Immanuel Wallerstein’ın, ‘Dünya Sistemleri Analizi (World-Systems Analysis: An Introduction)’ başlıklı kitabı, adından da anlaşılacağı üzere, meta-anlatılar içeren makro teorik bir kitaptır. Dünya Sistemleri Analizi, 20. yüzyılın ikinci yarısının en önemli akademik büyük anlatılarından biridir. Sosyal bilimler üzerindeki etkisi dikkate değerdir.
Kitap, dünyanın dört bir yanındaki sosyoloji ve tarih bölümlerini önemli ölçüde şekillendirmiş, disiplinler arası alan araştırmalarına ilham vermiştir. Belki daha da önemlisi, dünyadaki pek çok sosyal hareket, dünya sistemleri analizinin teşvik ettiği içgörülerden ilham alarak akademik kavramları gündelik konuşma diline çevirmiş ve bazı unsurları küresel yönetişim kurumları tarafından özümsenmiştir.
Dünya Sistemleri Analizi, temel olarak 16. yüzyıla kadar uzanan modelleri ve bağlantıları ortaya çıkararak tarihsel olayları açıklar. Böylece dünya sistemleri kuramcılarının yaşamlarımızı etkileyen sosyal sistemleri görünür kılmasına olanak tanır. Bu araştırma tarzının kurucularından biri olan Wallerstein için dünya sistemleri teorisi, bu sisteme nüfuz eden çatışmaları ve çelişkileri ön plana çıkarmayı ve açıklamayı amaçlamaktadır.
Başlığından da anlaşılacağı gibi DSA, mezkur entelektüel hareketin ortaya çıkmasına neden olan tartışmalara ve olaylara geniş bir perspektifle yaklaşır. DSA’nin ilk yarısı hareketin epistemolojik, makro-ekonomik ve politik temelleriyle ilgilenirken, sonraki bölümler Wallerstein’ın görüşüne göre şu anda ortaya çıkmakta olan sistemik krizi ele alır.
Wallerstein’ın dünya sistemleri analizine girişi, epistemolojik değişimleri anlamlı bir şekilde ele alır ve çoğu modern üniversitenin fakülteleri ve bölümlerinde kristalleşen temel disiplinlerin ortaya çıkışını açıklar. Wallerstein, hayranlık uyandıran bir dille modern akademik disiplinlerin (siyaset bilimleri, ekonomi ve sosyoloji) ortaya çıkışının izini sürer. DSA, ‘kalkınmanın’ sosyal bilimlerde nasıl merkezi bir kavrama dönüştüğünü ve neden giderek daha fazla eleştirinin konusu haline geldiğini açıklar. Dünya sistemi teorisyenleri için, kalkınma paradigması, dünya ekonomisinin çekirdeğindeki güçlü ulus devletlerin daha zayıf devletlerin gelişimini durdurduğu daha büyük bir sistemin varlığını maskelemektedir.
Wallerstein, dünya sistemleri teorisinin ortaya çıkmasına neden olan dört ana tartışmanın ana hatlarını şöyle çizmektedir:
- Raúl Prebisch ve diğerleri tarafından 1950’lerde geliştirilen çekirdek-çevre ilişkileri kavramı, uluslararası ticaretin eşitler arasında bir ticaret olmadığı fikridir. Wallerstein için çekirdek ve çevre süreçleri, tekelleşme ve dolayısıyla karlı olma dereceleri açısından farklılık gösterir. Çekirdekteki ekonomik süreçler, çevredeki süreçlerden daha tekelci olma eğilimindedir.
- Komünist bilim adamları arasındaki Asya üretim tarzı tartışması. Marx’ın yazılarında, kölelik ve feodalizmin yanı sıra, büyük bürokratik ve otokratik yönetimler tarafından örneklenen bir üretim tarzını tanımlayan üçüncü bir kategoriye odaklanması.
- Dobb ve Sweezy’den ilham alan feodalizmden kapitalizme geçiş tartışması.
- Annales okulunun dünyanın dört bir yanındaki tarihçiler arasında (özellikle Brezilya ve Polonya’da) yaşanan ‘toplam tarih’ tartışması.
Dünya sistemleri teorisinin en önemli kavrayışlarından biri, liberalizmden esinlenen kalkınma paradigmasının temelini oluşturan ‘ilerlemenin kaçınılmazlığı‘ tezinin şüpheci bir şekilde reddedilmesidir. Dünya sistemleri teorisyenleri için ilerleme bir kesinlikten çok bir olasılıktır ve feodalizmden kapitalizme geçiş kaçınılmaz bir durum değildir. Dahası, dünya sistemi analistleri için kapitalizm kendi yıkımının tohumlarını taşır. Marksist düşünceden de etkilenen Wallerstein’ın çalışması, kısaca dünya kapitalist sisteminin ölümcül krizi etrafında dönmektedir.
DSA, kapitalist sistemin içsel çelişkilerinin geniş bir taslağını çizer: Sistem tüketicilerin satın alma gücüne bağlıdır ve işgücü maliyetlerini düşürerek sermaye biriktirme eğilimi taşımaktadır. Dünya ekonomisinin merkezinde yer alan güçlü devletler, serbest piyasanın işleyişini bozarken kapitalist sistemde çok ilginç bir şekilde merkantilist rol oynarlar. Devlet emeğin akışını kısıtlar; bir patent sistemi, ticaret kısıtlamaları ve sübvansiyonlar getirerek rekabeti azaltır ve bölgelerin jeopolitik dengesini değiştirmek için askeri güç kullanır.
Wallerstein, esas olarak dünya kapitalist sisteminin makro-ekonomik krizine odaklansa da, onun çöküşüne katkıda bulunan siyasi / ideolojik ve kültürel değişimleri de tasvir eder. DSA’de Wallerstein, 19. yüzyılın sonlarında liberal merkezin siyasi olarak sağlamlaşmasını ve hegemonik, liberal bir jeo-kültürün yükselişini özetlemektedir. Wallerstein, bu liberal jeo-kültürün ‘1968 dünya devrimi’ dediği şey tarafından büyük ölçüde zayıflatıldığını savunmakta; ancak Wallerstein’a göre 1968 şoku, mevcut krizi açıklamaya yetmemektedir. 1968 olaylarının kapitalist sistemin yapısal tükenişinin bir belirtisi olduğunu iddia etmektedir. Fabrika fiyatlarındaki yarış, endüstrinin kar marjlarını ciddi şekilde azaltsa da sürmeye devam etmiş ancak bu durum, spekülasyon kaynaklı yatırımlara, dünya ekonomisinin finansal istikrarsızlaşmasına ve işgücü piyasalarında artan oynaklığa doğru bir kaymaya yol açmıştır.
Demokratik hükümetler, toplumlarını önemli ölçüde yeniden şekillendirme ve istihdam yaratma yeteneklerini kaybetmişlerdir. Sonuç olarak, vatandaşlar demokrasi idealiyle hayal kırıklığına uğramışlardır. Evrimsel ilerleme umutları, birdenbire çok daha az kesin ve öngörülebilir olan bir gelecek korkusuna dönüşmüştür. Özellikle bir ekonomik krizden diğerine savrulan daha zayıf devletler, genellikle Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından öngörülen ‘yapısal uyum’ önlemlerine yönelik baskılara dayanmakta zorlanmışlar; liderlerine olan inancını giderek daha fazla yitiren yoksul çoğunluğun hoşnutsuzluğunu körüklemiştir.
20. yüzyılın son otuz yılında küresel politik ekonomiyi tanımlayan bu istikrarsızlık, yaygın kafa karışıklığı ve korku iklimi içinde, sol ve sağ siyasi partiler giderek daha radikal değerler öne sürmeye başlamışlardır.
Abdullah YARGI