Artık seninle duramam
Bu akşam çıkar giderim
Hesabım kalsın mahşere
Elimi yıkar giderim

Bozar mı sandın acılar?
Belaya atlar giderim
Kurşun gibi, mavzer gibi
Dağ gibi patlar giderim

Yusuf Hayaloğlu

Ve Allah Eyüb’e cevap verir …

Kimmiş o akılsız kelimelerle kararımı karartan, çık karşıma, dik dur, cevap ver bana, hadi anlat. Ben dünyayı yaratırken neredeydin sen, konuş, aklın eriyorsa söyle. Onu takdir edenin, ölçüp biçenin kim olduğunu biliyor musun? Direkleri neyin üzerinde duruyor onun haberin var mı senin, köşe taşlarını kim kurdu vakti zamanında, sabah yıldızları sevinçten çıldırıp Tanrının tüm çocukları mutluluktan ağlarken? Denizin kapılarını kim kapattı acaba, ana kucağından kaçar gibi dışarıya taşarken? Onu bulutlarla giydirip, kundaklar gibi karanlıkla ben sarmadım mı, ben çekmedim mi onun sınırlarını, kilitleri ben vurmadım mı ona, ancak buraya kadar, bir adım daha ileri değil diyerek onun gururla yükselen dalgalarını ben susturmadım mı? Zamanının karşısına sabahı çıkartın mı hiç, kızıl karanlığa yerini gösterdin mi, dünyayı bir örtü gibi uçlarından tutup silksin, kafirleri döksün yok etsin diye? Mühür altındaki balçık gibi şekil alır değişir, erir, bir elbise gibi renklenir. Ve kafirler karanlıkta kalacak, kalkan kolları kırılacak. Denizin kaynağına indin mi, dolaştın mı onun derinliklerinde uzun uzun? Ölüm kapılarını açtı mı sana hiç, sen karanlığı gördün mü? Dünya ne kadar geniş biliyor musun? Söyle biliyorsan, durma. Işığın yurduna hangi yoldan gidilir, karanlığın memleketi nerededir, onlara yollarını gösterebilir misin, onları evlerine ulaştırabilir misin? Hani bilmediğin hiçbir şey yoktu ya senin, her şeye aklın eriyordu ya hani, ordaydın ya her şey olurken, o kadardır varsın ya, söyle işte, durma. Söyle, kar nereden gelir, dolu nereden yağar? Hüzün günleri için, savaş için kenara koydum ben onları. Işığın ikiye ayrıldığı, doğu rüzgarının dünyaya sarıldığı yere gittin mi hiç? Aniden yağan yağmura, gök gürültüsüne, şimşeğe kim açtı o yolları, düşsün kimsenin olmadığı toprağa diye, insin sessiz çöllere, sessizlik, yabanilik beslensin ot bitsin diye. Yağmurun babası var mı sence? Çiğ damlalarını kim hamile bıraktı, buz kimin rahminden düşer, kırağıyı kim doğurur, su taş olmuş gibi saklansın, yüzü donsun buz kessin diye? Yediyıldızları birbirine bağlayabilir misin, Orion’u azad edebilir misin? Burçların yıldızlarını tam da doğru zamanda çıkarabilir, görünür kılabilir misin, ayıya yavrularıyla birlikte yol gösterebilir misin? Gökyüzünün düzenini biliyor musun sen, ya da onun yerküre üzerindeki hakimiyetini sen mi kurdun? Sesini semaya ulaştırabilir misin, seller yağdırabilir misin üzerine? Şimşekler gönderebilir misin, gelip önünde dursun, emrine amadeyiz desinler diye? Leyleğe bilgeliği, horoza idraki kim verdi? Bulutları sayacak kadar bilgi kimde var? Gökyüzünün küplerini kim boşaltabilir ki yere, yer döküm gibi sertleşip, katman katman birbirine yapıştığında? Aslana avını verebilir misin, yavru aslanı doyurabilir misin, onlar mağaralarında yatar, zulalarında beklerken? Karganın sofrasını kim kurar, yavruları Allah Allah deyip açlıktan şaşkın şaşkın kanat çırparken? 

Eyüp, 38/ 1-41

(Çev: Mustafa Küçükhüseyin)

1

Jacques Derrida için söylenir, bazen konuşmaya başladıktan hemen sonra konuya girmeden önce müsaade ederseniz küçük bir …, wenn Sie bitte erlauben, eine kleine Abschweifung der, ardından dakikalarca oralarda buralarda, alakasız, sözde alakasız, yerlerde dolaşır, döner gelir sonra da bir iki dakika belirlenmiş konuyla ilgili bir şeyler söyler konuşmayı tamamlarmış. Bu Derrida’nın kişiliğiyle ilgili bir durum olmaktan çok kendisinin felsefi duruşuyla alakalı bir şey tabii ki, şayet her ikisi arasında bir fark göreceksek o da, yoksa adam ne ise o. Bir şekilde sirayet ediyor işte, the medium is the message nitekim. Aslında kenarların merkeze taşınması, dolayısıyla ve haddizatında merkezin sorgulanması, neyin kenar neyin merkez olduğunun sorulmasının performe edilişi tamamıyla. Yorum ve yorumlanan, by the way, übrigens, bu arada, à propos kayıtlamasıyla başlayan cümlelerle öyle başlamayan geri kalanın, birincil ve ikincil olanla aralarındaki proporsiyonların, isterseniz orantıların da diyebiliriz, tersyüz edilmesi anlamına gelir bu bir yerde. Hani sadede gel dersiniz ya siz Türkler, o gelmez sadede işte, inat eder, direnir, saded varsa o da. Lass die Hoffnung fahren, erst dann beginnst du zu leben demiştim bir keresinde tatlı bir kıza, umut ettiğin sürece yaşamazsın yani, umut etmekten vazgeçersen ilk önce başlarsın. Ne alaka demeyin, arayın bulun işte. Kimilerine göre yaşamak umut etmektir oysa. Kim nasıl isterse artık, jeder nach seiner Fasson. Son anda yetiştim, hızlıca bindim ve Rumeli Kavağı dedim. Şoför döndü geriye baktı, kusura bakmayın ama dedi sonra maskesiz alamam sizi. İsterseniz karşıdaki büfeden maske alıp gelebilirsiniz, ben beklerim. Aslında inat eder maskesiz binebileceğim bir taksi gelene kadar beklerdim, fakat acilen eve gitmem gerekiyordu, dolayısıyla istemeye istemeye de olsa şoförün teklifini kabul ederek bir maske satın alıp geldim. Sanırım dedi şoför biraz yol aldıktan sonra bu hastalığı pek ciddiye almıyorsunuz. Bilmiyorum dedim, belki gerçekten de öyle, fakat üzerinde düşünmedim hiç, maske takmayı sevmediğimi biliyorum ama, rahatsız oluyorum, sağlıksız üstelik ve daha da önemlisi bütün güzelliğimi örtüyor. Güldü, birçok arkadaşımı kaybettim dedi sonra bu illetten, ciddiye alsanız iyi yaparsınız. Benim de birkaç tanıdığım aynı hastalıktan öldüler dedim, fakat bana bir şey olmadı, ki iki yıldır Türkiye ve Avrupada bir çok yere gidip geldim üstelik. Tam Türk kafası seninkisi dedi bu sefer bir hışımla siz’den sen’e geçerek ve akıllanmayacaksınız vesselam diyerek kafasını sağa sola salladı. Aha dedim düştü, zaten canım sıkık, iş olsun işte. Ben Türk değilim ki dedim rahat bir ses tonuyla. Türkçe konuşuyorsun ya dedi biraz sinirlenerek. Yani dedim her Türkçe konuşan Türk olmak zorunda mı? Sen dedi ama Türk gibi Türkçe konuşuyorsun. Annem Babam Türktü, onun içindir, ama ben kendim Almanım dedim, Almanya’da geçirdim bütün hayatımı. Anladım dedi, işçisin, hayır dedim felsefeciyim. Ne anladı bilmiyorum, fakat önce bir durdu, sonra aynaya baktı, sonra önüne, sonra sustu. Ardından kusura bakmayın ama size katılamayacağım diyerek tekrar sen’den siz’e geçti ve konuyu kapatır gibi oldu. Biraz sessizlik oldu sonra, o sustu ben sustum, ama bekliyorum, gelecek. Peki diyerek geri döndü beklediğim gibi biraz sonra nitekim, aşı hakkında ne düşünüyorsunuz? Bilmiyorum dedim yine, fakat çok yeni daha, dolayısıyla yan etkileri henüz tam olarak bilinmiyor. Beklenilen korumayı ne kadar sağladığı da belli değil üstelik, oldukça riskli olduğunu düşünüyorum ayrıca. Olmayacaksınız yani dedi, hayır dedim, olacağım. Şaşırdı, durdu, önüne baktı, sonra aynaya, yani bana, sormasını beklemeden ben devam ettim: olacağım, çünkü restaurantların, sinemaların, alışveriş merkezlerinin kapılarında sorun yaşamak, havalanlarında işlerini beceremeyen dangalaklarla tartışmak, en önemlisi de tanımadığım insanların önünde ağzımı açmak ya da burnuma girmelerine müsaade etmek istemiyorum artık. Yani dedi hafif bir tebessümle sağlığınız için değil rahatınız için aşı olacaksınız öyle mi? Aynen öyle dedim, nitekim sağlığım için aşı olmam gerektiğini düşünmüyorum. Tuhafsınız dedi, güldü, yine kafasını salladı, he dedim biraz öyleyim. Sanırım rahatlamıştı. Memnun oldum dedi inerken, ben de dedim ve ekledim, eğer bu akşam ya da yarın ya da sonraki gün ya da her ne zamansa artık, gazetede, TVde ya da her nerdeyse işte ”maskenin onu koruyacağına inanmıyordu, ama maske takmadığı için öldü” diye bir haber duyar, okur, ya da görür ve o ölen kişinin ben olduğumu farkederseniz bir şekilde, bunun sadece bir tesadüf olduğunu unutmayın lütfen olur mu? Güldü, anladı mı anlamadı mı bilmiyorum.

2

İlk doz aşımı 15 Kasımda oldum, ikincisini ise son cuma (03.12.201). Aslında çok pratik. İnternet üzerinden randevu alıyorsunuz ve gerisi artık belirlenen tarih ve saatte belirlenen yerde ve aşı olmaktan ibaret. Her iki seferde de aşıyı yapan hanımefendi çok başarılıydı, eli hafif diyorsunuz ya siz Türkler, öyle işte, özellikle de ikincisinde. Ben henüz daha aşı olup olmadığımın farkına varmadan aşı olmuştum bile. Teşekkür ettim, hiç acımadığını ve çok memnun olduğumu söyledim. O da memnun oldu, sevindi, güldü ayrıca. Bir insanı güldürmek, mutlu etmek, kendisini önemsemesine, değerli olduğunu hissetmesine vesile olmak dünyanın en güzel şeyi belki de, muhtemelen Allah’la yüzyüze gelmek gibi. Kim demiş ki Allah görünmez diye. De meselenin bir de öncesi var ama. Randevum 14:30’daydı ve 14:28’de sağlık ocağının kapısından içeriye girdiğim anda telefonum çaldı. Buyrun dedim, Mustafa beyle mi görüşüyorum dedi, evet dedim. Hastaneden arıyorum dedi, geç mi kaldım acaba diye geçirdim aklımdan bir an, saate baktım, yoktu öyle bir şey, şu anda girdim hastaneye dedim geliyorum, ben gelmeyin diyecektim dedi. Telefonları kapattık sonra, karşımda duruyordu hanımefendi çünkü. Altı kişiyi toplayamadık ve altı kişi olmayınca açamıyoruz maalesef dedi. Anlamadım, fakat benim bugün bir şekilde aşı olmam gerekir dedim. Kısa bir süreliğine Almanya’ya gitmem gerek çünkü ve her an gitmek zorunda kalabilirim, dolayısıyla gerekli olan iki haftalık süreyi tamamlamış olmak için ne kadar erken aşı olursam o kadar iyi. O halde doktor hanımla görüşün dedi ve beni kendisine yönlendirdi. Hanımefendi son derece nazik ve kibar, biraz da maternalistik, aslında biraz daha fazla, bir dille o gün neden aşı olamayacağımı anlatmaya çalıştı, ben de dinledim. Kısa bir süre sonra söylemesi gereken her şeyi söylediğine ve benim de söyleneni anladığıma, haddizatında anlamak zorunda olduğuma kani bir halde sözlerini noktaladı ve anlayıp anlamadığımı sorarcasına, aslında ve sadece anladığıma yönelik onayı almak için bana bakar durarak sözü bana bıraktı. Ben benim bugün bir şekilde aşı olmam gerek diye daha önce söylediğimi tekrarladım sadece. O da tekrarladı söylediklerini, ben de tekrarladım bir daha. Beyefendi, size açıklamaya çalışıyorum dedi en sonunda neden bugün aşı olamayacağınızı, ben de anlıyorum, fakat damit kann ich mir nichts kaufen dedim, baktı, yani dedim açıklamalarınızla hiçbir şey satın alamam, daha da yani, açıklamalarınız bir işime yaramaz, benim bugün bir şekilde aşı olmam gerek. Kadın sinirlendi, tanıdığınız bir arkadaşınız var mı dedi sonra aşı olmak isteyen, varsa arayın gelsin hemen. Önceden söyleseydiniz gelirken birkaç tane getirirdim dedim, sonra da benimle dalga mı geçiyorsunuz, ne yani sokaktan adam mı toplamalıyım bugün aşı olabilmek için? Allah’ın işi işte, tam o sırada bir genç geldi, aşı olmak istediğini söyledi, üstelik randevusu da yoktu, yani tam istenilen gibi. Beş’i bulmuştuk artık, bir kişi daha gerekiyordu. Doktor hanım bana baktı, sanki bak, gördün mü, boşuna tantana yaptın der gibi, ben oralı olmadım, gözlerimi çevirdim, anladı, tamam dedi görevliye, siz açın, beyefendiyi bekletmeyelim, biz bir şekilde hallederiz gerisini. Mustafa bey buyurun dedi aşıyı yapan hanımefendi bunu  üzerine, şöyle alayım sizi, gerisi malum. Aşı olduktan sonra ayrılmadan önce doktor hanıma uğradım, teşekkür ve şayet saygısızlık yaptıysam hoş görmesini rica ettim, özür diledim. Sanırım biraz alınmıştı, bana göre haksız olarak. Nitekim randevuya iki dakika kala arayarak gelmeyin demek öyle çok da kolay anlaşılabilir bir durum değildi, kaldı ki onca açıklamayı yapana kadar biraz bekleyin diyebilir, ardından, gerekirse, kusura bakmayın fakat aşınızı bugün burada değil şu kurumda olacaksınız diyerek beni, ben üçüncü kez benim bugün bir şekilde aşı olmam gerek dedikten sonra yaptığı gibi, söz konusu kuruma yönlendirebilir, dolayısıyla bugün aşı olamayacaksınız negatif cümlesini hiç kurmayabilirdi. Doktor hanımın bana yaptığı açıklamaları biraz da Allah’ın Eyübe verdiği cevaba benzettim aslında. İkisi de son tahlilde hiçbir işe yaramıyordu ortalığı germekten başka. Doktor da Allah da bir türlü sadede gelemiyor, eee, tamam da, ne olacak şimdi sorusuna cevap veremiyorlardı? Lafı döndürüp, dolandırıp duruyor, her ikisi de aslında duruma rıza göstermelerini istiyorlardı muhataplarından.

