Immanuel Kant‘da akıl tarihi olmayan, haddizatında tarihsiz ve tarihten arındırılmış bir entitedir. Kendinden menkuldür üstelik bununla birlikte ve varlığına kanıt sunmak gibi bir zorunluluğu da yoktur. Önceden, en başından itibaren vardır o, ki aslında her şeyin başladığı noktadır kendisi zaten. Tarihin dışındadır yani. Dünyanın ve insanın ve tabii ki ve haliyle bu ikisinin ilişkisi sonucu oluşan tarihin, içerisinde kendilerine geldikleri, kendilerini buldukları medyadır da. O olmamış, oluşmamıştır, statiktir yani, bu demek her zaman ne ise bugün de odur ve ilerde de o olacak ve o kalacaktır. Friedrich Hegel‘de, özellikle Tin’in (bu kelimeye ifrit oluyorum…) Fenomenolojisi‘nde, bir serüveni vardır aklın buna karşın; uzun bir yolculuk sonrası değişe değişe, şekil değiştire değiştire ne ise o olmuş, kendisine gelmiştir; dinamiktir yani. Haddizatında gerçek olan sadece odur ve onun dışında bir gerçek yoktur. Kant‘ta duran akıl, bu demek, Hegel‘le birlikte harekete geçiyor o halde; aslında Kant‘ın tarihin dışına ittiği, tarihin dışında bıraktığı, konumlandırdığı aklı Hegel ğırtlağına kadar tarihe gömüyor, tarihi aklın kendisi kılıyor, tarihin dışında duran aklı tarihin içerisine alarak tarihle birlikte tarih olarak harekete geçiriyor diyebiliriz. Tabii ki bu serüven burda bitmiyor.

1800’lü yıllar ve aynılarının yakın çevresi sadece geriye dönük bakıldığında radikal bir kırılmayı içinde barındıran bir kesit olarak göstermiyor kendisini, halihazırda aynı kesiti ve aynı kesitte yaşayanlar tarafından da öyle algılanıyor; bir dönüm, bir kırılma, bir açılma olarak. Fransız İhtilali önünde ve arkasından yeni yeni hayallerin, umutların ve yeni yeni beklentierin yeşerdiği bir kırılma, bir açılma, belki de bir çatlama. Aklın tarihe çarparak kırıldığı, fakat en azından çatladığı ve akıldaki çatlaklardan farklı, aklın açıkça vaadettiğinden farklı ve insana daha çok yakışan bir özgürlüğün kokularının dışarıya sızdığı bir kesit. Aklın ayağının tarihe takılarak yere düştüğü bir kesit de diyebiliriz başka bir metafor kullanmak gerekirse. Fakat her halükarda aklın kendi kendisini sorgulamaya, geri çekilmeye, aslında daha mütevazi olmaya mecbur hissettiği bir dönem. Aklın bu durup nefes almasını, aslında bundan sonra nereye ve daha önemlisi nasıl yol alabilirim sorusunu kendisine sormasını, daha doğrusu bu sorgulamanın sahne almasını kolayca görebileceğimiz metinlerden biri Kant‘a ait Aydınlanma Nedir? sorusunu başlık olarak taşıyan metnidir.

Söz konusu metin oldukça net bir şekilde açıklanmış bir programa sahiptir öncelikle. Pratik açıdan çekimser ve tarafsızlığı öne çıkartırken, aklın kamusal alanda etkin kılınmasını savunan bir program. Memur olarak işimi yaparım, etliye sütlüye kaırşmam, yazar veya entelektüel olarak kamuyu aydınlatmaya çalışırım. Dikkat çeken diğer bir mesele, söz konusu metnin çok sayıda ve farklı ilerleme fiillerini içerisinde barındırıyor olması: Ausgang (çıkış), Fortschreiten (ilerlemek), Schreiten (yol almak), Springen (sıçramak). Bu demek tarihle yaşadığı çarpışma sonrası yere düşen akıl, ayağa kalkarak bundan sonra nasıl ilerlemesi gerektiği sorusunu kendisine sorma ihtıyacını hissediyor bir anlamda ve bu da Aydınlanma‘nın kendinden menkul olarak postule ettiği İlerleme Düşüncesinin söz konusu çarpışma sonrası kendinden menkullüğünü kaybettiğini gösteriyor. Sören Kierkegaard‘da söz konusu sorunun cevabı sıçramak olarak (leap of faith) gösterirken kendisini, Friedrich Nietzsche dans etmekten söz ediyor mesela. Fakat ardından son derece ilginç bir uyarıyla aslında aklın ne olmaması gerektiğini güzel bir ifadeyle dışa vuruyor: Uygun adıma meyl etmemeli akıl. Nietzsche aslında aklı o denli tarihe batırıyor ki, akıl kendisinden ikrah ediyor artık bu noktada. Tarihle zehirlenen akıl, artık her şeyi sorgulamaya başlıyor nitekim. Ayakta kalabilecek, ayakta kalmayı hak edebilecek hiçbir değer, hiçbir şey bırakmıyor etrafta. Nihilizm dediğimiz fenomene akıyor son tahlilde bu süreç ve akıl kendisne gülmeye başlıyor. Bubağlamda Nihilizm‘i aklın tavizsizce kendi kendisinde, bu demek kendi şantiyesi olarak kendisinde gerçekleştirdiği çalışma faaliyetleri sonucu yorulması, erimesi ve tükenmesi olarak tanımlayabiliriz.

Karl Marx ve Sigmund Freud‘la birlikte akıl son olarak mutlak bir sınıra çarparak çok farklı ve yeni bir tecrübe yaşıyor. Aşması mümkün olmayan bir sınır ve sınırın arkasında kendisine kapalı olan bir bilgi. Marx‘ın ideoloji ve Freud‘un bilinç dışı ve altı olarak isimlendirdiği.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU