalamış aslında. Bir kesim tarafından diğer belirli bir kesime hararetle önerilen popüler bir kitap vardı vakti zamanında, çok fazla Jacques Derrida ya da Michel Foucault okuyan herkesin o zaman ya da bu zaman ya da başka bir zaman yolunun neredeyse zorunlulukla kesiştiği bir kitap: ‘Fashionable Nonsense: Postmodern Intellectuals’ Abuse of Science’ (Alan Sokal/Jean Bricmont). Yazarlar kitabın girişinde aynısının belirli entelektüel çevrelerde küçük bir fırtına kopardığını söylüyorlardı (…to have created a small storm in certain intellectual circles), haddizatında The Guardian’dan Jon Henley’in demesine göre modern Fransız felsefesinin bir yığın saçmalıktan ibaret olduğunu (…modem French philosophy is a load of old tosh) göstermiş oldukları söyleniyordu söz konusu yazarların söz konusu metinle birlikte. Ve tam bu noktada Maggioni giriyordu devreye karşı tarafın avukatı olarak ve aynı yazarları (Alan Sokal/Jean Bricmont) ‘aşk mektuplarında imla hataları aramak’’la suçluyordu (According to Robert Maggiori in Liberation, we are humorless scientistic pedants who correct grammatical errors in love letters). Popper işte tam olarak böyle biri, fakat çok daha tehlikeli insanlık adına.
Popper’nın Heidegger’dan haz etmediğini biliyoruz. Doksanıncı doğum günü dolayısıyla yaptığı bir konuşmada, adeta Karl Marx’ı hatırlatırcasına, kaderin bir cilvesi olsa gerek (‘Proletarier aller Länder, vereinigt Euch!’), özel bir ricada bulunuyor filozoflardan: ‘Ich appelliere an die Philosophen aller Länder, sich zusammenzutun und nie wieder Heidegger zu erwähnen, oder mit einem anderen Philosophen zu sprechen, der Heidegger verteidigt.’ Dolayısıyla: ‘Bütün ülkelerin filozoflarına yönelerek bir çağrıda bulunuyorum ve diyorum ki, bir araya gelin ve bir daha hiçbir kere Heidegger’nın adını bile ağzınıza almayın, ya da Heidegger’yı savunan hiçbir filozofla konuşmayın’. Enteresan bir nokta var burada. Biraz önce Komunist Manifesto’dan yaptığım kısa alıntıda Marx ve Engels proterlere yaptıkları daveti ‘vereinigt Euch (Bir olun)’ şeklinde vermişler. Popper filozoflara yönelik aynı ricasını, muhtemelen aynısının etkisi altında ama değiştirerek, ‘sich zusammentun (Bir araya gelin)’ olarak vermeyi tercih etmiş. Şayet burada davet edilenlerin kimlikleriyle alakalı bir tercih söz konusu değilse, ki öyle ama, nitekim işçiler bir olurlar, filozoflar ama bir araya gelirler sadece, iki dünya arasındaki farkı bu iki kavramdan yola çıkarak anlayabilirsiniz. Başka emriniz sayın Popper? Tabii ki aklı başında hiç kimse Popper’nın bu ricası gereği davranmadı. Susarak, ya da görmezden gelerek sorunların çözülebileceğine muhtemelen sadece Popper ve İslamcılar inanır, o da maksatları sorun çözmek değil rol kesmek olduğu için.
‘Açık toplum ve düşmanları’ birçokları tarafından 21. yüzyılın en önemli siyaset felsefesi ve demokrasi kuramı metinlerinden biri olarak kabul edilir. 1945 te yayınlanan bu metin Yeni Zelanda’da kaleme alınmıştı. Akademik açıdan son derece zayıf bir metin aslında. Özellikle Hegel’den yapılan alıntılar açıkça kaynaklarına geri taşınamamış, dolayısıyla büyük ölçüde, en azından söz konusu kısım itibarıyla, ezbere yazılmış bir metin. Hiç olmazsa Popper bunu kabul ediyor ama, Yeni Zelanda’daydım diyor, dolayısıyla metinlere ulaşma imkanım yoktu. Öğretmenlerimden biri Jacques Derrida’yla çok yakından ilgilendiğimi fark edince Derrida’nın ne dediğini bir cümlede nasıl verebilirsiniz diye sormuştu bir sınavda. Aklıma Popper’nın bu metni gelmişti. Sanırım demiştim, Popper’yı parafrize ederek, Derrida’nın hiç durmadan ve ara vermeden ‘açık metin ve düşmanları’’ndan bahsettiğini söyleyebilirim. İlginç demişti ve daha başka bir şey sormadan dersten geçirmişti beni. Şey gelmişti aklıma sonra. Babamın bir Türkçe öğretmeni tanıdığı vardı Almanyada, aslında Türkçe öğretmeni değil de Kemalizm öğretmeni. Anlatmıştı bir keresinde işte, işte demişti bir öğretmen sınav yapmak istemişti ve sınav için tek bir soru belirlemişti: ‘Atatürk ne yaptı?’ Öğrenciler de yazmıştı da yazmıştı fakat bir öğrenci sadece tek ve kısa bir cümleyle tamamlamıştı sınavı: ‘Atatürk ne yapmadı ki?’ Ve en yüksek puanı o almıştı. Ne yani demiştim bu aklıma gelince kendime, biz de şimdi Derridaist mi olduk? Şaka, şaka. Tabii ki öğretmenime o cümleyi söyledikten sonra aynısının tam bir saat açıklamasını yapmak zorunda kalmıştım dersten geçebilmek için. Yani ‘Derrida ne demedi ki?’ demek yetmeyecekti, onu anlamıştım. Kaldı ki, şaka bir tarafa, gerçekten de: Derrida ne demedi ki?
Excursus
Bu fotoğraf benim kitaplığımın üst sol köşesi. Çekim için dizayn etmedim ama, hep böyle. Beni yakından tanımak, aslında yakından tanımak değil de ‘sen kimsin arkadaşım?’ diye oldukça heyecanlı bir şekilde bilgi isteyen biri için çektim. Sahip olduğum herşeyi Rabbime borçluyum, öyle inanıyorum, hepsi Rabbimin fazlından bir nimetlendirmesi. Özellikle bütün hayatım boyunca, Elhamdulillah, beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan anlama ve kavrama kabiliyetim. Kitaplar bunu sembolize ediyor. Ve en üstteki tabloda gördüğünüz Ayet sürekli bütün bunları hatırlatıyor bana, aynılarını unutmamamı sağlıyor. Her sabah uyandığımda ve gözlerimi açtığımda karşımda ilk o Ayeti görüyorum. Ice Cube’un sözünün yazılı olduğu kendisine ait fotoğrafı Ömer’in bir hediyesi olarak kabul ediyorum. Dolayısıyla onun odasından alıp buraya ben koydum. Aynısını bazen ben ona, bazen de o bana söyler. Birbirimizi motive ederiz: ‘When you’re talking to lions, you can’t meow like a pussycat’. Kelime-i Tevhid, aslında Kelime-i Şehadet ve hemen yanında ‘Und sag: mein Herr, lasse mich an Wissen zunehmen (Deki: Rabbim, ilmimi arttır)’ Ayeti her Müslüman için temel olmalı. Kemençe duruyor kitapların üstünde, aslında ne çalmasını bilirim ne de dinlemesini severim, ama kimliğimin bir parçası. Truva Atı var bir de, o da Ömerin hatırası. Söz konusu at’ı en son ziyeret ettiği geziden getirmişti. Ve yaklaşık otuz yıldır hayatımın ayrılmaz parçaları: Prozac ve Xanax. Gerçi Almanyada Xanax kullanmıyordum. Onların altında Besmele var, onsuz olmaz haliyle. Ve yine sevgili oğlum Ömer Faruk’un en son Prag gezisinden bana getirdiği hediyelerin poşeti asılı duruyor sol altta. Halihazırda uçağa binmeye cesaret edemediğim için bir yere çıkamıyorum, dolayısıyla (Franz) Kafka Müzesine giderek benim için bir şeyler almasını istemiştim. Kemençe gibidir Kafka benim için, kendisini ne severim ne de sayarım, ama ne de vazgeçebilirim, dolayısıyla da okumadan duramam. Özellikle ‘Eine kaiserliche Bottschaft (İmparatorun Haberi)’ metni bana göre dünya durdukça bir insanın yazdığı ve yazabileceği en güzel metin. Ve bayraklar: Filistin, Türkiye ve Trabzonspor.
3
I believe that people are intimately involved in the world around them and that the epistemological isolation that Descartes took for granted is untenable.
Bana göre insanlar onları çevreleyen dünyaya derinden gömülüdürler ve Descartes’ın kesin olarak kabul ettiği epistemolojik yalnızlık (mutlak muktedir özne) çıkmaz bir sokaktır.
Philip E. Agre
Heidegger rejected the very kinds of intentionality that Husserl and others had pursued – an abstract, disconnected intentionality, the intentionality of a Cartesian homunculus peering out at the world and seeing what’s there.
Heidegger Husserlvari ve bazı diğerlerinin favorize ettikleri yönelimselliği kabul etmiyor – soyut, bağlantısız bir yönelimsellik, [bu demek] dünyayı [dışarından] gözetleyen ve [baktığı yerden dünyada] ne var ne yok görebilen Kartezyen insancık (mutlak muktedir özne) yönelimselliğini [yani].
Paul Dourisch
In-der-Welt-sein
Söz konusu Rasyonalizm kendisini çok farklı şekillerde dışa vurur. Mesela, geçen yazılardan bir kaçında kısa kısa değinmiştim, klasik yapay zeka konsepti de tam olarak aynısı üzerine, dolayısıyla Kartezyen Rasyonalizm üzerine, inşa edilir ve aynısının eleştirisi günümüzde, aslında yaklaşık 50-60-65 yıldır, genellikle Heidegger üzerinden yapılır. Daha doğrusu Heidegger’nın Fenomenolojisini, ki Amerikanca metinler de Hermeneutik kavramı tercih edilir daha sık, temel alır çokça. Aslında tam bu noktada gelir karşı karşıya Da-sein ve res cogitas ve özne-nesne dualitesi ve In-der-Welt-sein. Büyük ölçüde Hubert Dreyfus’la baş aldığını biliyoruz bu eleştirinin. Haliyle, aynısı son derece bilinen bir tepkiyle karşılaşmıştı ilk zamanlar. Dreyfus bir filozoftu ve klasik yapay zeka alanında işi götürenler, (onların ifadesi, mealen) iki satır program dahi yazmaktan aciz bu filozofun eleştirilerini pek ciddiye almamışlardı. Fakat bu eleştiriye alandan olan Joseph Weizenbaum (ELIZA, 1966) gibi ve özellikle klasik yapay zeka konseptinin vakti zamanında Wunderkind’i (mucize çocuk) olarak kabul edilen Terry Winograd (SHRDLU, 1972) da katılınca iş değişmişti. Bugün söz konusu eleştirinin en önde gelen temsilcisini MIT’li Rodney Brooks (Subsumption architecture, 1986) olarak görebiliriz. Fakat Brooks meseleyi, her nedense, Heidegger’dan uzak tutmaya çalışır. ‘Intelligence without representation’ adlı makalesinde kendi araştırma programının ne olmadığını söylerken 7.5 numaralı notunda ‘[i]t isn’t German philosopy’ der ve ardından şu kısa açıklamayı yapar:
In some circles much credence is given to Heidegger as one who understood the dynamics of existence. Our approach has certain similarities to work inspired by this German philosopher […] but our work was not so inspired. It is based purely on engineering considerations.
Bazı çevrelerce Heidegger var oluşun dimanizmini kavramış biri olarak kabul edilir ve ona çokça değer verilir. Bizim yaklaşımımız bu Alman filozofun etkisi altındaki bazı çalışmalarla belirli benzerliklere sahip, fakat aynısı aynısının etkisiden ari. Bizimkisi tamamen mühendislik.
Any way … Brooks’a göre klasik yapay zeka (GOFAI) konsepti yeteri derecede dinamik değildir (insufficiently dynamic). O aynısını SMPA başlığı altında komprime eder. Dolayısıyla ‘sense, model, plan, act’ adımları üzerinden dünyayla başa çıkmaya çalışan bir zeka olarak düşünür. Bir sistem çevresini algılar önce, algıladıklarından yola çıkarak çevresini tasarlar, ardından söz konusu tasarım üzerinden plan yapar ve yaptığı plana sadık kalarak davranır. Fakat der Brooks, söz konusu sistem planını tamamladıktan sonra aktüel çevrede oluşan değişiklikleri artık hesaba katamaz, dolayısıyla da when it comes time to act (and given the slowness of the systems, this time may be long in coming) the world may well have changed in ways which make the plan obsolete. Sistemin hassasiyetine göre bu durum ya result in the re-initiation of the SMPA cycle, ya da the execution of an ineffective plan. Fakat her iki durumda da sonuç tatmin edici olmaz. Dolayısıyla…
… [Brooks] rightly observed that most AI research had been concerned with the production of disembodied programs capable of performing feats of reasoning and inference in abstracted subdomains of human cognition (subdomains such as natural language processing, visual scene analysis, logical problem solving, hypothesis formation from data, and so on). This overwhelming tendency to concentrate on abstracted, disembodied reasoning and inference was, according to Brooks, a serious mistake. Indeed, his argument went, by sidelining the problem of how whole, physically embodied agents, including nonhuman animals, achieve successful real-time sensorimotor control in dynamic, sometimes unforgiving environments, mainstream AI had misled us as to the true character of intelligence. So Brooks proposed a rather different goal for AI as a discipline, namely the design and construction of complete robots that, while embedded in dynamic real world situations, are capable of integrating perception and action in real time so as to generate fast and fluid embodied adaptive behavior.
Dolayısıyla bu noktada kendisini açıkça gösteriyor biraz önce bahsi geçen mutlak muktedir özne. Nitekim bu öznedir çevresini algılayan, algıladığı çevresinden yola çıkarak dünyasını tasarlayan ve tasarladığı bu dünya üzerinde plan yapan ve davranan. Bütün bunların yapıldığı merkez(de)dir söz konusu mutlak muktedir liberal özne son tahlilde.
It is instructive to reflect on the way in which earth-based biological evolution spent its time. Single-cell entities arose out of the primordial soup roughly 3.5 billion years ago. A billion years passed before photosynthetic plants appeared. After almost another billion and a half years, around 550 million years ago, the first fish and vertebrates arrived, and then insects 450 million years ago. Then things started moving fast. Reptiles arrived 370 million years ago, followed by dinosaurs at 330 and mammals at 250 million years ago. The first primates appeared 120 million years ago and the immediate predecessors to the great apes a mere 18 million years ago. Man arrived in roughly his present form 2.5 million years ago. He invented agriculture a mere 10,000 years ago, writing less than 5000 years ago and “expert” knowledge only over the last few hundred years. This suggests that problem solving behavior, language, expert knowledge and application, and reason, are all pretty simple once the essence of being and reacting are available. That essence is the ability to move around in a dynamic environment, sensing the surroundings to a degree sufficient to achieve the necessary maintenance of life and reproduction. This part of intelligence is where evolution has concentrated its time – it is much harder.
Just as there is no central representation there is not even a central system. Each activity producing layer connects perception to action directly. It is only the observer of the Creature who imputes a central representation or central control. The Creature itself has none; it is a collection of competing behaviors. Out of the local chaos of their interactions there emerges, in the eye of an observer, a coherent pattern of behavior. There is no central purposeful locus of control (mutlak muktedir özne). Minsky (Minsky 1986) gives a similar account of how human behavior is generated. Note carefully that we are not claiming that chaos is a necessary ingredient of intelligent behavior. Indeed, we advocate careful engineering of all the interactions within the system (evolution had the luxury of incredibly long time scales and enormous numbers of individual experiments and thus perhaps was able to do without this careful engineering).
[O]nce evolution had symbols and representations things started moving rather quickly. Thus symbols are the key invention and AI workers can sidestep the early morass and start working directly with symbols. But I think this misses a critical point, as is shown by the relatively weaker performance of symbol based mobile robots as opposed to physically grounded robots. Without a carefully built physical grounding any symbolic representation will be mismatched to its sensors and actuators. These groundings provide the constraints on symbols necessary for them to be truly useful.
Son metinleri çevirmedim, çünkü kullanılan dilin kendisi bizzat meselenin anlaşılması için son derece elzem. Diğer taraftan bu aktardıklarım günlük, popüler ve heyecan verici tartışmaların (e.g. ChatGPT), benim işim de o değil zaten, genellikle dışında kalan, haddizatında konunun daha çok felsefi temelleriyle ilgili meseleler. O halde şunu söylemek mümkün ki klasik yapay zeka konseptinin başarısız olması aslında Alan Turing’in sorduğu sorunun cevabının menfi olmasını göstermedi bize, dolayısıyla sadece ‘hayır makineler düşünemez’ diyebilmek için yeterli ve geçerli sebeplere sahip olmadık aynı sonuçla birlikte. İnsan tasavvurumuzda son derece güçlü ve devrimsel bir değişiklik yaşamak zorunda kaldık. Aslında Dimyata pirince (düşünen makineler) giderken, evdeki bulgurdan (rasyonel düşünen özne) olduk bir parça. Komplo teorilerini sevmem ama şunu bile söyleyebiliriz belki, bahse konu yapay zeka konseptinin geçersiz kılınması sadece bu dar alanla sınırlı bir hayal kırıklığı yaşatmadı Amerikancılara, aynısıyla birlikte Liberalizmin temeli olduğu iddia edilen mutlak muktedir özne de, en azından bir ilk adımda, sorgulanır hale geldi. De aynı özne İbrahimi dinlerin de üzerinde yükseldiği öznedir. Dolayısıyla Allah’ı ve Rasulünü adam gibi anlayamaz ve İslamcı olursanız Amerikancılığı (Liberalizm) ve Müslümanlığı aynı şey sanırsınız. Belki de yapay zeka çalışmaları tamamıyla Liberalizmin üzerinde yükseldiği söz konusu özneyi zorunlu göstermek için yola konulmuş bir projeydi, Allah bilir. Özellikle Yahudi düşünürlerin Heidegger’yı sadece, ki bu durumda haklı olarak, Nasyonal Sosyalizm’e olan, kısa da olsa, bağlılığı dolayısıyla değil de aslında Liberalizmin kurucuları ve propagandacıları olarak aynısının zeminini zayıflattığı, tehlikeye soktuğu için de eleştiriyor olmalarını gözden uzak tutmamak gerekir. Popper’da olduğu gibi. Son olarak belki şunu da eklemek gerekir ki, Brooks’un söylediklerinin Davranışçılıkla örtüştüğü, aslında o şekilde çağrışım yaptığı noktaları açıklığa kavuşturmak gerekir. Dolayısıyla ya mutlak muktedir özne ya da Davranışçılık olmamalı mesele. Değil de zaten.
4
Fransız filozof Blaise Pascal halihazırda 17. yy.’da şüphecilere bir iddia teklif etmişti ve demişti ki: Belki de siz haklısınız bir Allah var mı ya da yok mu ve bizi onu idrak edip kabul etmediğimiz için cezalandıracak mı sorusunun rasyonel bir cevabı olmadığını söylerken. Ama gelin işin böyle olup olmadığıyla ilgili bir iddiaya girelim sizinle? Eğer siz haklıysanız, o zaman yeniden dirilme olmayacak ve hepimiz toprak olacağız, dolayısıyla hiçbirimiz bir şey kaybetmeyecek. Ama ben haklıysam, o zaman siz kaybedenlerden olacaksınız; nitekim o durumda Allah tarafında cezalandırılacaksınız. Pascal bilemezdi [tabii ki] Cafer as-Sadık’ın – ya da torunu Ali ar-Rıza’nın – aynı şeyleri halihazırda Dehriyyun’a söylediklerini; Kuluni’nin Kufi’sinde okuyabiliyoruz bunu. O halde: Meseleyi bu iddiada bırakalım mı, yoksa kanıt aramaya devam mı edelim?
Der französische Philosoph [Blaise] Pascal hatta schon im 17. Jh. [den] Skeptikern eine Wette angeboten. Er hatte gesagt: Vielleicht habt ihr recht, dass es rational nicht zu entscheiden ist, ob es einen Got gibt oder nicht und ob dieser uns strafen wird, wenn wir ihn nicht anerkennen. Aber lasst uns doch einfach wetten, ob es so ist oder nicht. Wenn ihr recht habt, dann gibt es keine Auferstehung und wir werden alle zu Staub; also hat keiner von uns etwas verloren. Wenn ich aber recht habe, dann seit ihr die Verlierer; denn ihr werdet von Gott gestraft. Pascal wusste nicht, dass Gafar as-Sadiq – oder sein Enkel Ali ar-Rida – dasselbe schon zu der Dahriyya gesagt hatten; wir können es im Kafi des Kulini nachlesen. Sollen wir es bei dieser Wette belassen oder sollen wir weiter nach beweisen suchn?
Josef van Ess
Van Ess erken dönem Müslümanlarının Allah’ın varlığının kanıtlanmasıyla ilgili herhangi bir sorun yaşamadıklarını söylüyor. Onların tanıdıkları insanların çoğu Allah’a inanıyorlardı nitekim. Bu Allah her zaman kendi inandıkları Allah olmasa da hatta; fakat ortada bir Allah inancı vardı yine de. Dolayısıyla bu noktada tartışmalar daha çok nasıl bir Allah sorusu etrafında yoğunlaşıyordu. Daha sonra ama, Abbasilerle birlikte devlet Irak’a taşınınca, tuhaf tuhaf adamlarla karşılaşmaya başladı Müslümanlar. Dehriyyun diyorlardı bu adamlara ve bu adamlar Allah’a inanmıyorlardı. Van Ess’e göre Allah’ın varlığının fıtri olarak her insana verili olduğu düşüncesi bazen ufak bazen de büyük farklılıklarla birlikte birçok kültürde var olan bir olgudur. Buna birincil Allah idraki deniliyor. Bu birincil Allah idrakine daha sonra, ki bu noktada ayrılıyor söz konusu kültürler, Vahiy yoluyla bildirilen bilgiler üzerinden ulaşılan ikincil Allah idraki ekleniyor. Dolayısıyla ahiret inancı. İnsan yaratılmış olduğunu anladığı anda yaratıcısını, bu demek Allah’ı da idrak ediyor. Burada önemli bir nokta var ama, aslında meselenin belki de en önemli noktası burası. Bu iki idrak, yani insanın kendisini mahluk olarak idrak etmesi ve Allah’ı idrak etmesi, kendi içinde sebep sonuç ilişkisi çerçevesinde, dolayısıyla iki adımda hayat bulmuyor. Bu demek insan önce mahluk olduğunu idrak edip ardından Kartezyen bir ergo sokarak devreye o halde bir de yaratıcı, Allah vardır demiyor. Aslında Descartes’ta ego cogito’yla ilgili olarak öyle söylemiyor, da konumuz bu değil şimdi. İki çıkarımlı tek bir idraktir burada söz konusu olan. Van Ess bu düşüncenin Mu’tezili düşüncede dört isim üzerinden seyrini takip ediyor: Abu l-Hudail, Hişam al-Fuwati, al-Gahiz ve al-Gubbai. Ben ama burada sadece ilk ve üçüncü isim üzerinde durmak istiyorum kısaca.
Abu l-Hudail Allah idrakinin fıtri olduğu kuramını kabul eden ilk Mu’tezili düşünürdür van Ess’e göre. O aynısını sadece benimsemekle kalmıyor ama, onu dönüştürüyor da. Aslında son derece önemli bir adım atıyor bunu yaparak. Söz konusu idraki analiz ediyor o, dolayısıyla tek bir idraki aynısında mahfuz farklı alt idraklere ayrıştırarak bu şekilde fıtri (a priori) olan birincil Allah idrakinden Allah’ın varlığına yönelik bir kanıt (a posteriori) üretiyor. Aslında, bana kalırsa, böyle yaparak Friedrich Nietzsche’den çok önce, farklı bir perspektiften, ‘Gott ist tot’ diyor. Ve Allah’tan şüphe etmenin önünü açıyor bu şekilde, bu mümkün oluyor artık. Qur’an bu konuda çok açık oysa: اَفِي اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ ??? İnsanla Allah’ın arasını ayırıyor nitekim son tahlilde, bu demek insan kendisini bulunca zorunlu olarak Allah’ı da bulmuş olmuyor artık, Allah’ı bulmak ayrı bir çaba gerektiriyor bundan sonra. Yaşayan ve her nefeste ve her nefesle birlikte varlığı idrak edilen bir Allah, ancak akıl üzerinden ulaşılabilecek bir uzaklığa itiliyor, bu demek insan ile Allah arasında açılan arayı insan düşünerek/akıl yürüterek kapatmak zorunda kalıyor. İnsan kendi varlığını idrak ettiği noktada Allah’ı da idrak etmiş olmuyor dolayısıyla, önce kendi varlığını idrak ediyor, ardından bunun bir sebebi olmalı diyor ve sonrasında aynı düşünceyi ilerleterek ve düşünmeye devam ederek Allah’ı buluyor. Akla çok yatkın geliyor buradan bakınca bütün bu söylenenler değil mi, hatta başka nasıl olabilir ki diyesi geliyor insanın. Bin bilmem kaç sene önce ama öyle değildi işte. Jürgen Habermas’ın dediği gibi aslında mesele: Lernprozesse sind irreversibel (Öğrenme süreçleri geri döndürülemez süreçlerdir), dolayısıyla bir kere öğrendiklerinizi yok sayamazsınız ondan sonra bir daha ve onlar zamanla hep öyleymiş gibi gelmeye başlarlar size, haddizatında başkası mümkün değilmiş gibi. Tabii ki benim bu noktada yaptığım çıkarımların çok fazlasını bizzat Abu l-Hudail yapmadı ve muhtemelen işin buralara gelebileceğini bilseydi, van Ess öyle diyor, zinhar söylemezdi söylediklerinin bir çoğunu, da bu işler böyle işte. Söylediklerinizi gidebilecekleri en olmaz yerlere bizzat taşımak zorunda değilsiniz, siz değilsiniz, fakat onlar oraya gidebiliyorsa şayet biri çıkar tutar ellerinden ve onları eninde sonunda götürür oraya. Müteakip süreç büyük ölçüde Hişam al-Fuwati tarafından gerçekleştirildi, dolayısıyla al-Fuwati oldu al-Hudail’ın düşüncelerini gidebilecekleri yere kadar götüren kişi. Fakat benim üzerinde durmak istediğim kişi daha çok al-Gahiz. Nitekim, yine, Nietzsche’den çok önce ve son derece sempatik ve benzer bir akıl eleştirisine muhatap oluyoruz al-Gaizle birlikte ve bu şekilde aynı zamanda konumuz olan bir mutlak muktedir özne eleştirisine.
Fıtri olan Allah idraki sarsılmaz bir zemine sahipti haliyle, de akıl ile ulaşılacak Allah idrakinin söz konusu sağlamlığa ulaşması mümkün müydü? Al-Gahiz edebiyatçıydı, bir teolog olarak bilinmez. Söylediklerini de ilk olarak o söylemedi, fakat bir dil ustası olarak farklı söyledi. An-Nazzam adında bir hocası vardı al-Gahiz’in. Bu şahıs son derece doğa bilimleriyle ilgilenen bir şahıstı ve bütün bu doğa bilimsel araştırmaları sonucu insanın özgürlüğünün sınırları olduğunu görmüştü yakından. Doğanın kanunları vardı nitekim ve insan bu kanunları kullanabilirdi de, fakat bu demek o aynı zamanda aynılarına bağlıydı da. Yerde duran bir taşı kaldırmak istemek yeterli değildi sonuç olarak, onu kaldırabilir olmak da önemliydi, dolayısıyla kaldırımayacağınız kadar ağır olan bir taşı kaldırmak istemenizin hiçbir önemi yoktu. İnsanın bir doğası vardı yani ve al-Gahiz söz konusu doğayı zamanının tıp ilmi verileri doğrultusunda yorumluyordu. Bedensel sıvılar kuramı. Sıvıların dengede oluşu insanın normal davranmasını getiriyordu beraberinde, de bu her zaman böyle değildi. Rasyonel karar alabilme süreci normal olanla ilişkilidir oysa, da normal olan normal olan değildir her zaman. Bunun yanında göz önünde bulundurulması gereken dış faktörlerde mevcuttur rasyonel karar alabilme aşamasında. Alternatif seçeneklerden birini diğerine tercih etmenizi mümkün kılan sebepler vardır her zaman. Ve bu sebepler sizin davranışlarınızı motive ederler. Fakat lehte ve aleyhte sebeplerin dengede bulunması nadiren söz konusudur, öylesi mümkünse o da. Bu durumda aklın konumu da farklı bir perspektif kazanır. Tabii ki al-Gahiz aklı inkar etmiyordu, fakat ona olan güveni okuldaşları kadar değildi. Aklı yanı sıra bir de nefsi vardı insanın ayrıca, insanın dürtülerini sevk ve idare eden bir nefs. Freudvari söylemek gerekirse nefs ‘ben’’di (Ich), akıl ise ‘üst-ben’ (Über-Ich). Akıl bekçidir bir nevi ve doğayı bekler; nefs de ona izafe edilir. Şayet bekçi doğadan güçlüyse, nefs bekçiye meyleder, yok doğa baskın çıkarsa akıl karşısında, o onu zayıflatır, dolayısıyla aldığı kararlar üzerinde etkili olur. Bunun sonucu olarak o artık hesap günüyle ilgili bütün anlayışını kaybeder ve tutkuları onu bu geçici dünyaya gömer ve ona aynısını en güzel renklerle resmeder. Öte-taraf-sal olanı kaybeder o sonunda ve bu-taraf-sal olanla avunur durur. Ama şayet aklın kuvvetleri doğaya karşı ağır basarsa, olması gereken olur. Van Ess’e göre al-Gahiz’in bu argümanının hangi diskura ait olduğu son derece açıktı: tasavvuf. Ve al-Gahiz aynı şemayı birebir insan düşünmesine aktarır.
Düşünmek rasyonel ve irrasyonel güçler tarafından sevk ve idare edilir dolayısıyla, beden sıvılarından söz etmiştik biraz önce, aynılarının orantısal bulunuşları tarafından belirlenir aynıları haddizatında. Ve bu noktada son derece (post)modern bir eleştiri geliştirir al-Gahiz: Şayet der idrak nedensel bir akıl yürütmenin sonucu ya da çıkarımı olsaydı, aynılarında, dolayısıyla söz konusu sonuç ve çıkarımlarda, tekrar tekrar tecrübe edilen farklılıkları açıklamak mümkün olmazdı. O halde diye devam eder al-Gahiz müteakiben ve aklı en başında olanlar dahi farklı sonuçlara varıyorsa der, ve bu noktada argümanını sona yaklaştırır, bu bize idrakin akılla alakası olmadığını gösterir. İnsan bir çok şeyi bir çok şekilde düşünebilir, düşünmek isteyebilir de ve düşünmeye başlar da, fakat elde edeceği sonuç son tahlilde tamamen tesadüfidir. Bir düşünce süreci sıkı bir nedensel süreci takip etmez her zaman, ederse o da herhangi bir zaman, dolayısıyla biraz önce sözü edilen iç ve dış faktörler söz konusu süreci her zaman etkileri altına alabilir, alırlar da ve bu şekilde onun nesnel bir hakikate ulaşmasını engellerler. Dolayısıyla, ki burası finish artık, idrak al-Gahiz’e göre bir lütuftur. Kuyuya inen bir adam düşünün der al-Gahiz, bu adamın haberi olmadan ve hiç beklemeden kuyuda bir hazine bulması gibi bir şeydir idrak. Bir şimşek çakması gibi adeta. Al-Gahiz için düşünmek son tahlilde Aristotelyen tasımsal çıkarım kapsamında düşünmeyi doğru öncüllerden yola çıkılması durumunda zorunlu olarak doğru sonuçlara varması gereken kapalı bir süreç olarak düşünen okuldaşlarının aksine önü açık bir süreçtir bu şekilde aslında.
5
We philosophers are [not] good at telling stories. When we do tell stories, they tend to be bad ones…
Biz filozoflar hikaye anlatmayı beceremiyoruz. Ve ne zaman bir hikaye anlatsak çok berbat şeyler çıkıyor ortaya…
Richard Rorty
Yarın sabah ‘Batı’ başlığı altında sıraladığımız ulusların tümü birden ve aniden yeryüzünden yok olacak olsa ve geride kalanlar bu Batıya duydukları nefret gereği ondan arta kalan her şeyi, en ufak bir iz dahi geride bırakmadan ama, yok etmek isteseler, öyle ki sanki o Batı dediğimiz şey dünyada hiç olmamış gibi adeta; ama bu sinirli kitlenin yanında bir de meseleye bu kadar duygusal yaklaşmayan başka birileri çıksa ve nispeten daha sakin bu adamlar bu sinirli kitlenin elinden Batı hakkında kurtarabildikleri her şeyi (… books, magazines, small artifacts, reproductions of works of art, movie films, videotapes, and so on…) kurtarıp bir mahzene kapatsa ve sonra, çok sonra (…around the year 2500…) açılsa bu mahzenin kapıları (…the sealed-off cellars are uncovered…) ve zamanın adamları bu artıklardan yola çıkarak Batı hakkında hikayeler anlatmaya başlasa … ? Bu durumda Batı hakkında bir çok hikaye anlatmak mümkün olur haliyle. Fakat bu hikayeciler arasında filozoflar varsa şayet ti esti sorusu girer devreye hemen ve müteakiben filozoflar arasında hararetli bir tartışma başlar, dolayısıyla Batı’yı ‘Batı yapan şey neydi?’ sorusu oturur gündeme (If, however, there are philosophers among the people who write such stories, we can imagine controversies arising about what was “paradigmatically” Western, about the essence of the West). Anlatılan bütün hikayeleri bir araya getirerek ve o şeyi bularak Batıyı Batı yapan o şeyin etrafında tek ve büyük bir hikaye (métarécit/grand récit) çıkartmak ister filozoflar ortaya. Aslında kuramsallaştırma çabalarıdır bunlar, filozofun işi budur ya, biz öyle düşünürüz en azından. Her şeyin o şeyi o şey yapan bir özü vardır deriz. (We think of philosophers as prone to make such attempts because we tend to identify an area of a culture as “philosophy” when we note an attempt to substitute theory for narrative, a tendency toward essentialism). Tarihin ilerleyişini mesela ve kültürlerin özünü sevk ve idare eden yasalardan söz etmek (…laws of history or essences of cultures…), dolayısıyla hikayeleri kuramlarla değiştirmek (…to substitute theory for narrative…) son derece verimsiz (…notoriously unfruitful…) bir uğraştır oysa. Yine de, dolayısıyla bu verimsizliğin gitgide ve gitgide daha da çok farkedilmiş olmasına rağmen birileri hala daha Batıyı kendisinden bir adım geri çekilip uzaktan değelerlendirilebilir (…to encapsulate the West…) bir yapı olarak düşünmekte ısrar ediyorlar (… a structure which we can step back from, inspect at a distance). Batı böyle bir şey değildir ama kesinlikle Richard Rorty’ye göre, öyleyse Batı’ya böyle bir şey olarak bakmak son derece yanlıştır; aslında herhangi bir şeye. Batı bir maceradır (…adventure…) daha çok, süregiden ve heyecan verici (…an ongoing, suspenseful…) ve hepimizin bir şekilde içinde olup onunla birlikte akıp gittiğimiz (…in which we are participating…) bir macera. Kapanmış bitmiş değil, önü açık.
Bir Müslüman olarak ve İslam dini bağlamında son derece cazip gelmişti bana bu yaklaşım bir zamanlar. Acaba İslam’ı da böyle düşünebilir miyim sorusu uzun süre zihnimi meşgul etmişti; haliyle Maide Suresindeki (اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ) Ayeti unutmadan. Nedir tamamlanan? Allah ‘Din’inizi tamamladım, kapattım’ diyor, dolayısıyla bu konuda fazla bir şey söylemek mümkün gözükmüyor; ilk etapta en azından. Bundan 35 yıl önce John Wansbrough’u (Quranic studies) ilk okuduğumda gelmişti bütün bunlar aklıma. O zamanlar son derece radikal düşüncelerdi bunlar, artık değil ama. Ben de artık, aslında çok çok zamandır, öyle düşünmüyorum zaten, öyle düşünmek istemiyorum haddizatında. Düşündüklerimiz ve düşünerek vardığımız sonuçlar, dolayısıyla düşünüş şeklimiz ve düşünce içeriklerimiz, ki biraz önce al-Gahiz’den öğrendik bütün bunları kısmen, sahip olduğumuzu düşündüğümüz sözde nesnel yapılar ve veriler gereği takip etmemiz gereken yöntem ve varmamız gereken zorunlu sonuçlar değiller. Bunu herkes kolayca tecrübe edebilir. En olmayacak yerlerde bile ve en olmayacak şekilde dahi neyi nasıl düşünmek istiyorsak çok rahatça öyle düşünebiliyoruz ve bu düşündüklerimizi başkalarına anlatınca onların bunları anlayamıyor olmaları yüzünden son derece hayretler içinde kalıyoruz. Hatta bazen ‘aptal bunlar ya’ diyoruz değil mi? O kadar açık ve herkesin kolayca kabul edebileceği şeyler anlatıyoruz ki oysa, aynılarını anlayıp kabul etmemek için aptal, ama en azından inatçı bir muhalif olmak gerekir. De öyle değil işte. Bize göre öyle ama. Çünkü biz öyle olsun istiyoruz. Başka türlü ayakta kalmak mümkün değil. Evrimsel bir katkı bu. Herkesin bir sebebi var, evet. De sebep nedir ki? Nesnelleştirilmiş öznellik. Düşünmek denilen budur zaten. Nasıl ederim yaparım da sadece bana doğru gelen bir şeyin, dolayısıyla öznel bir sebebin, benim sebebimin, doğru olmasını istediğim bir şeyin aslında, diğerlerine de doğru gelmesini sağlayabilirim? Bu demek söz konusu öznel sebebi (subjektiv) nasıl nesnelleştirebilirim (objektiv)? Mesele, maalesef, ya da iyi ki de, bundan ibaret. Allah’ın Qur’an diye, aslında Mushaf tabii ki, dolayısıyla bugün İslamın kutsal kitabı olarak elimizde tuttuğumuz metin diye bir planı olmadı hiçbir zaman diye düşünmüştüm, ki bunu bizzat Mushaf’ın kendisinden yola çıkarak ortaya koymak bile son derece mümkün gemişti bana o zamanlar. Mushafta dikkatli bir okuma Mushaf’ın kendisinden haberi olmadığını gösteriyordu sanki. Allah Hz. Muhammed aracılığıyla Qur’an’ı vahyetmişti ve Qur’an vahyedilir vahyedilmez hayata karışmıştı, adeta bir tohum gibi toprağa ekilmiş ve artık hayatla birlikte önü açık bir süreç olarak, heyecan verici bir macera işte, gelişerek büyüyecek ve hayatın ayrılmaz bir parçası olarak hayata içerden şekil verecekti. Allah insanı yola koymuştu ve bundan sonra hayat onu nereye götürecekse artık onun peşine takılıp düşecekti yollara insan. Öyle düşünmüştüm. Artık öyle düşünmüyorum ama. Öyle düşünmek istemiyorum aslında. Çünkü o şekil düşünmenin inanmak istediğim İslamla bağdaşmadığına kanaat getirdim, dolayısıyla öyle düşünerek kalmak istediğim anlamda Müslüman kalmak mümkün gözükmüyor. Ama ben ölümüne Müslüman olmak ve kalmak istiyorum, Hz. Muhammed’i çok seviyorum çünkü, o halde öyle bir düşünce benim için söz konusu dahi olamaz, olmadı da. Elhamdulillah. İmanımı koruyan, ayaklarımı sabit kılan, dolayısıyla beni ticaretlerinin bozulmasından korkan mel’un maymun ve domuzların nifak çukurlarına düşmeden Müslüman kılan ve Müslüman kalmamı sağlayan Rabbime hamd olsun.
Heidegger’nın Ge-stell kavramı üzerinden geliştirdiği Batı tasvirini (…Heidegger’s account of the West…) büyük ölçüde bir özcülük olarak kabul ediyor Rorty, dolayısıyla da kararlılıkla ve inatla aynısının karşısında duruyor, durmak istiyor (…I want to porotest…). Batı’nın dünyaya vereceği son mesaj Heidegger olmamalı ona göre, nitekim Batı, Heidegger’nın ifade ettiği şekilde söylersek (…exhausted its possibilities…), imkanlarını tüketmedi henüz. Dugin’in Ge-stell kavramı bağlamında geliştirdiği ani-liberal argüman tam olarak bu noktaya vurgu yapıyor oysa. Heidegger’nın en üst seviye ‘bütünleyici görebilen/bütünleyici bakabilen’ (synoptic imaginations) biri olması, belki de o tür adamların en önde geleni, onun söylediklerini, tam da bu kalitesinden dolayı, olduğundan daha anlaşılır ve kabul edilebilir (plausible) kılıyor sıklıkla, evet, fakat unutmamak gerekir ki, diye ekliyor Rorty ardından, onun bakışı felsefe ve şiirle (Denker und Dichter) sınırlı bir bakıştı son tahlilde (restricted to philosophy and lyric poetry). O halde soruyu şu şekilde sorup toparlayabiliriz meseleyi: Batı bitmiş, kapanmış, imkanlarını tüketmiş bir yapı mıdır, yoksa devam eden heyecan verici bir macera mı? Heidegger için birincisi, dolayısıyla ona göre zaten bizi artık ancak bir Tanrı kurtarabilir (Nur noch ein Gott kann uns retten/ Only a God can save us). Rorty için ise ikincisi. Bu durumda Heidegger’nın karşısına Batı adına başka birini çıkarması gerekiyor Rorty’nin: Charles Dickens. Dolayısıyla diyor Rorty, şayet Batı bir şekilde yarın sabah son bulacaksa ve birileri Batıyı tarihten ve insanlığın zihninden silmek istiyorlarsa, ama başka birileri de ne pahasına olursa olsun bu Batıyla ilgili az da olsa bir şeyleri muhafaza etmenin peşindelerse ve her nedense artık hem Heidegger’nın hem de Dickens’in kitaplarını saklayacak kadar yerleri yoksa, bu demek bu adamlardan sadece birini seçmek zorundalarsa, Heidegger’nın değil de Batı adına Dickens’in kitaplarını saklamalarını tercih ederim (…I should much prefer that they preserve Dickens). Dickens onlara öğretecektir nitekim Batı için önemli olan girift değerler yumağının (…a complex of attitudes that was important to the West…) aslında ne ve nasıl bir şey olduğunu, hem de ne Heidegger’nın ne de başka bir filozofun öğretemeyeceği (…that neither Heidegger nor any other philosopher could…) kadar. Dickens’le birlikte Batı için aslında felsefi traktat’ın (…philosophical treatise…) değil de roman’ın belirleyici olduğunu anlayacaklardır. Batı’nın en üstün başarısının roman olduğunun (…genre in which the West excelled…) farkına varacaklardır. Demokratik mücadelenin (eşitlik ve özgürlük) felsefeyle değil romanla yol almak zorunda olduğunu kavrayacaklardır (Milan Kundera). Dolayısıyla o adamlar er ya da geç, daha çok ama geç, göreceklerdir bu şekilde Batının asli mirasının teknoloji değil de özgürlük ve eşitliğe yönelik umut olduğunu (…to see not technology [Ge-stell], but rather the hope of freedom and equality as the West’s most important legacy…).
Merhum babannem derdi, ‘işitta inanma’. Sanırım bu noktada işler karışıyor biraz, en azından Rorty açısından, dolayısıyla eşitliği ve özgürlüğü Liberalizm’in en başat değerleri olarak kabul eder ve ardından liberal etrafımıza Almanların dediği gibi ‘einen flüchtigen Blick’ atarsak, yani geçerken şöyle bir bakarsak … da, neyse, atmayalım, bakmayalım da, kalsın. Tabii ki Batı (Rasyonalizm/Liberalizm) derken İslamcılığı da bu meşum yapının bir parçası olarak kabul ediyorum; ya ne? Forbes listesinde üyeleri olan, üstüne üstlük bununla gurur duyan bir yapının başka ne olabileceğini sanıyorsunuz? Aaa, dur hele … Yoksa siz de mi ‘benim din’im ne mükemmel bir din, bak milyarder silah tüccarıyla asgari ücretli işçiyi aynı safta namaz kıldırıyor, ihrama sokup Kabe etrafında tavaf ettiriyor, sonra da yürütüyor Safa ile Merve arasında, hem de aralarında hiçbir fark gözetmeden’ diyen, özür dileyerek, danga-dungalaklardansınız? Mutluluklar size dininizle o halde, de o din Allah’ın dini değil işte. Birileri hikaye anlatmış size -nitekim sadece filozoflar kötü hikaye anlatmaz-, çok kötü bir hikaye hem de. Mescitte, o anlamda, din olmaz, dolayısıyla eşitlik de. Ben söylemiş, siz de duymuş olun. Sonra bilmiyordum, yok efendim çok ses vardı duymadım, önümde duruyorlardı görmedim, yabancı bir dildeydi anlamadım, dolayısıyla biletler kısa sürede tükenmişti giremedim içeriye deyip de bir yerlerini yırtmak fayda vermeyecek haberiniz olsun.
Da-sein ve Gestell kavramlarına biraz daha fazla yer ve zaman ayırmak istiyorum, dolayısıyla aynıları bir dahaki sefere İnşallah …
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN
Mustafa Bey, teşekkür ederiz. Düşünce yolculuğumuza özgürce devam ediyoruz.
İzninizle, çok kısa bir fragman misali yazınızdan özet olarak belirtmek isterim.
İnsan, dünyadan izole bir özne (res cogitans) değil; onunla bütünleşik bir varlıktır. Heidegger’in “dünya-içinde-varlık” (In-der-Welt-sein) kavramı, bu ilişkiyi temellendirir.
Zekâ, soyut hesaplamalardan (Kartezyen rasyonalizm) ibaret değildir; bedenleşmiş (embodied) ve dünyayla dinamik etkileşim gerektiren bir süreçtir. Klasik yapay zekânın (GOFAI) başarısızlığı, “algıla-modelle-planla-harekete geç” (SMPA) yaklaşımının bu gerçeği göz ardı etmesinden kaynaklanır. Rodney Brooks’un “bölümlü mimari”si (subsumption architecture), merkezi temsili reddederek bedenleşmiş etkileşimin önemini kanıtlar.
Batı, Heidegger’in Ge-stell ile tanımladığı “bitmiş bir öz” değil; Rorty’nin vurguladığı gibi sürekli yeniden tanımlanan açık bir projedir. Asıl mirası teknoloji değil, özgürlük ve eşitlik umududur. Bu umut, teorilerden çok romanlarla aktarılabilir.
Batı, Heidegger’in Ge-stell ile tanımladığı “bitmiş bir öz” değil; Rorty’nin vurguladığı gibi sürekli yeniden tanımlanan açık bir projedir. Asıl mirası teknoloji değil, özgürlük ve eşitlik umududur. Bu umut, teorilerden çok romanlarla aktarılabilir.
Dugin’in işaret ettiği üzere, felsefi otorite akademik titizlikten çok “tehlikeli düşünce” üretmekle ilgilidir. Popper’ın Heidegger’e yönelik “pedant” eleştirisi, bu gerilimi yansıtır: Gerçek felsefe, alışılagelmişin sınırlarını zorlar.
Rasyonalizm, Tanrı ile insan arasına mesafe koyarak dini sekülerleştirir. Erken dönem Müslümanlarda fıtrî olan Allah idraki (a priori), Abbasiler döneminde Ebûl-Huzeyl ile akılsal kanıta (a posteriori) dönüşmüş, böylece şüphe alanı açılmıştır. El-Câhız’ın “idrak bir lütuftur” itirazı, bu mekanikleştirmeye isyandır.
İslam, Mekke’nin ticari eşitsizliklerine (6. yy) ve kabile çözülmesine karşı toplumsal adaletsizliğe tepki olarak doğdu. “Öte-taraf-sal” (ahiret) adalet vurgusu, bu dünyevî krize cevaptı. Ancak günümüz İslamcılığı, Forbes listesindeki milyarderlerle yoksulların aynı safta namaz kılmasını “eşitlik” sanarak, ritüellerin sosyoekonomik eşitsizlikleri gizleme aracına dönüştüğünü unutur.
Liberalizm ile İslamcılık, “mutlak muktedir özne” mitini paylaşır. Her ikisi de piyasa mantığıyla üretilen eşitsizliği meşrulaştırır. Oysa gerçek eşitlik, ritüellerde değil; sosyoekonomik dönüşümde aranmalıdır.
Kartezyen özne ve rasyonalizm, insanı dünyadan kopararak felsefede, teknolojide (AI) ve dini düşüncede (kelam) başarısız olmuştur. Bu model, Tanrı-insan ilişkisini mekanikleştirirken toplumsal eşitsizlikleri çözememiştir.
İnsan, ne Descartes’ın “hesap eden homunculus”u ne de kelamcıların “akılsal kanıt” peşindeki müminidir. Dünyaya fırlatılmış (Geworfenheit), bedenleşmiş (embodied) ve özgürleştirici bir maceranın parçası olan Da-sein’dır. İslam da ancak bu perspektifle özcü anlatıların prangasından kurtulup Rorty’nin deyimiyle “süregiden bir umut” haline gelebilir.
Mekke (6. yy): Ticari merkez → Sosyal eşitsizlik → İslam’ın “ahiret” adaleti vaadi.
Abbasiler (8-9. yy): Fıtrî idrak → Akılsal kanıt → Tanrı-insan mesafesi.
Descartes (17. yy): Özne-nesne dualizmi → “Hesap eden düşünce”.
Heidegger (20. yy): In-der-Welt-sein → Klasik AI’nın çöküşü.
Rorty (20. yy): Batı’yı “açık uçlu macera” olarak okumak → İslam’a uyarlanabilirlik.
Felsefe, edebiyat (roman) ve somut varoluş (Da-sein) üzerinden anlaşılmalı; idrak, bedenleşmiş deneyim ve lütufla kavranmalıdır. İslam, tarihsel bağlamında dinamik bir toplumsal hareket iken, bugün ritüellerle sabitlenmiş bir özcülüğe dönüşmemelidir. Teknolojik ve dini rasyonalizmin ortak zaafı insanı araçsallaştırmak ancak bu bütünleşik perspektifle aşılabilir.
Yazınızın devamını heyecanla bekliyoruz.