3

Kafam karıştı, burası çok önemli ama. Eyüp eğer Yahudi olsaydı adalet isterdi diyor George Steiner -biz Müslüman olsaydı da diye ekleyelim isterseniz- ama o anlam’ın (Sinn) peşinde. Onun meselesi Allah’ın derdi ne? onu kavramak. Augustinus‘un wenn du es begreifst ist es nicht Gott, kavrayabiliyorsan Allah değildir‘ine ön alıcı bir reddiye adeta. Yoksa kimseden hesap sorduğu falan yok kimsenin, dolayısıyla Allah’ın lafı evirip çevirmesine de gerek. Eğer hepsi buysa çünkü, bu kadarsa yani, eğer karşı karşıya kaldığı Allah kendisini in unbegreiflichen Schrecken auflöst, kavranamaz felaketlerde görünmez kılıyorsa, dolayısıyla, Karl Barth‘ın ifadesiyle, ein Gott ohne Gott, yani Allahsız bir Allah‘sa, işimiz yaş demek. Sinn demişken, geliyor insanın aklına işte, Bedeutung, merhum Gottlob Frege. Özellikle geçen akşam (02.12.2021) bir kitapçıda, bodrum katında, karşılaştığım manzaradan sonra. Manzara bir tarafa da, Allah, Muhammed ve Kutsal Kitap aşkına, bodrum katında kitapçı olur mu hiç ya, özellikle de felsefeyle ilgili kitaplar bodruma indirilir mi? Performatif mi olsun istemişler ne dedim önce, yani düşüncenin, Martin Heidegger‘nın ifadesiyle, daraltmasını, bedrängen, nefessiz bırakmasını bizzat ve birebir yaşayalım mı dertleri yoksa? O kadar da değil tabii ki, nerde bunlarda o kafa. Platon‘un mağarasına özenmişlerdir belki de, mi acaba?, da o zaman da, her şeyi olduğu gibi, onu da yanlış anlamışlar ama. Nitekim bodruma indirdikleri bodrumdan çıkartmak için Yunanda. Ya da sinsi bir satış stratejisi hepsi, yakışır hani, hani al da, her anlamda, çık der gibi yani. Yok, hiçbirisi, bu olsa olsa Türk aklının sinekten yağ, binadan kat çıkartma paradigmasının farklı bir yansımasıdırda karar kıldım en sonunda, evet, tam olarak öyle haddizatında, ne olaki başka? Neyse, Frege’de kalmıştık. Yaşayan en önemli Fregetanırlardan (Fregekenner) Lothar Kreiser‘dan bir alıntıyla devam edelim o halde:

Zu Lebzeiten nur einem kleinen Kreis von Spezialisten bekannt und vom Großteil seiner Jenaer Kollegen missachtet, findet sich sein Name selbst in den Sechziger Jahren nicht einmal in den gängigen Philosophielexika. Nur in der Tradition des Wiener Kreises, durch die Wertschätzung Russells und vor allem durch die Vermittlung seiner Schüler Carnap und Wittgenstein, wird er hin und wieder erwähnt. Erst mit dem Erscheinen von Dummetts Fregebuch 1973 setzt in der analytischen Philosophie ein wahrer Fregeboom ein. […] Die von der analytischen Philosophie geführte Fregedebatte (anders als die Fregerezeption in der deutschsprachigen Forschung) kreiste von vornherein um die sogenannten semantischen Schriften Freges, also insbesondere die Aufsätze »Über Sinn und Bedeutung«, »Funktion und Begriff« und »Der Gedanke«, und die zugehörigen nachgelassenen Texte. Diesen Schwerpunkt hatte wohl Carnap in »Meaning and Necessity« gesetz.

Hayattayken çok dar bir uzman çevre tarafından tanınan ve meslektaşlarının çoğunun itibar etmediği Frege’nin ismine altmışlı yıllarda genel geçer felsefe sözlüklerinde dahi rastlanmaz. Sadece Viyana Çevresi geleneğinde, Russell’ın değer vermesi ve özellikle de öğrencileri Carnap ve Wittgenstein’ın aracılığı üzerinden, ismi ara sıra zikredilir. İlk olarak Dummett’ın 1973’de yayınlanan Frege kitabı sonrası Analitik Felsefede gerçek bir Frege furyası başlar. […] Analitik Felsefede yürütülen Frege tartışması (Almanca Frege okumalarından farklı olarak) en başından itibaren Frege’nin semantik (ağırlıklı) oldukları söylenen metinlerine yoğunlaşır, özellikle de »Über Sinn und Bedeutung«, »Funktion und Begriff« ve »Der Gedanke« makalelerine ve geride bıraktığı aynılarıyla ilintili metinlere yani. Bu yoğunlaşma muhtemelen Carnap tarafından »Meaning and Necessity«yle birlikte belirlenmişti.

Michael Dummett Über Sinn und Bedeutung‘un başlığında mevcut iki kavramın İngilizce çevirileri hakkında şunları söyler:

The word Sinn translates readily as ‘sense‘. The word Bedeutung … Neither of the English words, ‘meaning‘ and ‘reference‘ … is satisfactory. It will here be left in its native form. 

Sinn kelimesi kolayca ‘anlam‘ olarak tercüme edilebilir. Bedeutung kelimesi [için ise] İngilizce kelimelerden her ikisi de, ‘meaning‘ ve ‘reference‘, yeterli değil. Dolayısıyla burada olduğu gibi kullanılacak. 

Max Black‘in, söz konusu çevirinin sahibinin yani, bu bağlamdaki açıklamaları şöyle:

In trying to prepare a literal translation which will not sound foreign, one runs into obvious difficulties. In the present instance, these are aggravated by the novelty of Frege’s ideas and the consequent lack of a settled terminology for their expression. (Thus some may object to my choice of “refer to” for bedeuten and “referent” for Bedeutung. But “denote” is misleading, “designatum” clumsy, and “nominatum” -Carnap’s suggestion- too new for general acceptance.) The translator is also harassed by Frege’s fondness for parenthetical qualifications and his liberal use of untranslatable German particles. 

Kulağa yabancı gelmeyen harfi bir çeviri hazırlayabilme çabası açıkça bilinen zorluklarla karşı karşıya kalıyor. Eldeki örnekle ilgili olarak bu zorluklar Frege’nin düşüncelerinin yenilikleri ve aynılarının dışa vurumunu sağlayacak oturmuş bir kavramsal çerçevenin olmayışı dolayısıyla daha da ağırlaşıyorlar. (Dolayısıyla bazıları benim ‘bedeuten’ için ‘refer to’ ve ‘Bedeutung’ için ‘referent’ [kelimelerini] seçmiş olamama karşı çıkabilirler. Fakat ‘denote’ yanıltıcı olur, ‘designatum’ kullanışsız ve ‘nominatum’ -Carnap’ın teklifi- genel kabul için henüz daha çok yeni.) Bunun yanı sıra Frege’nin parante(z)tik özellemelere düşkün oluşu ve çevrilmesi mümkün olmayan Almanca partikelleri cömertçe kullanması çevirmeni ayrıca zora sokuyor. 

Bodrumda Jürgen Habermas‘la ilgili yazılmış küçük bir kitabın, adı üstünde a very short introduction, Türkçe çevirisinin sayfalarını karıştırırken henüz daha ilk sayfasında karşılaştığım yukarıda sözünü ettiğim manzarayla birlikte geldi aklıma bütün bunlar. Müellifin his range of reference is prodigious şeklinde verdiği cümle, çevirmenin kendilerini Analitik Filozof sanan bazı dangalakların uydurdukları en az kendileri kadar dangalak olan bir kelimeye gönderim yapması dolayısıyla gönderimlerinin sınırları olağanüstüdür‘e dönüşmüştü. Birkaç sayfa daha ilerledim, üzüldüm … Bıraktım sonra, çıktım bodrumdan …

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN