Derek Layder’ın Sosyal Teoriye Giriş adlı kitabı, sosyal teori kuramcıları ve düşünce okullarının analizlerinden oluşmaktadır. Bu teorisyen ve düşünce okullarını, yapı-fail ve makro-mikro düalizmlerine yaklaşımlarına göre kitabı dört (4) ana kısma ayırmıştır. Bölümler bu düalizmleri onaylayan ve reddeden teori anlayışlarına göre düzenlenmiştir.
Birinci kısımda Talcott Parsons ve Karl Marx’ın teorik çalışmaları ele alınmıştır. Birçok yazara göre bu iki isim birbirine karşıttır. Layder’a göre de böyledir ancak o, iki büyük teorisyenin çalışmalarında bazı ortak yanların bulunduğunu iddia eder. Ortak yanlardan biri, her ikisinin toplumun genel yapısıyla ilgili teorizasyon yaptığı, yani makro bir bakış açısına sahip olduklarıdır. Ayrıca hem Parsons hem de Marx, makro olana öncelik tanır ve düalizmi tek yanlı bir biçimde onaylar gözükmektedir. Bundan dolayı Parsons ve Marx, aralarında nazârî ve politik açıdan birçok farklılıklara sahip olmalarına rağmen, toplumsal etkinlik ve toplumsal yapıların arasındaki pozitif korelasyonu vurgulama eğilimindedirler. Layder tam da bu neden yüzünden ilgili kısmın ana başlığını ‘Üstten Bakış’ olarak koymuştur.
Layder, modern sosyal teori hakkında bir kitap yazmış olsa da Marx, Durkheim ve Weber gibi kurucu sosyologların çağdaş teorisyenler üzerindeki etkisini vurgulamak için ilk kısımda Durkheim ve Marx’ın, ikinci kısımda ise Weber’in etkilerini öne çıkarır. Yazarın Weber’i, Marx ve Durkheim’dan ayırmasının nedeni, Weber’in toplumsal yapının analizinde bireylerin ‘öznel anlamlarını’ sosyolojik analize dahil etmesidir. Bu yüzden ikinci kısımdaki tartışmaların odak noktası, öznel tecrübelerle toplumsal etkileşim arasındaki ilişkiyi ele alan teorisyenlerin çalışmaları ve daha belirgin bir şekilde düşünce okullarıdır.
İkinci kısımda, dördüncü bölüm olarak geçen yerde sosyal hayatta anlamlar, durumlar ve tecrübenin rolünü vurgulayan sembolik etkileşimciliği, beşinci bölümde ise fenomenolojik yaklaşımları ele almıştır. Dolayısıyla ikinci bölümde anlatılan teoriler, birinci bölümde makro yapısal sorunlara ağırlık veren teorilerin tam karşıtında konumlanan yaklaşımlar olmuştur. Hatta bu bölümde anlatılan teorisyenlerden bazılarına göre makro toplumsal yapı düşüncesi, ilk kurucu sosyologların bir icadıdır. Layder, bu sebepten dolayı dördüncü bölümde sözü geçen teorisyenlerin makro yapının gerçekliği olmayan bir varsayım (veya nazari bir icad) olduğunu kabul ettikleri için yapı-fail veya makro-mikro düalizmini reddettiklerini iddia eder.
Yazar, üçüncü kısımda da düalizmi farklı nedenlerle reddetme eğiliminde olan yazarları ve teorilerini tartışır. Üçüncü kısmın ‘Köprüleri Yıkmak ve Yakmak’ başlığını almasının nedeni, bu bölümde bahsi geçen sosyologların, geleneksel sosyoloji yapma biçimini tamamen terk etme isteğine yapılan vurgudur.
İkinci ve üçüncü kısımdaki yazarlar, düalizmi reddetseler de reddetme nedenleri farklıdır. İkinci kısımdaki yazarlar, makro olana yapılan aşırı vurgudan rahatsızlardır ve bunun mikro olanın görmezden gelmeye neden olduğunu belirtirler. Dolayısıyla düalizm örtülü de olsa sürmektedir. Oysa üçüncü kısımdaki yazarlar, iki boyuta da referansa bulunmak istemez ve daha temelden bir reddediş içindelerdir. Bu yazarlar, kendi özel terimlerini ve analiz dillerini yaratırlar.
Bu yüzden üçüncü kısım, altıncı bölümde Marksizmin temelli bir reddi olan Fuacoult’u ele alır. Post-yapısalcı hareketin bir temsilcisi olan Foucault, toplumu tek parçalı bir yapı olarak gören teorilere karşıdır. Bu minvalde Foucault, sosyal teori bahsinde geçmiş ve gelenekle olan köprüleri tamamen atmış ancak soruları cevapsız bırakmıştır. Layder’a göre bu durum Elias (yedinci bölüm) ve Giddens (sekizinci bölüm) için de geçerlidir. Bununla birlikte Giddens’ın, yeni düşünce biçimleri ve gelenek arasında daha fazla süreklilik sağladığını ifade eder.
Dördüncü kısımda düalizmi, farklı alanlar arasında bağlantılar kurmaya çalışmak suretiyle onaylayan teorisyenlerin çalışmaları ele alınır. Birinci kısımda makro ve mikro alanlar arasındaki ilişkide mikro planı göz ardı eden (veya önemsemeyen) teorisyenler ve yaklaşımları ele alınırken, dördüncü kısımda mikro unsurları önemseyen teorisyenlerin yaklaşımları tartışılır. Bu yüzden bu kısmın ilk teorisyeni, toplumsal hayatın öznel ve nesnel yanlarını bir araya getiren Bourdieu’dür. Alexander, Munch ve Collins dokuzuncu bölümdeki diğer teorisyenlerdir.
Dördüncü kısım onuncu bölümde Habermas’ı tartışan Layder, Habermas’ın ‘yaşantı-dünyası’ ve ‘sistem’ ayrımını vurgular. Ona göre Habermas, faillik ve yapının, makro ve mikro alanların birbirine olan karşılıklı nüfuzları sorununu keskin bir biçimde öne çıkartır. Bir diğer bölüm olan 12. bölümde Erving Goffman, Jonathan Turner, Nicos Mouzelis ve Margaret Archer’ın çalışmaları ele alınır. Layder’a göre mezkur teorisyenler düalizm konusuna oldukça farklı bir açıdan bakmaktadırlar. Nitekim bu yazarlar söz konusu düalizmi anlamak için gerekli genel çerçeveyi çizen görüş çeşitliliğine sahiptirler. Layder, kendi katkısını, kitabın son kısmının son bölümünde ‘toplumsal alanlar teorisini’ tartışarak yapar. Onun alan teorisi konusunda ifade ettikleri, 9, 10 ve 11. bölümlerde tartışılan görüşlerle paralellik arz etmektedir. Bununla birlikte onun teorisi bazı temel farklılıklar içerir. Alan teorisi veya sosyal teori, ‘analitik düalizmin’ ötesine geçmelidir. Toplumsal gerçeklik dört temel alanın etkilerinin kompleks bir birliği olarak anlaşılması gerekir. Bu dört alan, birbirinden farklı ve bir ölçüde bağımsız olsa bile, aynı zamanda yakın ilişki ve karşılıklı etkileşim içindedirler.
Abdullah YARGI