وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَىٰ ۖ قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن ۖ قَالَ بَلَىٰ وَلَٰكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي
Bakara Süresi, 260.
Tanrı bu ayette kendisi ile insan arasındaki ilişkinin nasıl, dolayısıyla hangi doğru-kabul-etme şekli üzerinden gerçekleşmesi gerektiğini açıkça ifade ediyor aslında. Ben kendi adıma şu kadarını söyleyebilirim ki, bu ayeti anladıktan sonra Tanrı ile olan ilişkimi aynısını anladıktan önce olduğu zeminden çok farklı bir zemine taşıdım. Önce doğru-kabul-etme derken ne demek istiyorum onu söylemem gerekir.
Söz konusu kavrama Jürgen Habermas‘ın Für-Wahr-Halten kavramını Türkçeye aktararak ulaştım. İnsan ilişkisel bir varlıktır, bu demek sürekli bir ilişki içerisindedir. Öncelikle kendisiyle, ardından diğer insanlarla ve sonrasında çevre, bu demek dünyayla ve en nihayetinde de öte, Metafizikle yani, dolayısıyla Tanrıyla bir ilişkisi vardır. Bu ilişkileri pratik ve teorik olarak iki farklı boyutta ele alabiliriz. Söz konusu pratik boyut, söz konusu ilişkide sergilediğimiz davranışları kapsar ve aynılarının, bu demek söz konusu davranışların altında aynı ilişki çerçevesinde geçerli olan teorik boyut yatar. Teorik boyutu bir ilk adımda haberdar-olma olarak verebiliriz en kısa şekliyle ve aynısını bir ikinci adımda bu haberdar-olma bağlamında haberdar olduğumuzdan haberdar olduğumuz kadarıyla emin olma, dolayısıyla aynısını doğru-kabul-etme kavramıyla tamamlayabiliriz. Bu demek önce haberdar oluruz, ardından haberdar olduğunuzun doğruluğunu belirleriz ve son noktada belirlediğimiz bu doğruları davranışlarımıza yansıtırız, dolayısıyla aynıları davranışlarımızı belirlerler.
Doğru-kabul-etme bağlamında insanın kendisiyle olan ilişkisi aralıksızdır ve tecrübenin kendisi kendisi olarak bilginin doğruluğunun temelidir. Acı hissediyorsanız acı hissediyorsunuz demektir bu ve gerçekten de acı hissedip hissetmediğinizi sorgulamaz, dolayısıyla hissettiğiniz acının gerçekten acı olup olmadığını doğrulamaya çalışmazsınız. Diğer insanlar ve çevreyle olan ilişkisinde insan duyularını sokar devreye, haddizatında sokmak zorundadır; nitekim bu bağlamda aralıksız bir ilişki söz konusu değildir. Ve aralıksız olmayan her ilişkide olduğu gibi söz konusu iki ilişki bağlamında da duyular üzerinden ulaşılan, dolayısıyla haberdar olunan bilgi doğrulanmaya muhtaçtır. Nitekim duyularımızın yanılma ve yanıltma imkanı vardır.
Tanrıyla, dolayısıyla öteyle olan ilişki ise ne aralıksızdır insanın kendisiyle olan ilişkisi gibi, ne de duyular aracılığı ve diğer insanlar ve dünya ile olduğu gibi aralıklı bir ilişkidir; inanarak haberdar olursunuz ve bu haber sadece inandığınız için doğrudur. Öyleyse söz konusu farklı doğru-kabul-etme şekillerini şöyle belirleyebiliriz kısaca. İnsanın kendisiyle olan ilişkisi yaşantısal bir doğru-kabul-etme şeklidir; diğer insanlar ve dünya ile olan ilişkinin şekli epistemik bir doğru-kabul-etme şeklidir, Tanrı ile olan ilişkide işleyen doğru- kabul-etme şekli ise inanmaktır. Yani insan bu ilişkilerinde yaşar, bilir ve inanır. Tabii ki; bu üç doğru-kabul-etme şekli dışında daha farklı doğru-kabul-etme şekilleri de vardır; önsezi, sezi, tahmin ve istemek gibi mesela.
Immanuel Kant 1. eleştirinin girişinde, insan aklının kendisine has bir özelliğe sahip olduğunu, kendisinden uzak tutamayacağı, fakat aynı zamanda da cevaplayamayacağı sorular tarafından rahatsız edildiğini söyler. (Die menschliche Vernunft hat das besondere Schicksal […], daß sie durch Fragen belästigt wird, die sie nicht abweisen […], aber auch nicht beantworten kann. (KdrV, Vorrede) Bana kalırsa İbrahim’in başta verilen ayet çerçevesinde içinde bulunduğu durumu oldukça yerinde veren bir ifade bu. O halde söz konusu ayeti analiz ederek ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım. İbrahim ne istiyor? أَرِنِي diyor, bu demek görmek istiyor. Neyi görmek istiyor sorusunu cevaplamadan önce görmek istemenin ne anlama geldiğine bakalım kısaca. İnsanın beş duyu organı vardır bilindiği gibi. Bu organları aracılığı ile kendi dışındaki dünyadan, bu demek fiziğin alanı olan alandan, haberdar olur, kendi dışındaki dünya ile ilgili ampirik veri elde eder.
Tabii ki, biraz önce de ifade ettiğim gibi, bu veri edilişi esnasında yanılması mümkündür insanın, fakat bu yanılmaları tespit edecek, tespit edilen hataları gözden geçirip düzeltecek ve söz konusu bu süreç sonunda sağlam, nispeten sağlam bilgiye ulaşacak durumdadır da insan aynı zamanda. Bu demek İbrahim kendi dışında kalan dünya ile ilgili ampirik veri elde etmek istiyor. Nitekim Tanrıdan ilgili meselenin neden’inin, dolayısıyla niçin’inin bilgisini istemiyor, meselenin nasılını, كَيْفَ merak ediyor, dolayısıyla bilimsel bir bilgi talebi söz konusu bu noktada. Bilimsel bilgi, dolayısıyla ampirik veri, fiziksel dünya ile ilgili olarak elde edilebilecek olan bir bilgidir fakat, bu demek ölçülebilir olması gerekir bir şekilde. Oysa İbrahim’in Tanrıdan hakkında bilgi, dolayısıyla ampirik veri istediği mesele fiziki alanla ilgili değil, metafizik alanda konumlanması gereken bir mesele: تُحْيِي الْمَوْتَىٰ
Bu noktada İbrahim’in fizik ile metafizik arasındaki farkı gözetmediğini, bu farkı dikkate almadan fiziki alan için geçerli olan bilgi edinme araçlarıyla metafiziki alan ile ilgili de bilgi edinebileceği yanılgısına düştüğünü söyleyebiliriz. Nitekim Tanrının elçisi olmak insanın insan olma durumunda bir değişiklik gerçekleştirmediği için, böyle bir imkanı kullanması mümkün değil. Haliyle, bu yanılgının, dolayısıyla bu talebin bir sebebi var tabii ki, ki bu sorun sadece İbrahim’in sorunu değil, Tanrıya inandığını söyleyen herkes için bugün hala daha geçerliliğini koruyan bir sorun. Tanrının yanıtı oldukça açıklayıcı fakat: أَوَلَمْ تُؤْمِن؟
Bu yanıt aslında sadece İbrahim’in talebine verilmiş bir cevap değil, başta da söylediğim gibi, genel olarak metafizik alanla ilgili olarak hangi doğru-kabul-etme şeklinin meşru olduğunu bildiren bir cevap. Duyularımız dışında kalan alanla sadece inanarak ilişkiye girebiliriz öyleyse ve inançlarımızdan öteye geçemeyiz, dolayısıyla inançlarımızla yetinmek zorundayız. Sadece bu değil: duyularımızın ötesinde kalan alanla ilgili bilgi edinemeyiz, aynısıyla inanarak ilişkiye girebilir, dolayısıyla aynısı bizim için sadece inanmamız durumunda bir varlık kazanır. Öyleyse ontolojimiz, kişisel ontolojimiz, sadece bildiklerimizi değil, inandıklarımızı da kapsar diyebiliriz. Tabii ki insanlarla ilişkimizde dar anlamdaki ontolojimiz üzerinden yürümeliyiz, ki aynısı bütün insanlarla paylaştığımız ve onlarla üzerinde konuşup anlaşabileceğimiz ontolojidir. Peki, İbrahim, dolayısıyla bugün inanların neredeyse tamamına yakını için hala daha geçerliliğini koruyan sorun nedir? İbrahim’in sözleriyle verirsek sorun şu: وَلَٰكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي
İnançlarımızla yetinemiyor, inandıklarımızı bilgi seviyesine çıkartmak, bilgi kılmak, temellendirmek istiyoruz. Bu mümkün değil. İnanmak ve inanmak zorundayız. Temelden yoksun inançların cenderesinde bir öteye bir beriye gidip gelmek, son tahlilde inançlarımızın her tür temelden yoksun kişisel birer tercih olduklarını kabul etmek ve bu kabulle yaşamak zorundayız.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU