Lacivert-siyah bir gece… çözülemeyen bir bilmecenin başındayım. Gök çadır üstümde, yeryüzü çoktan dalmıştı uykuya.
Gözlerim perişan; gözlerim karanlık ve yorgun, gözlerim simsiyah… İnsanların “başkalaştığı” kimliklerle yaptığı kocaman dairelerini, diğer kimliklerle iç içe geçirdiği “dünya”larının çirkinliğini görmekten inadına yorgun, inadına bitkin gözlerim. Beynimin bedenime ağır geldiğini hissettiğim an; Sahi burası neresi? Dedim.
Bunlar öyle çemberler ki, bir yandan kendi kimliklerini bulma, ortaya koyma savaşı verirken, öte yandan kendilerinden uzaklaşarak gerçek benliklerine yabancılaşan, gerçek bir kaosta yaşayanların kurguladığı bir dünya. İçimde bir acı, içimde “Varolmak” gibi bir yaman kavga ; kapıda bu amansız soğukta bekletiyorum. Hayatımın en pembe renginde beynimi zonklatan bu karanlığın dudak ısırıklarıma aldırmadan, kavram kargaşalarının pençesindeki değerlerimin denîleştiğini gördüm bir dünya. Aydınının, kendi dışındaki okur-yazarı “denek” görmekle beraber kafî miktarda güruh tarafından okunmaması, sadece okuyarak öğrenmeye meraklı olanı da hayata ve yaşadığına yabancılaştırması nedeniyle insanlar arasında durmadan fitne fidesi dikenlerin oluşturduğu bir dünya. Velhasıl, yalansız dönemeyen bir dünya. “Aşkın” olanı arama ve O’nunla kucaklaşma enerjimi insafsızca tüketen, çalan bir dünya. Hesabı verilememiş, basirete aykırı, mantıksız önyargı halkalarının oluşturduğu bir küre belki de. Bu koskoca kürede, Hakikati! ortaya çıkarmak adına, ortalıkta bir sürü fikir enkazı var. Adına da “düşünce serüveni!” deyivermişler. Enkazlar aklıma dolaştı. Çerağım, çarem olmaya yetmiyor… Hakk’a doğru çekilen katarın içindeyim. Benliğimin ödediği en ağır bedellerden biriymiş ümitsizlik. Çünkü duygu kaosmuş ve bedel istermiş, öğrendim.
Sonsuz bir gece uçuşunda, ayın çengeline takılı kalmıştım, bir ılık meltem kaptı, götürdü beni, göklerin çocuğu oldum onun gibi… rüzgarla yarıştım, rüzgarlara karıştım sanki. Sonra… bir peri kızı tuttu elimden. Kendimi bulmam için su verdi toprak kokulu sabır tasından. Bilgiyle derinleşen susuzluğum bir türlü dinmek bilmiyordu. “Bilme”nin tadının bu kadar acı bir o kadar da tatlı olduğunu şimdiye kadar fark edememiştim. Yüzüme suyunu sürdüm; “bengisu pınarından” dedi. İçimde, adını bilmediğim ama çok tanıdık bir şeye dokundu. Bu, bu yaşı belirsiz bir güzellikti. Aldığım ilk nefesi hapsettim bir an sineme. Arındım sanki, duruldum biraz… “işte bu Ebrû’nun sana hediyesidir” dedi güzellik, sonra tebessümle ekledi “susuzun suyu bulduğu gibi su da susuzu buldu”. Yorgun yaşantımı tamir etmeye, beni “Şaşkınlık Vadisi”nin dışında bir vadiye götürmeye talip bir gülsuyu nehri…
Bir pencere açıldı ki…Gönül gözümün derecesiz gözlüğünden, sonsuzluğa baktım ilk defa. Her defasında baktıkça kaybettiğim şeyi bu defa baktıkça görebiliyordum. Bakışlarımı ışığa doğru kaldıran ey ince güzellik! Nerelerdeydin? Yalnızlıkla bu kadar iç içe olduğunu, yalnızlığın ne demek olduğunu, sıradan insanların namünasip nazarlarından sakınılmış zamanlarda ortaya çıktığını anlayınca öğrendim.
Evet yalnızlık; en yakının en uzak olduğu, belki de hayatın en anlamlı demleri. Yorulan yüreklerin dinlenmesiydi belki de. Yalnızlık, ötelerin elini uzatan hakikat davetçisiymiş, öğrendim. Anladım ki, şu dünya davetkâr, insan ise talepkârmış, ama bu alemdeki insan, bu sistemi tersine çevirirse işte asıl insan o zaman olunurmuş, öğrendim. İşte bu nadide anları yakaladığım an ebrû, Buhara semalarındaki gümüşî bulutlardan aldığı ilk gözyaşlarını avuçlarıma; uçsuz bucaksız göklerden topladığı zînetleri yüreğime kondurdu; Sustum. “Dinleme”nin hikmetini öğrendim. Ebruya dinlemeyi bilerek başlanırmış; bu yüzden de “Hakikat” aşkı olanlar dinleyebilirlermiş meğer.
Bilge toprak ninenin bereketli ellerinin verdiği levazımla, bu dünyada hiç oynamadığım bir “oyun”u oynadım. Kendi çemberlerimizi kendimiz yaptık. Kurallarımız bizim, zaman bizim, mekan bizimdi. Özgürlüğün mavisini Türkistan semalarından, huzurun yeşilini Buharalı kızların gözlerinden aldık beraberce. Beyaz için, başı dumanlı dağların “selcen” lerine selam vermemiz yetti bile. Kocaman bir çemberin içinde fırçalardan damlayan boyaların oluşturuduğu hareler açıldıkça, mavinin cesareti, yeşilin hikmeti, sarının mütevaziliği, turuncunun özgüveni, kırmızının aşkı, beyazın bilgeliği, turkuazın sabrı ile renklerin ulvî raksı gözlerimi kamaştırdı. Zaman yok oldu birden, mekan da yoktu. Yokluğa karıştık, yok olduk sanki… kitrenin bilgenin elleri ellerimi tuttu. Sonra iç içe geçerek beni bunaltan daireleri yok ettiler. O kadar güçlüydüler ki, suyun üstünde açıldıkça oradaki yedi başlı devin yedi yüzü de toprağa karıştı, yandı bitti kül oldu sanki. Sonra her bir renk, ellerimdeki duygularımı istedi; verdim. Sularında renkleri canlandırmaya, konuşturmaya ve dinlendirmeye alışkın kitre, gözlerime attığı bir nabızlık bakışla, dünyanın gelip geçici bu yanını göstermekten ziyade sonsuzluk evrenine, ne söylemek istiyorsam, renklerle söylemeyi öğretti ellerime. Bu sınırlı teknenin içinde sınırsızlığı; bir çok farklı rengin karışıklığını içine alarak saflığı, duruluğu, berraklığı, anların içinde sonsuzluğu ortaya çıkarmak… Sonra küçülttüm kendimi ve bir dairenin içine kapattım. Hiç olmak hiç de kolay değil, varlığım herkesin yokluğunda gizli. Her şey var olduğunda hiç olayım ki var olayım, varlık olayım, var edeni bileyim.
Ufacık bir tek nokta, ince fırçanın ucuyla bırakılan minicik bir nokta, açıldı, açıldı, açıldı ummanı derya misali… koskoca bir dünya oluverdi. Sanki insana: “-Katresin alemde, lakin tek bir nokta tekmil sırlarını içinde barındırır kainatın. Sen kendini küçük zannedersin halbuki en büyük alem sende toplanmıştır. Tek olursun, kendin olursun. Kendini bilmek, biricik ve tek tanrısını bilmek olur biter” diyordu bilge kitre.
Bu hangi dünyanın habercisi acaba?
Kağıdın üzerine çıkan ebrû sonsuzluk resmini çizdi bile. “Gerçekle- sembol” arasındaki mesafe hiç bu kadar yakın olmamıştı. Çünkü bu denîleşmemiş dairelerin yalanı yoktu. Sanki bu çemberlerden birinin içine girsem, yaratıcıma kavuşacağım. Güzelden de öte, masum bir şeydi bu. Sıfatları çoktu, yalnızdı. Temiz ve yalın, saf duru ve katışıksız. Çünkü bu alemin sohbeti, varlığı-yokluğu, ötesi berisi, öncesi sonrası, sebebi sonucu olmayan, sadece kendisi olarak değer taşıdığı, kelimelersiz konuşulabilenlerin mekanı. Sanki, “suskunlar meclisi”nin aynadaki aksi.
Bu kır mektebinde, yağmur damlaları eşliğinde “güzel” olanı “güzel olan”la paylaşmayı öğrendim bir kez daha. Ebrû yapılmaz, yaşanırmış meğer… ebruya ne kadar yakınsanız, zamandan o kadar uzaksınız demekmiş. En değerli ebrû, zamansızlık içinde “an”ı yakalayarak, sonra da onu sonsuzlaştırarak yapılırmış. Zaman her şeyi bilmiyormuş meğer! bir yanılsamadan ibaretmiş, yani matrixmiş, öğrendim… ebrunun dünyasında şimdiki zamanın içinde geçmiş zamanın izini sürmekten vazgeçmek vardı.
Peki saat denilen şey kaçtı, kaç zaman geçti? Ne kadar da kısa bir zaman içinde olup bitmişti her şey. Bu süre içinde sayısız güzel halden hale giriveriyor insan. Her şey bir nabız vuruşunda belirdi. Aklın gerçeği tuzla buz oldu Aaah! Öyle bir yaman aşkın içine düştüm ki… renkler, duygular, görüntüler, ve karanlıktakiler kendini gösterdi. Hayatım bir insana değil, bir suya teslimdir. İçinde gülsuyu ırmakları akan bir medeniyetim sanki. Bu öyle bir öz ki; havada uçuşan bütün beyin ve ruh parçalarım birleşti. Her şey artık yerli yerinde idi. Ebru yine yapacağını yapmış, zıtları birleştirmişti. Bu kaosta bile müthiş bir ahenk çıkarıvermişti.
Neden mi ona teslimim? Ebrû ne kadar estetikse o kadar özgür, asil ve dikbaşlı… Bir kere can suyunun içine düşmeyi görsün; artık beni dinlemedi. Asî bir güzellik, masum bir bilgelik vardı onda. Bir de sesini duymak istedim ebrunun. Söylediği en son şey, hayallerimin, umutlarımın menziline ulaşmasını istemediğim için, olmak istediğim insan olabilmek çok vakit alıyormuş meğer. Sanki, sanki bir şeyler arıyor ebru; neyi aradığını bilmiyorum ama verdiği her bir desen, her şekil benzersizdir. Anlaşılan hâlâ da bulamamış. Belki o da hakikatin peşinde… belki de O, “sırlarını” her zaman gerçek hayranlarına saklamak isteyen Tanrı’nın sır kafesi. Anahtarı ise ilâhî aşk ile sarhoş olan, ikiyi bir görenlerdeymiş. Ebru, bu anahtara sahip olanları kendi ipeğine işlemeye hazırlanırmış öğrendim.
Mavi ebru! Kimseye söyleme, benim sen olduğumu…
Ebru!
Hakikate varmak için aşktan başka yol var mı?… Ben bilmekten vazgeçtim artık sen bil benim yerime.
Zeliha Bengü ÖZARSLAN