AI-Ghazali has sometimes been acclaimed in both East and West as the greatest Muslim after Muhammad and he is by no means unworthy of that dignity. His greatness rests above all on two things: (1) He was the leader in Islam’s supreme encounter with Greek: philosophy -that encounter from which Islamic theology emerged victorious and enriched, and in which Arabic Neoplatonism received a blow from which it did not recover. (2) He brought orthodoxy and mysticism into closer contact; the orthodox theologians still went their own way, and so did the mystics, but the theologians became more ready to accept the mystics as respectable, while the mystics were more careful to remain within the bounds of orthodoxy.

Al-Ghazali bazen, Doğuda da Batıda da, Muhammed’den sonra en büyük Müslüman olarak tanımlanmıştır ve o bu onura kesinlikle layık değil değildir. Onun büyüklüğü hepsinden önce iki konuyla ilintilidir: (1) İslamın Yunan felsefesiyle yaşadığı önemli karşılaşmanın lideriydi -İslam teolojisinin zenginleşerek ve galip ayrıldığı ve Arap Yeni Platonculuğunun kendisini ondan bir daha iyileştiremeyeceği darbeyi yediği karşılaşma. (2) Al-Ghazali orthodoxi ve mistizmi birbirine yakınlaştırdı; ortodox teologlar yine de kendi yollarında ilerlediler, aynı şekilde mistikler de, fakat teologlar mistiklere saygı duymayı öğrenirken mistikler orthodoxinin çizdiği sınırlar içerisinde kalmaya daha fazla dikkat ettiler.

Montgomery Watt

 

445/1053 –  The persecution of Asharites in Khorasan (in north-east Iran) begins. Al-Juwayni emigrates to the Hijaz;

Kuzey doğu İran, Horosan’da Eşarilerin kovuşturulmaları başlıyor. el-Cüveyni Hicaza sığınıyor;

Circa 448/1056 –  Al-Ghazalı is born in Tabaran, one of two major towns in the district of Tus in northeast Iran. 

Al-Ghazali Tabaranda, kuzey doğu İran Tus bölgesinin en büyük iki şehrinden birinde dünyaya geliyor.

455/1063The death of Sultan Toghril-Bey ends the threat of persecution for the Asharites in Khorasan. Alp Arslan becomes his successor; his vizier Nizam al-Mulk supports Asharism. Al- Juwayni returns to Nishapur and becomes head teacher at the Nizamiyya madrasa. 

Tuğrul Bey’in ölümüyle birlikte Eşariler için Horasan’da kovuşturulma tehlikesi son buluyor nihayet. Alp Arslan onun halefi oluyor; veziri Nizam al-Mulk Eşariliği destekliyor. Al- Juveyni Nişabur’a dönüyor ve Nizamiye Medresesinin rektörü oluyor.

Circa 461/1069 –  At age thirteen, al-Ghazali begins his “plunge into the sea of religious sciences.” After studying with local teachers in Tus, he enters the Nizamiyya madrasa in Nishapur and studies with al- Juwayni. 

On üç yaşında dini ilimleri tahsil etmeye başlıyor al-Ghazali. Tus’da yerel öğretmenlerle çalıştıktan sonra Nişabur Nizamiyesine kayıt oluyor ve el-Cüveyni’yle çalışmaya başlıyor.

465/1072Alp Arslan is assassinated; his son Malikshah becomes sultan; Nizam al-Mulk becomes an even more powerful vizier. According to a statement in one of al-Ghazali letters, it was at this time that he joins the service of Malikshah.

Alp Arslan öldürülüyor; oğlu Melik Şah sultan oluyor. Nizam al-Mulk gücüne güç katarak görevine devam ediyor. al- Ghazali’nin mektuplarından birinde söylediği gibi, kendisinin Melik Şah’ın hizmetine girdiği nokta burasıydı.

478/1085 –  Al-Juwayni dies in Nishapur. Now or sometime earlier, al- Ghazali joins the entourage ( mu’askar) of Nizam al-Mulk. He spends most of his time in the a Seljuq capital Isfahan.

el-Cüveyni Nişabur’da ölüyor. Ya şimdi ya biraz daha önce al- Ghazali Nizam al-Mülk’ün adamı oluyor. Zamanının büyük bir kısmını Selçuklu başkenti Isfahan’da geçiriyor artık.

Jumada I 484 / July 1091Al-Ghazali arrives in Baghdad from Isfahan to take his post as head teacher of the Nizamiyya madrasa.

al-Ghazali Nizamiye Medresesinin baş öğretmeni olarak Isfahan’dan Bağdat’a geliyor

Ramadan 485 / October 1092Assassination of Nizam al-Mulk on the road between Isfahan and Baghdad.

Nizam al-Mulk Isfahan Bağdat yolunda öldürülüyor.

Shawwal 485 / November 1092 – Death of Malikshah in Baghdad. His succession is contested between the supporters of his two minor sons Berk-Yaruq and Mahmud, who have different mothers. Al-Ghazali is involved in the negotiations with Terken Khatun, a Qipchak princess and the mother of Mahmud, about the appointment of her son as sultan.

Melikşah Bağdat’ta öldürülüyor. Halefinin kim olacağı konusu anneleri farklı olan iki küçük oğlu Berk Yaruk ve Mahmut taraftarları arasından tartışmaya yol açıyor. al-Ghazali Mahmut’un annesi ve bir Kıpçak prensesi olan Terken Hatunla Mahmut’un sultanlığıyla ilgili görüşmelerde bulunuyor.

Muharram  487 / February 1094 – After the death of Mahmud and his mother, Terken Khatun, Berk-Yaruq is declared Sultan of the Seljuq Empire. A day after his appointment, the caliph al-Muqtadi dies in Baghdad. His fifteen-year-old son, al-Mustazhir (d. 512/1118), becomes his successor.

Mahmut’un ve Terken Hatun’un ölümü sonrası Berk Yaruk sultan ilan ediliyor. Berk Yarukun sultan olarak ilan edilmesinin ertesi günü Bağdat’ta Halife al-Muqtadi ölüyor. On beş yaşındaki oğlu al-Mustazhiri halefi oluyor.

December 1094Death of Al-Mustansir

Dhu l-Qada 488 / November 1095Al-Ghazali suddenly gives up his post at the Nizamiyya madrasa, departs from Baghdad, and travels to Damascus.

al-Ghazali aniden Nizamiyedeki görevinden ayrılarak Bağdat’ı terk ediyor ve Şam’a doğru ilerliyor.

Frank Griffel

 

1

Yaklaşık 30 yıl önce öğretmenimle al-Ghazali hakkında yaptığımız bir tartışmayı hatırlıyorum. Ben al-Ghazali’ye çok fazla yüklenince o onu savunmak zorunda kalmış ve

kendi kültürünüze ait böyle bir değeri nasıl oluyor da bu kadar sert eleştirebiliyorsunuz, oysa biz kendisinden çok faydalanıyoruz 

demişti.

Ne güzel

demiştim ben de ve devam etmiştim;

bekara koca boşamak kolaydır, siz değil, ben de değil büyük ölçüde, fakat benim insanım al-Ghazali’nin ve yandaşlarının yarattıkları dünyada, onların dinine göre yaşamak zorundalar. Bunun farkında olmasalar da. Bu dünya Allah’ın dünyası değil, bu din Hz. Muhammed’in getirdiği din değil. Ve emin olun, bu dünya çok çirkin bir dünya, bu din çok değişik bir şey. Ben al-Ghazali’nin felsefi yetkinliğini hiçbir zaman sorgulamadım, ne haddime, aynen, ki bunu biliyorum, sizin Martin Heidegger’nın felsefi yetkinliğini hiçbir zaman sorgulamadığınız gibi. Üstelik ben hiçbir zaman al-Ghazali’nin Müslümanların yaşadıkları coğrafyalarda felsefenin, ya da düşüncenin önünü kapadığına da inanmadım, dolayısıyla eleştirim bu yönde değil. Ben onun kapattığı iddia edilen kapılarla olduktan çok açtığı kapılarla Müslümanlara hayatı, kelimenin her anlamıyla, dar ettiğine inanıyorum. Bugün İslam dünyasında her adımda bir iki diktatöre rastlıyorsanız, her kürsüde beş vaiz sabahtan akşama kadar beş vakit insanlara nasıl yaşayacaklarını, niçin yaşayacaklarını, nasıl inanacaklarını, niçin inanacaklarını, ne yiyeceklerini, nasıl yiyeceklerini, niçin yiyeceklerini söylüyorsa, daha da kötüsü aslında, bütün bunları söyleme hakkını kendilerine verilmiş bir yetki olarak iddia ve talep ediyorlarsa, her köşede üç istihbaratçı kimin nereye tükürdüğünü kayıt altına alıyor, her gece yüzlerce insan ailesinin yanından alınıp bir daha dönmemek üzere ortadan kayboluyorsa, bunun sorumlusu büyük ölçüde al-Ghazali ve tabii ki öncesinde de hamisi Nizam al-Mülk’tür. Bunun felsefeyle, düşünceyle alakası yok. Siz de biliyorsunuz ki insanlar her zaman ve her şartta düşüncelerinin ve düşündüklerinin toplamından çok çok fazladırlar. Bu kirli bir gelenek. Siz al-Ghazali’yle birlikte düşünürken, biz onunla birlikte yaşamak zorundayız. Bu hiç kolay değil, ilkinin de en az aynı derecede zor olduğunu kabul ederek söylüyorum bunu. Bertolt Brecht’in dediği gibi ama, erst kommt das Fressen, dann die Moral, önce yemek, sonra düşünmek. Ya da biz Türklerin dediği gibi, aç (özgür olmayan) ayı oynamaz (düşünemez).

Ghazali’nin ani bir kararla Bağdat’tan ayrılarak Şam’a doğru yola çıkması, bunu yaparken türlü dalaverelere başvurması, kendisini bir kaleye kilitlemesi, ardından Hicaza geçmesi, dönüş yolunda Bağdat’a uğrayıp havayı koklaması ve sonrasında memleketine dönmesi; ayrıca Hz. İbrahim’in kabrinde devlet işleriyle ve devlet adamlarıyla artık yakın olmayacağına yönelik yaptığı yemin ve bütün bunların hepsi bir arada ve kaynaklarda saklı olan diğer bazı bilgiler onun epistemolojik krizi olarak pazarlanan kopuşunun o kadar da epistemolojik olmadığını gösteriyor. Önemli olan mesleği pazarlayıp satabilmek. Yukarıda Griffel’dan aktardığım kısa zaman tablosu dahi burada olağanüstü bir şeylerin olduğunun delili ve bu olağanüstülüğün sadece Ghazali’nin zekasıyla, ki Allah biliyor ki son derece zeki bir adam kendisi, öldürelim ama hakkını yemeyelim, alakalı olmadığının da. Selçuklu sisteminin dört saç ayağı üzerinde durduğunu düşünürsek –Sultan, Halife, Vezir ve Ulema, yani al-Ghazali– ve sistemin bir bütün olarak işlediğini eklersek buna, her ayağın sistemin işleyişi için aynı derecede olmazsa olmaz ve sorumlu olduğunu söylemek ve anlamak gerekir. Dolayısıyla çok kısa bir süre içerisinde bu saç ayaklarının ikisinin müphem bir şekilde öldürülmemeleri (1092), ardından yeni sultanın seçilmesinde Ghazali’nin kısa vadede doğru, fakat uzun vadede yanlış tarafta bulunmasının ortaya çıkması ve bunun ortaya çıkmasının ertesi günü söz konusu arta kalan iki saç ayağının diğer biri olan halifenin de ölmesi (1094), Ghazali’yi ait olduğu sistemin bütün yükünü taşıyan son adam olarak ortada bırakmıştır. Aynı yıl Fatımi halifesinin ölmesi de işe son noktayı koymuş, bir devir kapanmış yeni bir devir başlamıştır. Bu çerçevede ve bütün bu olaylar karmaşasında Ghazali’nin korkması ve kendisini bir şekilde korumaya çalışması son derece insani ve anlaşılır bir şey. Fakat bunu bir epistemolojik kriz olarak pazarlamak başka bir zekayı gerektirir. Bu bağlamda bütün bu olup bitenden Ghazali’yi sorumlu tutmamak gerekir söylemi de son derece yanlış bir söylem. Baş yapıtının isminden tutun da kendisini müceddid olarak ilan etmesi ya da birilerinin onun için bu işi üstlenmiş olmaları, Watt’ın girişte verdiğim alıntıda söyledikleriyle bir arada düşünülürse, burada bilinçli ve planlı bir sürecin devreye sokulduğu kolayca anlaşılır. Ben kendimi oldum olası İbn Teymiyye’ye çok daha yakın hissettim. Biraz onun üzerinde durmak istiyorum. 

 

2

Bütün hayatını Mısır ve Suriye’de, Memluk sultanlarının iktidarı altında geçirmiş bir düşünür İbn Teymiyye. Sıklıkla, çok sıklıkla haddizatında, sanık sandalyesinde görüyoruz kendisini. Dini meseleleri tartışmayı seven biri nitekim. Kimi kere serbest kalırken, çoğu kez yargılanıyor. Dolayısıyla al-Ghazali’nin aksine o kendisi değil, powers that be tarafından kilitleniyor zindanlara. Ve kaleme aldığı eserlerin bir çoğunu oralarda, odalarda tamamlıyor. Ve en nihayetinde Şam kalesinde hapisken ömrünü tamamlayıp gidiyor. Bazı sultanların lütfuna mazhar olmadı değil, o da var. Kendisine karşı yakın olan, yakın duran, seven sayan sultanlar da oldu dolayısıyla. Bu ikilem, bir tarafta kovuşturulan, diğer tarafta, az da olsa, sevilen sayılan olma özellikleri İbn Teymiyye’nin bugün yol açtığı kafa karışıklıklarının bir habercisi mahiyetindedir haddizatında. O, rahatsız edici bir ters kafa olmasına rağmen bir devrimci olmadı hiçbir zaman. Burası al-Ghazali’yle buluştuğu yegane noktadır belki de. Diğer ulemada da bulunabilecek, fakat onlarla karşılaştırılması mümkün olmayan ölçüde ahlaki bir cesaret ve entelektüel derinlik ve kesinlikle o bütün yaşamı boyunca ilk kırk yılın temiz İslamına dönmenin zorunluluğunu haykırdı durdu. Onun bütün çabası İslamı zaman içinde ona eklenen kirden çöpten arındırmak, temizlemek ve yeniden başladığı noktaya geri döndürmek oldu. Bu onu dini otoriteyle, rasyonel teologlar, kaypak hukukçular, sarhoş sufi ve dervişlerle karşı karşıya getirdi haliyle, siyasi iktidarla o kadar değil ama. Nitekim siyasi iktidar bu meselelerde genellikle tarafsız kalmayı tercih etti. İbn Teymiyye hiçbir zaman ne Memluk rejiminin bir bütün olarak ne de belirli bazı sultanların meşruiyetini sorgulamadı. O teolojik bir ters kafaydı sadece, pre-modern bir Hayrettin Karaman haddizatında ve söz konusu devlet olduğunda onun için de geri kalan her şey teferruattan ibaretti. Tabii ki Karamanın ters bir kafa olduğunu söylemiyorum, suratındaki kılların uzunluğunu, sakalını yani, aynen Faruk Beşer gibi, siyasi iktidara göre belirleyen bir insan bırakın ters olmayı, düz bir kafa dahi olamaz. Çer çöp sadece. Tam olarak yerini hatırlamıyorum, fakat Jacques Derrida’nın ilginç bir söylemi var: dünyayı, haddizatında insanı bekleyen iki büyük tehlikeden söz ediyor, iki metafizikten. Bir tarafta Amerika destekli Siyonizm, diğer tarafta İslamcılık. Her ikisi de dünya iktidarına oynuyor, her ikisinin de bir antropolojisi var nitekim, bir kozmolojisi, bir olması gerekeni. Ve bu olması gereken, ya Siyonizm ya da İslamcılık olarak, eninde sonunda hepimizin kapısına dayanacak Derridaya göre, eğer gereken önlemleri almazsak. Bu konuda Avrupa Derrida için insanlığın son kalesidir. Biz konumuza dönelim.

 

3

Nasıl oldu da o halde İbn Teymiyye Sünni tarzı İslam Devriminin babası haline geldi? 

…to be continued…

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN