Günümüz dünyasında yaşayan Müslümanlar, kuruluşunda ve işleyişinde söz sahibi olmadıkları bir sistemin içinde yaşamanın gayreti içindedirler. Bu çaba onların davranışlarına da yansımaktadır. Modern dünyada Müslümanca yaşamanın gayretinde olan insanlar sürekli bir gerilimin tarafı olarak yaşantılarını sürdürmek zorunda kalmaktadır. Kuşkusuz bu gerilim modern dünya karşısında nasıl bir tavır geliştirilmesi gerektiği konusunda aydınları arayışa sürüklemektedir.

Hz. Peygamber hayatını sürdürdüğü Mekke’de mücadele etmenin stratejik olarak mümkün olamayacağından hareketle bir imkan olarak Medine’ye göç etmişti. Bugün sistem karşısında böyle bir hareket tarzını uygun ve uygulanabilir görmüyorsak eğer, içinde yaşadığımız toplumu Mekke şartlarına benzetmiyoruz demektir. O zaman geriye Medine vesikası gibi bir toplumsal sözleşme yapmak kalıyor hareket tarzı olarak. 

Eğer içinde yaşadığımız toplumu terk etmeyecek kadar İslami buluyorsak mücadele ne ile ve nasıl temellendirilecek? sorusu hayati önem taşımaktadır. Dahası verili şartları gayri İslami kabul eden bir zihin için hareket tarzı farklı, İslami olarak kabul eden için ise daha farklı olarak kabul edecektir. İçinde yaşadığı dönemi Mekke dönemine benzeten bir kişi için gizli ve açık örgütlenme ve gizli ve açık tebliğ dönemleri yaşanacaktır. Medine dönemini ölçüt olarak alan kişi için ise içinde yaşadığı farklı din ve kültürel gruplarla bir arada yaşayacak bir sözleşme yapmak öncelikli olacaktır. Kuşkusuz iki farklı paradigmaya sahip insanlar farklı hareket modelleri izledikleri için birbirleriyle ortak bir noktada buluşamayacaklardır.

Bir diğer soruda şöyle sorulabilir, modern bir toplumda bu iki süreç iç içe geçmiş olarak yaşanamaz mı? Dahası bugün yaşanan süreç ile geçmişte yaşanan süreçler birebir örtüşebilir mi? Bugün yaşanan süreçle geçmişteki hangi dönemin benzerlik gösterdiği kuşkusuz mücadelenin parametrelerini belirleme açısından önemli bir temellendirme olacaktır. Geçmişe atıf yaparken tarihsel süreçteki değişkenliği de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Zira tarihte yaşanan bir olgunun aynı şartlar içinde yeniden gerçekleşmesi mümkün değildir. Ancak tarihte bir sürekliliğin olduğunu da kabul etmek gerekir. Burada önemli olan İslam’ın geçmiş tecrübesinden yaralanarak, oradan günümüz için geçerli ahlaki ilkeler çıkarabilmektir. Kuşkusuz bu derin bir içtihat çabasını gerekli kılmaktadır.

Bir sistemin içinde kalarak mücadele etmek mi daha gerçekçi mücadele biçimidir, yoksa dışına çıkarak mı? Fiziksel olarak sistemin içinde kalıp ideolojik olarak eleştirel bir noktada durmak nereye kadar mümkündür? Bu soru analiz edilirken Hicret eylemi göz önünde bulundurulabilir. Günümüz Müslümanları hicret etmeyi bir hareket tarzı olarak benimsiyorlarsa nereye ve nasıl hicret edeceklerdir?

Bazı İslamcı gruplar finans kuruluşlarını Müslümanların ekonominin dışında kalmamak için ürettikleri bir ara arayış olarak değil de, kapitalist sisteme katılımı meşrulaştırmak olarak değerlendiriyorlar. Bu eleştirileri yapanların önemli bir kısmı devlet dairelerinde çalışarak ya da kapitalist düzenin kurallarına uyarak ticari hayata katılmaları acaba eleştirdikleri düzeni besleyen aktörler konumuna düşmelerini sağlamıyor mu? Mevcut ekonomik sistemin işleyişine toptan reddettiklerinde hayatlarını nasıl ve hangi yöntemlerle sürdüreceklerdir? Bu durumda mevcut sistem içinde olabildiğince İslami kurallara riayet ederek mi yaşamak daha önceliklidir, yoksa sistemi toptan değiştirecek bir mücadeleye girişmek mi?

Bazı İslamcı gruplar finans kuruluşlarını Müslümanların ekonominin dışında kalmamak için ürettikleri bir ara arayış olarak değil de, kapitalist sisteme katılımı meşrulaştırmak olarak değerlendiriyorlar.

Demokratik bir toplumda mücadele nasıl olmalıdır? Müslümanlar demokrasinin araçlarını ve imkanlarını kullanarak ve çalışmalarını topluma yönelterek mi mücadeleyi sürdürmeli, yoksa siyasal iktidarı ele alarak yukarıdan aşağıya İslamlaşma projesi mi sürdürmeli? Dahası bu süreçler iç içe geçen süreçler olarak kabul edilerek, her iki alanda paralel mücadeleler mi yapmak gerekir?

İslamcıların bir bölümü çeşitli düzlemlerde modern kent yapılanmalarına karşı eleştirilerini sürdürüyorlar. Kentin merkezinde yaşayarak ve ilişkilerini kent mekanlarında geçirerek itiraz etmek mi daha tutarlıdır; yoksa bu ilişkileri üreten kenti terk ederek mücadele etmek mi?

İslam –Kent ilişkileri konusunda cevap vermemiz gereken sorulardan biri de şudur: “Modern zihin dünyası temel alınarak inşa edilen kentler Müslümanlar için yaşanmaz mekanlar mıdır? İslam’ın modern kent yapılanmasına cevabı nedir? Sorusu hayati önem taşımaktadır.

Aslına bakılırsa daha kapsamlı bir sorun Müslümanların modern dünyadaki geleceğini belirleyecektir. Bu soru, İslam’ın modern dünyaya cevabı nedir? Sorusudur. Müslümanlar modern dünyaya uyum mu sağlamalı, onunla çatışmalı mı, yoksa onun sorunlarını aşmaya mı çalışmalı. Öyle görülüyor ki, bu üç tavrında sorunlu yönleri vardır.

Türkiyeli Müslümanların genel tavrı -Hizbullah ve toplumda karşılık bulmayan bazı radikal çıkış deneyimleri dışarıda bırakılacak olursa- modern dünyaya uyum sağlayarak ve onun imkanlarından yararlanarak yaşamlarına devam etmek şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu tutum, Mehmet Akif Ersoy’un formüle ettiği “İslam ahlakı ve batının ilmini” uzlaştırmak çabası olarak ortaya çıkmaktadır.

Yusuf YAVUZYILMAZ