Akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine,
deli ol dünya senin
kahrını çeksin.

Türk Atasözü

1- Akıl 

Yaygın bir efsaneye göre insanı diğer hayvanlardan ayıran şey akıllı olmasıdır, dolayısıyla animal rationale. Buna inanabilirsiniz isterseniz. Fakat benim gibi çok haklı olarak inanmayabilirsiniz de. Ve bunu yapabilmek için öyle çok da sofistike argümanlara ihtiyacınız olmaz. Sabah fırına gidip ekmek alıp gelmeniz yeter. Çöker efsane, Almanların dediği gibi, sang- und klanglos, sessiz ve sedasız bir şekilde. Türkiye’de değil sadece ama dünyanın her yerinde, hatta Almanya’da bile. Almanın aptalı da daha bir aptal oluyor yani, inanın çekilmiyor. Aptal olduğunun farkında bile değil çünkü. Türklerin sahip oldukları ayrı bir özellik onları bu duruma düşmekten koruyor sıklıkla: mış gibi yapabilmek, als ob, as if. Bu konuda çok iyiyiz. Bu durumu, söz konusu efsaneyi yani, en açık görenlerden biri, bir Alman, Immanuel Kant, insanın akıllı yani animal rationale değil de animal rationabile olduğunu söylemenin daha doğru olduğunu düşünüyor. Yani akıllı olmak öncelikle sadece bir imkândır ona göre, o halde insanın kendisindeki bu imkânı geliştirip onu kendisinin alamet-i farikası kılması gerekir. Kimilerine göre Postmodernite‘nin atasıdır Kant bu şekilde. İlk bakışta belki de ne diyor bu adam dedirtecek bu tespit kendisini, dikkatli ve titiz bir okuyucu için, Kant’ın metinlerinin birçok yerinde, haddizatında onun en temel devriminde, die kopernikanische Wende, açıkça dışa vurur zaten. Göremeyenler için ise bahsi geçen ayrım bir başına dahi bahse konu tespiti temellendirmek için yeterlidir, fazlasıyla hem de. Ve bana kalırsa Michel Foucault‘nun a priori historique dediği şey tam olarak böyle bir şeydir, yani Kant’ın bu ayrımından kaynaklanır. Foucault’nun iyi bir Kant okuyucusu olduğunu biliyoruz. Nitekim akıl insanda ilk etapta sadece bir imkân olarak bulunuyorsa ve bu imkânın ilk önce geliştirilmesi ve gerçekleştirilmesi gerekiyorsa, onun nasıl geliştirilip ortaya çıkartılacağı bu işin içinde yapıldığı, haddizatında yapılması gerektiği şartlar ve gereksinimlerle alakalıdır büyük ölçüde. İnsan olmak akıllı olmak değil, akıllı olabilmek demektir yani. Akıllı olabilmek ise bir seçimi gerektirir, dolayısıyla her zaman belirli bir aklı ortaya çıkartır. 

2- Aristoteles ve Cicero

Akıl, akıl olarak daha ilk günden itibaren felsefi diskurun merkezine oturmuştu zaten. Fakat hiçbir zaman tek bir isim altında gerçekleşmedi bu oturuş. Mesela Almancada 14. yüzyıldan itibaren akla (die (dişil) Vernunft) anlayış (der (eril) Verstand) eşlik etti her zaman. İlkinin kökü vernehmen fiiline dayanır, kabaca ve kısaca almak, ikincisinin ki ise verstehen, yani anlamak. Verstehen idrak etmek değildir, dolayısıyla Verstand da müdrike. Nitekim yanlış anlamak (missverstehen) her zaman mümkündür, yanlış idrak etmek (miserkennen) hiçbir zaman. Vernunft gibi Verstand da temelde Latince ve çok farklı çağrışımlara sahip iki diğer kelimenin çevirileri olarak çıkarlar ortaya: intellectus ve ratio. Intellectus başlangıçta daha çok tinsel bir içgörüyü, bir içe bakışı, intuition, Almanca Einsicht, insight, dolayısıyla diskursif olmayan bir idraki (Erkenntnis), şeylerin birebir, belki de işraki anlamda, künhüne varmayı ifade ederken, ratio diskursif bir temellendirme, sebeplendirme, kanıtlama ve en geniş anlamıyla hesap etme anlamında kullanıldı. Daha sonra, nasıl olduysa artık, tam tersine döndü bu iş. Kant mesela intellectus‘u Verstand, dolayısıyla anlayış, ratio‘yu Vernunft, yani akıl olarak kullanır. Bu kavramların tümü Yunancadan Cicero tarafından Latinceye aktarılmış kavramlardır. Aristoteles insanın sahip olduğu söz konusu imkânı, yani aklı, son derece ince bir farklılandırmaya tabi tutar. Önce teorik akılla (ἐπιστήμη – episteme) pratik aklı farklılaştırır. Ardından pratik aklı ikiye ayırır: yapabilirlik (τέχνη – techne) ve davranışta akıllılık (φρόνησις – phronesis). Sonrasında intellectus‘un muadili olduğu nous‘tan (νοῦς) ve daha sonra episteme ve nous‘un bir araya gelmesi olarak bilgelik‘ten (σοφία – sophia) söz eder. Bütün bu farklı kavramların yanı sıra Yunancada logos‘un (λόγος) ayrı bir anlam öbeğine sahip olduğunu biliyoruz: kelime, konuşma, argüman, kavram, düşünce ve sebep ve fakat aynı zamanda her tür bilinç fenomenini de kapsar. Aristoteles’te insan, son tahlilde, zoon legon echon‘dur, dolayısıyla dil/düşünme/akıl yeteneğine sahip hayvan (ζῷον λόγον ἔχον). Ve Cicero’da o animal rationale olur. Bu noktada bir daralma yaşanır dolayısıyla. Ve daha sonra rasyonel felsefeye karşı geliştirilen aklı dar tuttuğu, onun bütün zenginlik ve inceliklerini gerektiği ölçü ve şekilde dikkate almadığı eleştirisi temelini bu noktada bulur.

3- Logos ve Voluntaristik Devrim

Heraklit‘e göre logos ateşin özünde beden bulmuştur ve ilahi dünya-yasası olarak her şeyin oluşum ve yok-oluşumunu belirler. Stoa Heraklit’i takip eder bu konuda. Nitekim onlara göre de dünyayı en içinde bir arada tutan bir şey vardır ve bu aklî olandır. İnsan logosta pay sahibi olan aklı aracılığıyla bu aklîliği idrak edebilir. Hristiyanlık işte tam bu noktada girer devreye ve önce söz vardı der. Haliyle, söz derken çok farklı bir şey kastettiğini söylemeye gerek yok sanırım. Nitekim ona göre önce var olan söz ateşimsi anonim bir güç değil, şahsi (personal) bir Tanrının yaratıcı sözüdür. Müslümanların Tanrısı da öyle aslında. Nitekim Tanrının كُنْ demesindeki akıl, olanı oldurmaz sadece tek bir hamleyle, olanın her hücresine sızar aynı zamanda, dolayısıyla olanla birlikte yola çıkar, ona eşlik eder, o olandır haddizatında. Eğer Tanrı her gün bir işte ise, ki kendisi öyle diyor, bu söz konusu كُنْ‘ün her an yeniden tekrarlanıyor olması demektir. Geldik mi yine Friedrich Hegel‘a. Aklın dışı analitik olarak mümkün değildir o halde, ya da aklın dışı da aklın içidir aslında. Sadece meselelere doğru dürüst bakmak gerekir, ki yamuğu gören, yamuk baktığı için görür onu, yoksa yamuğu değil. Jacques Derrida‘nın logocentrisme başlığı altında eleştirdiği Batı, ki İslam da dahildir bu çeteye görüldüğü gibi, tam olarak budur haddizatında. İş, merkezi yedirene kadar o halde, onu yedirdikten sonra oraya ne koyarsan koy, ha Hasan ha kel Hasan, ya da Almanların dediği gibi, Jacke wie Hose. Her ne kadar Platon ve Aristoteles’te logos ve nous kavramları dışlayıcı olarak öznel akletme yetisi için kullanılsa da onlarda da dünya nesnel olarak aklî bir yapıya sahiptir, yani insan aklı için ulaşılabilirdir. Çalışmak, çabalamak gerekir sadece. Batıda bu rasyonel ana damar Skolastik düşünceyle birlikte vaftiz edilerek sürdürülür. Bu bağlamda aynısına karşı geliştirilen şüphe de yeni değildir tabii ki, haddizatında daha ilk günden itibaren ilkinin yakasına yapışmış onu hiçbir zaman bırakmamıştır. Nitekim ilk olarak Sofistler son derece yerinde bir argümanla insanın düşünce ve yaklaşımlarından bağımsız nesnel bir gerçekliğin idrak edilebilir olduğunu kabul etmezler. Diğer taraftan şüphenin ilerleyen zamanlarda güç kazanması ve hatta öne geçmesi teoloji içi bir tartışma sonucu gerçekleşir: Tanrı öğretisinde hayat bulan temel bir değişim sebebiyle aslında. Geç Skolastik dönemde, özellikle Duns Scotus ve Wilhelm von Ockham‘da, Tanrının kayıtsız şartsız hakimiyetinin öne çıktığını görüyoruz. Öncesinde Tanrının özü aklî olanla örtüştürülürken, onun iradesi aynısının altında konumlandırılıyordu. Ve Tanrı eğer sadece akli olanla kayıtlıysa bu şekilde, öyle düşünülüyordu, dolayısıyla olup biten her şey aklın sınırları içerisinde gerçekleşiyorsa şayet, aklî olanın ne olduğunun bilgisini kendileri için iddia eden filozofların Tanrısıyla Kutsal Kitabın sırlara bürünmüş bilinmez Tanrısı arasında hiçbir fark kalmıyordu. Bu noktada da bir daralma, hatta bir sınırlama söz konusuydu o halde. O halde Hristiyan teolojisi rasyonel felsefeyle arasına fark koymak, ondan ayrışmak, Tanrıyı ona çizilen sınırlardan kurtarmak istiyorsa eğer, ki istiyordu, bir şekilde Tanrının özünü onun iradesi olarak belirlemeli, onu onun aklının önüne geçirmeliydi. Geç skolastik dönemde gerçekleşen voluntaristik devrim tam olarak bu işi gördü işte. Metafizik için bu şu demekti son tahlilde: dünya Tanrının onun olmasını istediği gibidir, dolayısıyla o eğer 2+2=5 olsun isteseydi öyle olurdu. Bu şu demekti devamla, Tanrının dünyanın nasıl olmasını istediğini bilmek istiyorsak eğer dışarı çıkmak, bizzat dünyanın kendisine ulaşarak onu tecrübe etmek ve deneylemek zorundayız. Bu çerçevede voluntaristik devrimin yeni zamansal ampirizmin yolunu açtığını söylemek gerekir: Francis Bacon. Orta çağ sonlarına doğru akıl metafiziğinin artık ikrah uyandırmaktan başka hiçbir işe yaramadığını görüyoruz. Boş, faydasız bir retorik, başka bir şey değildi o artık.

