Nikolaus Kopernikus göründüğü şekliyle algılananın öyle olmadığını, bu demek güneşin dünya etrafında (geo-merkezi) değil, görünenin aksine dünyanın güneş etrafında dödüğünü (heleo-merkezi) ileri sürerek daha sonra Sigmund Freud’un insanın ilk yaralanması (Kozmolojik yaralanma), bu demek ilk merkezden, evrenin merkezinden düşüşü olarak tanımlayacağı devrimi gerçekleştirmişti. Müteakiben Charles Darwin ile birlikte doğanın (Biyolojik yaralanma) ve Frued ile birlikte de kendi (Psikolojik yaralanma) merkezinden düşer insan. Immanuel Kant’ın, Metafizik bağlamında, aynı isimle zikrettiği ve kendisine atfettiği devrim, ‘die kopernikanische Wende‘ yani, benzeri bir yapı gösteriyor. Söz konusu devrim öncesi zihnimizden bağımsız bir zaman-mekansal realite, bu demek dünya iddia, yani bizden bağımsız bir gerçeklik var kabul edilirken -ki hakikat bu bağlamda söz konusu bağımsız realitenin bizzat zihnimizdeki yansımasıyla birebir örtüşmesi olarak belirlenmişti; ‘veritas est adaequatio intellectus et rei‘-, söz konusu devrimle birlikte Kant söz konusu gerçekliğin, bu demek dünyanın, zihnimizden bağımsız olmadığını ileri sürmüştü. 

Ya da şöyle; önceleri zihnimizin (güneş) şey (dünya) etrafında döndüğü söyleniyor, yani ‘zihnimiz şeyleri şeylerin imkan verdiği kadar ve şekilde bilebilir‘ deniliyorken, devrimden sonra şey’in (dünya) zihnimiz (güneş) etrafında döndüğü, bu demek şeylerin kendilerini ancak zihnimizin imkan verdiği kadar ve şekilde gösterebileceği kabul edilmişti. Bu nesnel bir nesnellikten öznel bir nesnelliğe kayıştı da aynı zamanda. Bu demek nesnellik nesnenin kendisinden, dünyadan değil, özneden, yani akıllı her varlığın sahip olduğu kabul edilen zihinsel yapıdan, bu demek zihnin kendisinden, neşet ediyordu artık. Farklı bir kavramsallaştırmayla Ontolojinin (Transzendental Realizm) Epistemolojikleşmesi (Transzendental İdealizm), bu demek varlığın harekete geçmesi de diyebiliriz biz buna.

Aydınlanmanın beraberinde getirdiği sorunları çözmek ve aynısının içinde bulunduğu krizi atlatabilmesi adına Kant’ın bulduğu çözüm buydu.

Aydınlanmayı en genel tanımıyla ‘akl’ın, ahlaki, dini ve siyasi soru ve sorunlarla ilgili müracaat edilebilecek tek otorite; önünde, kendisi dışında, hiçbir şeyin kutsallık ve dokunulmazlık iddia edemeyeceği son mercii olarak kabul edildiği ‘akıl çağı’ olarak görebiliriz. Bu çerçevede ‘akl’ derken Aydınlanmanın öne çıkardığı iki özellik vardır; ‘eleştiri fakültesi‘ olarak akıl, ‘açıklama yetisi‘ olarak akıl. Eleştiri fakültesini aklın ‘sınır çekme’ ameliyesini icra eden tarafı olarak belirleyebiliriz. Açıklama yetisi bağlamında ise Aydınlanmanın Galileo Galilei, Rene Descartes ve Isaac Newton‘dan kaynaklanan bir paradigmayı öne çıkardığını görüyoruz; ‘mekanizm’. Özellikle Descartes’ın Aristoteles’in canlı evrenini cansızlaştırma üzerinden artıksızca hesap edilebilir bir res extensa‘ya ulaşma çabasının bir sonucu olarak naturalizm üzerinden materializmi zorunlu kılan mekanizm, bu kabul edilmez sonucuyla birlikte Aydınlanmanın çözmesi gereken en önemli iki problemden birini teşkil ediyordu. Diğer sorun radikalleşen bir eleştirinin son tahlilde üzerinde ayakta durmaya müsait hiçbir sağlam zemin bırakmayarak süpheyi gelinebilecek son nokta olarak dışa vurmasıydı. Materializm gibi Skeptisizm de kabul edilemezdi Aydınlanma açısından, ki söz konusu olan insanın özgürlüğünü kurtarmaktı bu çerçevede.

Kant’ın düşünmesi dualitelerle doludur. İlk başlangıç olarak rasyonalizm ve empirizm. Kant, bu ikisi arasında bir orta yol bulmaya, ikisini bir araya getirmeye çalışır ve kendi Transzendental Felsefesini bu çabasının bir sonucu olarak ileri sürer. Rasyonalistler tecrübeye ihtiyaç duymadan dış dünya ile ilgili bilgi edinme imkanına inanırken, empiristler tecrübe olmadan hiçbir şekilde dış dünya ile ilgili bilgi edinmenin mümkün olmadığını iddia ederler. Kantın felsefesi ise, dış dünya ile ilgili bilgi edinme bağlamında aklın (Verstand) ve duyuların (Sinnlichkeit), yani tecrübenin birlikte çalışmak zorunda olduklarını ileri sürer. Bu demek ‘Gedanken ohne Inhalt sind leer‘, yani ‘içeriği olmayan akıl boş’, ‘Anschaungen ohne Begriffe sind blind‘, yani ‘akılsız duyumsamalar ise kördür’. Bu noktayı açmak için diğer iki dualiteyi belirler; analytisch/a priori, synthetisch/a posteriori. Bu demek aklın kendi içinde tecrübe olmadan edinebileceği bilgi analytisch/a priori’dir; mesela ‘halam babamın kızkardeşidir’. Halamın babamın kızkardeşi olduğunu bilmek için ne babama, ne de halama, ne de başka birine bu bilgiyi doğrulatmam, yani tecrübe etmem gerekmiyor. Kant bu tarz yargıları ‘Erläuterungsurteile‘ olarak tanımlıyor, yani ‘açıklayıcı yargılar‘. Nitekim bilgimiz artmıyor aynılarıyla, sadece açıklık kazanıyor. Oysa ‘halam babamdan küçüktür’ bilgisini tecrübe etmeden, yani gereken bilgileri sorup öğrenmeden bilemem. Bu bilgi synthetisch/a posteriori’dir. Bu tarz bilgileri ise Kant ‘Erweiterungsurteile‘, bu demek genişletici yargılar olarak tanımlıyor, ki bu bağlamda daha önce bilmediğimiz yeni bir bilgiye sahip olmuş oluyoruz. Analytisch/a posteriori bilgi, yine analitik olarak mümkün olmazken, synthetisch/a priori bilgi Kant’ın Metafiziğin imkanını mümkün kılan bilgi olarak kanıtlamaya çalıştığı bilgidir: ‘Wie sind synthetische Urteile a priori möglich?‘, yani ‘sentetik a priori yargılar nasıl mümkündür?’. Bu sorunun cevaplanmasının imkanı, Kant’a göre aynı şekilde Metafiziğin imkanını da olur kılar. Bu bağlamda mesele, akıl ile, yani a priori olanla, tecrübeyi, yani sentetik olanı tek bir yargıda bir araya getirerek sağlam ve sarsılmaz, bu demek şüpheden ari bir bilgiye ulaşarak şüphenin önünü almaktır.

Kant’a göre olduğu gibi dünya ile, yani ‘Ding an sich‘ ile ilişkiye girmemiz mümkün değildir. Bizim için mümkün olan, ki ilk paragrafta kısmen değinmiştim, zihnimizin dünyayı bize yansıttığı şekilde (Erscheinung) aynısıyla ilişkiye girmektir. Tabii ki, son derece girift ve kendisiyle birlikte içinden çıkılmaz soru ve sorunlar getiren bu teoriyi ileri sürmekte oldukça fazla yük yüklenir Kant, fakat bu yük aynısı üzerinden elde ettiğini düşündüğü şeye, en azından kendisi için, değecek bir yüktür; insanın özgürlüğü. Bu bağlamda devreye giren diğer bir dualite ‘Autonomie/Heteronomie‘ dualitesidir. ‘Nomos‘ kanun, yasa, norm anlamına gelir. ‘Auto’ ve ‘hetero’ kelimeleri ise, ilki ‘bağımsızlık‘ ikincisi ‘bağımlılık‘ ifade eder. Bu demek ‘Autonomie’, bireyi ele alırsak, bağımsızca kendisi ile ilgili yasaları belirleme durumunu, ‘Heteronomie’ ise tabi olduğu yasaların belirlenmesi çerçevesinde bağımlı olma durumunu ifade eder.

İnsanlar madde, yani et, kemik olarak maddi evrenin bir parçasıdırlar, ki, yukarda da kısmen değinildiği gibi, bu durum materyalizme götürür bizi. Maddi evrenin bir parçası olarak maddenin itaat ettiği tüm yasalara itaat etmek zorundadırlar aynı zamanda. Bu bağlamda özgür de değillerdir, ki mekanik bir şekilde işleyen ve açıklanan bir evrende insanın özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Acıkır, üşür, susar, yorulur ve benzeri bir çok yasanın sonuçlarına katlanır, katlanmak zorundadır insan, ki söz konusu yasalar doğa tarafından kendisine dikte edilir. İşte bu noktada Kant kendi olarak insanı devreye sokar. Maddi olarak yansıyan insan her ne kadar doğanın kendisine dikte ettiği yasalara tabi olmak zorundaysa da, yani heteronomsa da, kendisi olarak doğaya kendi yasalarını empoze etme gücüne sahiptir ve bu noktada özgürdür de, yani autonomdur. Bu şekilde meseleyi ortaya koyarak Kant, Aydınlanmanın karşı karşıya kaldığı ikinci tehlikeyi de, bu demek Materyalizmi de, etkisiz hale getirir.

Birinci eleştiriyle şüphenin, ikinci eleştiriyle de materyalizmin önüne geçen, en azından geçtiğini düşünen Kant, ömrünün son demlerine doğru bu başarısından şüphe duymuş olmalı ki, bir üçüncü eleştiri yazmak zorunda hisseder kendisini. Ömrü kifayet etseydi, muhtemelen Alman İdealizmi filozoflarının, kendisinden tevarüs eden ve yukarda sıralanan ve daha başka dualiteleri aşma çabası olarak hayat bulan felsefelerine, en azından hayat buldukları şekilde, gerek de kalmayabilirdi. Bu bağlamda Johann Gottlob Fichte‘nin öznel, bu demek Subjektif İdealizmi, Friedrich Wilhelm Joseph Schelling‘in nesnel, bu demek Objektif İdealizmi ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel‘in mutlak, bu demek Absolut İdealizmi tümden söz konusu dualizmi, bu demek Kant’ın Transzendental İdealizmini aşıp, ‘ben’ ve ‘ben olmayan’ın ayniliğini, tek ve birliğini ortaya koymaya yönelik çabalardırlar. 

Dünyaya baktığımız zaman hani bazı şeyleri beğeniyoruz, bazı şeyler, Kant’ın ifadesiyle, kavramsızca, bu demek ‘ohne Begriff‘, hoşumuza gidiyor ya; biz bu şeylere ‘güzel’ diyoruz. Bize huzur ve sürur veriyorya bu şeyler, bu güzeller; budur işte son tahlilde içinde bulunduğumuz evrene o kadar da yabancı olmadığımızı gösteren.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU