Hegel, mantığın eski metafiziğin (Kant öncesi metafiziğin) yerini alacağını düşünür. Hegel’e göre metafizik Kant’tan sonra kaçınılmaz olarak mantıkla birleşir. Mantık geleneksel olarak; çelişkilerden ve yanılgılardan kaçınmak için insan düşüncesinin kural ve yasalarının tartışılması bilimi olarak kabul edilir. Ancak Aristoteles’te metafizik, var olanın bilimi olarak tanımlanırken Hegel’in genel olarak Kant öncesi metafizik olarak adlandırdığı Leibniz-Wolf ekolünde; Tanrı, ruh ve evrenin bilimi olarak tanımlanmıştır. Buna göre eğer mantığı, insan düşüncesinin kural ve yasalarının bilimi olarak ele alırsak, Kant’ın insan düşüncesinin sonluluğuna yönelik eleştirisi, insan düşüncesi açısından önceki metafizik konuların erişilemez olmasına neden olur. Sonuç olarak Kant, metafizik yerine deneyim bilimini, yani duyular yoluyla bilince verilen bilinç varlıklarının bilimini ele alır. Buna göre Hegel’in kendi mantığının eski metafiziğin yerini aldığı şeklindeki ifadesini kabul edersek (yani Hegel’in mantık bilimine girişte belirttiği gibi Tanrı’yı, ruhu ve dünyayı bilmek Kant sonrası anlamda mümkün olduğu iddiası) eserlerinde yer yer eleştirdiği Kant’ı tanıyan ve onu modern felsefenin temeli olarak gören Hegel’in mantık ile metafiziği nasıl bütünleştirdiğini veya Kant’tan sonra hala Kant öncesi metafizik meseleleri nasıl bildiğini iddia ettiğini sormak mantıklı olacaktır. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, eğer insan bilinci bilgi için yalnızca duyu nesnelerine ilişkin olarak faydalıysa ve Kant öncesi metafizik meseleler (Hegel ve Kant’ın aynı fikirde olduğu) duyu deneyiminde verili değilse, Hegel’in metafiziği yeniden canlandırmaya yönelik çözümü -Kant’ın sebep olduğu değişim düşünülünce- nedir?

Ruhun fenomenolojisi ve mantık biliminin iki farklı ama birbirini tamamlayan görevi vardır. Birincisinin düşüncenin sonluluğunu aşması, ikincisinin ise sonluluktan kurtulmuş düşünceye dayalı Kant sonrası metafiziği kurması gerekiyor. Hegel’in düşüncenin sonluluğunu aşmaya yönelik çözümü, sonsuz düşünceyi kanıtlamak değil, sonlu düşüncenin (nesneye karşı bilinç) yetersizliğiyle yüzleşmektir! Mutlak bilgi, Mutlak gibi bir şeyin bilgisi değil, düşüncenin artık kendisini nesneye karşı bir bilinç olarak görmediği ve bunun yerine mutlak bir düşünce, endişelerinden arınmış bir düşünce haline geldiği bir düşünce konumudur. Bu durumda düşünce kendisiyle varlık arasında aşılmaz bir mesafe görmez artık. Düşünce ile varoluş arasındaki perde düşer. Böylece Kartezyen kaygı insan ruhundan uzaklaştırılmış olur.

Bir sonraki aşamada mantık biliminde saf felsefi çalışma başlar. Bu bilimde filozofun bilinci ile düşünce/varlık arasında bilinç ile ona ait olma arasında –özne-nesne karşıtlığı– karşıtlığı yoktur. Aksine, filozofun düşüncesi düşünce/varlık ile aynıdır. Sonuç olarak, filozof, aktif bir gözlem de olsa, düşüncenin/varlığın genişlemesini basitçe “gözlemler“. Çünkü düşünce/varlık bir tür genişleme, süreçtir ve filozof, (genellikle çok fazla enerji gerektiren) düşüncenin/varlığın genişlemesine eşlik edebildiği ölçüde doğal olarak düşünce/varlık ile bir olur.

Ama burada göz önünde bulundurulması gereken önemli bir nokta var: Metafiziğin mümkün olması şunun ispatına bağlıdır: İnsan düşüncesi ile metafizik konular arasında hiçbir karşıtlık yoktur veya başka bir deyişle bilinç ile kendinde nesne arasında Kantçı bir mesafe yoktur. Hegel bu mesafeyi ortadan kaldırmaktadır. Bilinç ile nesne arasındaki çatışmanın ortadan kaldırılması (dolaylı olarak bu çatışmanın varlığını doğrulamak için sunulan kanıtların yetersizliğini göstererek) bunun göstergesidir. Hegel’in şarihleri bu noktayı çeşitli şekillerde yorumlamışlardır.

Bu şarihlerden birisi olan Pippin’e göre Hegel’in idealizmi üç bileşen içerir: 

  1. Ampirik dünyanın a priori bilgisi mümkündür.
  2. Ampirik dünyanın a priori bilgisi, düşüncenin yine düşünceden elde edilen bilgisidir. 
  3. Yukarıdaki iki bileşenin anlamı, dünyanın kendisinin düşünceden oluşması değildir. Bu aynı zamanda dünyanın bir düşünce varlığı tarafından yaratıldığı anlamına da gelmez. 

Daha ziyade, düşüncenin kendisinin bilinmesinin, anlaşılabilirliği açısından nesnenin olabileceği her şeyi belirlediği anlamına gelir. Hegel’in Gölgeler Diyarı (Hegel’s Realm of Shadows: Logic as Metaphysics in “the Science of Logic”) çalışmasında Pippin, bu farklılıkta aynılık iddiasını Kant’ın “duyusal algının aşkınsal birliği“ni genişleterek ortaya koyar. Kant, Salt Aklın Eleştirisi adlı kitabının, Kategorilerin Aşkınsal Çıkarımı kısmında; düşünen öznenin bütün temsillere eşlik etmesi gerektiğini aksi takdirde bu temsillerin benim temsilim olamayacağını ve haliyle benim açımdan var da olmayacaklarını ortaya koyar. Bu yüzden Pippin’e göre Hegel’in çalışması Kant’ın aşkınsal felsefesinin bir uzantısıdır. Kant ampirik bilginin olanağının koşullarının tartışılmasını aşkın felsefe olarak adlandırmıştı. Kant’ın aşkın projesinin sınırlılığı, bilişsel düşüncenin fenomenlerle sınırlandırılmasında ve kendinde şeylerin bilişin erişiminden dışlanmasında ortaya çıkar. Hegel, Pippin’e göre aşkınsal felsefenin olanaklılık koşullarını sorgular ve böylece “sonsuz düşünce” adını verdiği şeye ulaşır. Pippin’e göre sonsuz düşünce, yalnızca duyusal deneyimin anlaşılabilirliği değil, herhangi bir şeyin anlaşılabilirliği ile aynıdır. 

Kant’ın aşkınsal felsefesinden (Hegel’e göre şüpheci idealizmden) Hegel’in mutlak idealizmine doğru belirleyici adım, Fichte’nin öznel idealizmi ile mümkün olmuştur. Fichte, düşüncenin nesneyi anlaşılabilirliği açısından belirlemek için saf duyusal sezgilere (uzay ve zaman) bağlı olmadığını, duyusal algının aşkın birliğinden başlayarak nesneyi tamamen özerk bir şekilde tanımlayabileceğini iddia etmiştir (aklî şuhut yoluyla). Bu yüzden Pippin, Fichte’yi verili şey üzerindeki gizem perdesini ortadan kaldıran ilk filozof olarak kabul eder. Pippin’in Hegel’ine göre Fichte’nin çalışmasının sorunu, felsefe sistemini planladığı gibi gerçekleştirememesiydi ve bu, Hegel’e göre, Fichte’nin duyusal algıya (öz farkındalık=ilişkiye) ilişkin tatmin edici olmayan teorisinden kaynaklanıyordu. 

Bu yüzden Pippin’e göre, Hegel’in ruh fenomenolojisi aslında Fichte’nin öz-farkındalık sorununun çözümüdür. Eğer öz-farkındalık genel olarak her şeyi bilmenin temeli ise ve eğer öz-farkındalık şeylerden bir şeyler almakta yetersiz kalıyorsa (Fichte’nin daha sonra Bilim Doktrininin sonunda kabul ettiği gibi, 1795) ve eğer bu, öz-farkındalığın henüz diğer benliği kendi içine dahil edemediği ve dolayısıyla ötekiyle yüzleşmekten kaçınamadığı anlamına geliyorsa, felsefe çalışması doğru yola girmiş demektir. Öz-farkındalığa (kendisiyle bir olan ama diğerinin de kendisini sabit bir şekilde dahil ettiği bir bilinç) ilişkin kapsamlı ve engelleyici bir teori elde edildiğinde, bu öz-farkındalık teorisinde (ruhun fenomenolojisi), bilinç ile nesne arasındaki karşıtlık çözümlenir; bu, bilincin (mutlak bilgi olarak) kendisini herhangi bir şeyin anlaşılabilirliği olarak kurduğu anlamına gelir. Dolayısıyla Hegel ve Pippin’e göre mutlak bilgi, bilinç ile herhangi bir nesne arasındaki karşıtlığın ortadan kaldırılması konumu olduğuna göre, bilinç ile nesne arasında bu durumun olduğu söylenebilir. Kimlik, kimliksizlikte kurulur, çünkü dolayımlı öz-bilinç = mutlak bilgi, her şeyin anlaşılabilirliği ile aynıdır. Bu iddia için Pippin, diğer şeylerin yanı sıra McDowell’in görüşlerinden birine atıfta bulunur: “Sınırlama, düşünülecek şeyin dışından değil, düşünmenin dışından düşünmeye dayatılır“. Düşünme, genel olarak her şeyin anlaşılabilirliğidir ve ancak düşünceyle çatışmamış (mutlak bilgi konumuna yükseltilmemiş) düşünceye sınırlı denilebilir.

Dolayısıyla, Hegel’in mantık bilimi, sonsuz düşüncenin genişletilmesinden veya genel olarak anlaşılırlığın düşünce belirlenimleri (ki bu, genel olarak varoluşun/her şeyin belirlenimleriyle aynıdır) biçiminde detaylandırılmasından oluşur. Pippin’e göre Hegel de Kant gibi anlaşılırlığı özne-nesne yargısı biçiminde tanımlar ve mantığın üç bölümü aslında yargı biçiminde bilişin en yüksek biçimine ulaşma çabasıdır.

Pippin, Hegel’in mantığının üç bölümüne ilişkin şu muhteşem formülasyonu sunar:

Varoluşun mantığı: A, B’dir.

Dış ilişkiye dayalı açıklama

Özün mantığı: A doğası gereği B’dir.

Tek yönlü deterministik ilişkiye dayalı açıklama

Kavramın mantığı: A iyi bir B’dir.

İki yönlü determinizme dayalı açıklama (iç amaç).

Abuzer DİŞKAYA