4- Descartes ve Locke

Rene Descartes‘a göre dünyayı açıklamak istiyorsak eğer kendi öznel aklımıza güvenmekten başka çaremiz yoktur, yoksa dışımızda, dışarda şeylere içsel ve şeyleri sevk ve idare eden bir akla değil. Kant’ın eleştirel felsefesiyle zirveye ulaşacak olan gelenek bu noktada başlar haddizatında. Kant öncesi yüzyıl rasyonalistlerle ampiristler arasında yaşanan tartışmalara sahne oldu bilindiği gibi. Ve her iki taraf da öznel aklımızın bizi bilgiye nasıl ulaştırabilir olduğunu ve bu bilginin sınırlarının nereye ulaştığını sorguladılar. Rasyonalistler, kısaca, bilincimizde tasavvurların, yani ideaların, bulunduğunu, ki bunlar onlara göre tecrübeden ârî unsurlardır, ve bu ideaların bilinç tarafından üretilmeyip doğuştan var olduklarını, innate, ileri sürdüler: mesela Tanrı. Ve Tanrıyı, dolayısıyla mükemmel ve en üstün olanı, kanıtlanabilir düşündükleri için Descartes’ın açtığı yolda saf akıl temelli bir metafiziğin mümkün olduğunu kabul ettiler. Ampirizm, John Locke öncülüğünde, öncelikle doğuştan geldikleri iddia edilen idealar’ın eleştirisi üzerinden yol aldı. Locke’a göre bilincimiz dışlayıcı olarak yapılan duyumsal tecrübeler üzerinden elde edilen idealarla yetinmek zorundadır, dolayısıyla bütün bilgimiz tecrübeye dayanır. Rasyonalistler bilgi olan bilginin, yani genel geçerliliğe sahip ve kanıtlanabilir olanın, ampirik olamayacağını, nitekim duyumsal tecrübenin değişken ve güvenilmez olması dolayısıyla onun üzerine bilgi kurulmayacağını söylediler. Aslında bu bağlamda tartışma konusu olan akıl kavramının kendisiydi bizzat: bu demek akıl derken bağımsız, yüksek bir idrak becerisinden mi söz ediyoruz, ki onunla birlikte safi tinsel içgörü yoluyla gerçeklik hakkında bilgi sahibi olmak mümkün olsun, yoksa ampiristlerin iddia ettikleri gibi bu mümkün değil midir? Haliyle, ampiristler aklı hiçbir şekilde inkâr etmiyorlardı tabii ki, fakat onlara göre o, yani akıl, bilince tecrübe üzerinden giren tasavvurları düzenlemek, ayrıştırmak ve bir araya getirerek daha komplex tasavvurlar oluşturmak işini gören operatif bir beceriydi dışlayıcı olarak. Rasyonalistler de aklın operatif tarafını inkâr etmiyorlardı kesinlikle, fakat bilimsel bir felsefe için bunun yeterli olmadığına inanıyorlardı. Onlar için bu ancak saf akıldan kaynaklanan bir metafizik olarak mümkündü. Dolayısıyla intellectus/ratio karşıtlığı yeniden gündemde yerini almıştı. 

5- Kant

18. yüzyılda ampirik ağırlıklı aydınlanma felsefesinin güç kazanması sonucu rasyonalizmin akıl kavramı zayıfladı git gide, itibar kaybetti. Ve Leibniz-Wolff geleneğinde yetişmiş olan Kant, David Hume’un da şüpheci düşüncesinin etkisi altında, belirleyici soruyu sordu: bilimsel felsefe ancak metafizik olarak mümkünse, metafiziğin kendisi bilim olarak mümkün müdür? Tabii ki ampiristler gibi metafiziği ortadan kaldırmak değildi niyeti Kant’ın bu soruyu sorarken, haddizatında tam tersiydi amacı, onu yeni ve sağlam bir temel üzerine oturtmak. Ve bunu yapabilmek için öncelikle içgörüsel akıl (intuitive Vernunftkonzeption) kavramını kökten söküp attı. Nitekim bu kavram ona göre görmekle (denken) bakmak (anschauen), dolayısıyla da anlayış (Verstand) ile duyumsama (Sinnlichkeit) kavramlarının birbirine karıştırılması sonucu ortaya çıkan bir karmaşaydı. Anlayış bakamaz çünkü, duyumsama da göremez. O halde Descartes’tan tevarüs eden ve o gün bugündür rasyonalistlerin metafizikî bilgiyi kendisine geri taşımak arzusunda oldukları zihinsel bakış (intellektuelle Anschauung) bir efsanedir. Kant aklı dışlayıcı olarak öznel bir yetenek olarak düşünür bu bağlamda. Dolayısıyla bu çerçevede Verstand (anlayış), Urteilskraft (yargı gücü) ve dar anlamda Vernunft (akıl) arasında fark görür. İlki kavram ve yargılar yeteneği, ikincisi özeli genel altındaymış gibi düşünebilme becerisi, sonuncusu ise prensipler hazinesi (Vermögen). Her ne kadar bu sonuncusuyla birlikte Kant o doğuştan gelen idealar düşüncesini rehabilite ediyor gibi dursa da son tahlilde, mesele öyle değildi tabii ki. Evet, Vernunft’un da kavramları vardı ve Kant bu kavramları idea olarak isimlendiriyordu. Ve ayrıca bunlar Kant’a göre de tecrübeden âriydiler: Tanrı, Özgürlük ve Ruhun Ölümsüzlüğü. Fakat, ki Kant burada başlar aslında, doğuştan gelmiyordu onlar, operatif olarak açıklanabülülerdi. Daş düşebülü, ayu çıkabülü. Görünen o ki Verstand’ımız, yani anlayışımız, tecrübi dünyanın şey ve olaylarını düşünerek açıklığa kavuştururken, dolayısıyla onlar için belirli bir sebep ve uygun şartları ararken, bir ilk sebep ve tüm şartların bir araya gelmesi sonucu oluşan total bir yapı aramadan ve bu arayış çerçevesinde kayıtsız şartsız olana ulaşmadan rahat duramıyor ve vermiyor da. Da işte tam da bunu yaptığı anda Verstand (anlayış) akla gelmiş, Vernunft olmuş oluyor, dolayısıyla aklın idealarına (Vernunftideen) kavuşuyor. Bu ona çok pahalıya mal oluyor ama sonuç itibariyle, nitekim bu şekilde duyumsal tecrübenin sınırlarından öteye geçmiş oluyor ki bilim ancak dışlayıcı olarak bu sınırlar içerisinde mümkün olabilir. Kant’a göre zihinsel dünyaya uzanan bu ayak sürçmesi basit bir hata değildir kesinlikle, haddizatında akla içsel yalanlanamaz bir dürtü sayesinde kaçınılmazdır bile. Fakat insânî sınırları aşan bir idrak sağlamaz kesinlikle. Ve bu şekilde Kant metafizikî geleneğin Tanrı kanıtlarının geçersiz olduklarını ortaya koymuş oluyor. Moses Mendelssohn ona bu başarısından dolayı, ironi yapıyorum ya, Alleszermalmer ismini layık görmüştü, yani her şeyi ezip toz toprak eden adam. Dolayısıyla rasyonel metafizik merkezini kaybetmiş oluyor bu şekilde. Kant için felsefenin söyleyebileceği son söz aklın öznel (subjektiv) oluşudur başka bir şey değil: die kopernikanische Wende.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN