İçimdeki çocukla “kalem”in mükâlemesidir…

Nun ve’l Kalem….

-Adına ve satır satır yazdıklarına kasem edilen Ey!

-Seninle kelâmsız konuşmak isterdim ama senin kadar bilge değilim.

-Elimde geri dönüşü olmayan bir bilet var. Aramaya, keşfetmeye geldim…

-Ne olur söyle Hakikat’in bilgisi sende mi? Sen misin ummanlar mürekkep eylenince bilinmeyeni bildiren, görülmeyeni gösteren, sırları aşikâr eden…

-Kılıçtan keskin misin sahiden?

-Sendeki bu güç nedir ki insanoğlu seni tutan ellere kul olmayı dahi göze alıyor?

-Kader denen şeyi sen mi yazdın yoksa?

-Nesin sen? Gülümsedi…

Adım YAZICI! …diye başladı.

-Yaratılışın evveli, ilmin hazinesiyim, ümmî idim, boğumlarıma cesurca yükledim ilmi, önce hakikati okudum yavaş yavaş, ayet ayet, sonra yazdım, yazdım…………………………………………………………………… bitmedi.

Hâlik’ım attı beni cennete önce…

Adem “yazıcı” dedi bana…

Adem’e “adam” olmasını öğrettim. O’na “Cümle” kapısının anahtarını verdim.

Sonra bir Havva çizdim ki görmelere mahsus; kendim gibi narin alımlı ve mahcup…

Yüzüme baktı önce bütün güzelliği ve masumiyetiyle. Sonrası malum.

Merhaba Ey insan! Adım SIR!

Her şey gibi ben de sözleri yerde kalmasın diye insanoğlu için geldim. Cümle güzel sözlerine güzellik katmaya geldim taa Levh-i Mahfuz’dan. Önce nazenin parmaklarıyla tanıştım, sardılar beni üç koldan, başparmağın bütün samimiyeti ve sıcaklığını hissettim yazınca…damarlarından girdiğimde beyinlerindeki düşüncelerini yüklediler bana; sırlarını, aşklarını, öfkelerini, renklerini … Katre katre doldu içim ilk defa bilemedim sırrı yüklenmenin bu kadar zor olduğunu…sırları düğümledim; kördüğüm oldu. İçimdeki ağzı açık derin “ayn” kuyularına attım.

Adım ACI!

Evvelen; Habil ile Kabil’in kavgasını anlattım insanoğluna. Aman Allah’ım! bir kavga başladı ki, binlerce yıl geçti bitmedi.. bitmeyecek.

Saniyen; Hud’un Lut’a; ateş toplarının Hud kavmine; Semud’un Salih’e; zilzalin Semud kavmine; kendi kavminin Nuh’a; tufanın Nuh kavmine verdiği acıları yazdım. Yahya ile birlikte testereyle biçildim, öz suyumla Yahya’nın kanı karıştı ve o günden beri insanoğlunun acısını kanla yazdım. Kavmi İsa’yı bana çivilemeye kalkıştı, bunu düşünmenin bile acısını yazmaya takâtim yetmedi. Yakub’un gözyaşları çöl kumlarına karışırken “elifler” çekildi sîneme bir bir… köroldum. Kerbelâ’da kesilen başlara gökte meleğin yerde insanın ağladığı gün “acı” yazdım, içim acıdı. Yetmedi…

İdamlık olan her insanoğlunun ardından kırıldım, bilirim ki; bir insanın can vermesi bir gülün solmasından daha tezdir, daha can yakıcıdır.

Adım GEZGİN!

Dostluk kervanından, “Dost”a giden kervandan sesleniyorum.

Nil vadisinin kilinden yoğrulmuş on tabletin üzerinde “hakikati” asar, sonrada Süleyman’ın emrindeki rüzgarla Tur Dağı’ndan başlayarak yeryüzünü yüzlerce kez dolaşırım. Gözüme Mısır ilişti. Züleyha… Züleyha dedim ya, biraz durmalı. Gözleri, Mısır’ın lacivert çöl gecelerinden bir parçadır. Aşkının acısını resmettim, bulutlar divana durdu. Nuh’un tufanından aldığım yağmur taneleri bile ağladı. Sonra, Ashab-ı Kehf’in yanında derin derin uyuyan derin düşünceleri uyandırırım her gece. Çünkü düşünce benim kardeşimdir, ilham hâlâ benim dilimde… İçimi kağıda döktüğüm, kelimelerle dillendiğim an, kanatlanırım uçsuz bucaksız maviliklere onlarla beraber.

Sen de iletişimi sözcüklerin tekeline vermez isen, yüreğinin yolu bizim kervana çıkabilir.

Ne dersin?

Adım RENK!

Güzeli Yazdım, Güzel Yazdım…

“Nun” çanaklı ebrulî hokkalara battıkça daha da güzel yazar oldum. Nazik parmaklarda sevgiler çizdim… Renkler benim elimde… mavinin özgürlüğünden, kırmızın heyecanına; sarının enerjisinden, yeşilin dinginliğine; turuncunun cesaretinden, beyazın masumiyetine kadar tükenmeden ve sınırları unutarak…

Nakkaşlar beni rengârenk alemle konuştururken, hattatları buluşturdum maziyle, zamansız ve mekansız olmanın farkındalığı ile. Gökkuşağını kuşanan kuşlar, hele bir de yazdıklarımı, Buhara semalarından aldıkları ebru ile zînetlendirdiler mi taa Türkistan yaylalarındakiler duyar sesimdeki inceliği Sen de duydun mu? Sana da ulaştı mı bu güzelliklerin rayihası?

Adım İLİM!

Toprağın bereketli elleriyle yetişen ağaçların içinden geldi, türedi soyum. İlim bende bir nokta idi, çoğalttım çoğalttım yüzbin yıl sonra gelecek olanlara. Akıtırım mürekkebimi dilsize dil, güçsüze güç, elsize el olması için. Asil kalemler yetişsin sizinle, özüne ufuk açabilmek için sözün, yağmur yağmur yağmaya bulutlar getirin, kalemin yazamadığı sözleri yakalayın diye niyazda bulundum cümleden içeri kalbin kapılarını aralayanlara…

-Çok fazla ama çok fazla “bilgi!” var…

-Evet, haklısın. Çünkü, senin yaşadığın dünyada çenelerini değer üretme yerine kelime değirmeni haline getirenler de var. Ve zihinleri sadece “cümle” cüruflarıyla mülemma. Ama şunu unutma; sanatı, anlamı, değeri ve hareketi, sadeliğin içinde ve mütevazilik mertebesinde tutanlar bu gök kubbenin asil direkleridir. Hâlâ böyle insanlar var dünyanda ve senin de onları bulabilecek kabiliyetin…

Sen, hem kalemin hem de kelamın ustası olmak istersen, parmaklarındaki izim, yüreğindeki sevgim ve zihnindeki merakın hiç gitmesin olur mu?

Gülümsedim.

Adım DUA! diye devam eti.

Adıma sureler döktürüldüğü için yazıcılar yonga yonga biriktirdiler “başı eğri” kara zerrelerimi kuşaklarının içlerinde. Biliyorlar ki; her bir zerremde taşıyorum O’nun sırrını, hikmetini, ilmini, rahmetini… Ben de boğumlarımda tutuyorum onlar için masum dualarımı mahşerde nur yüzlüler kervanına katılsınlar diye.

Yalnız insanlık ve huzur veren eserlerden bir parça olmaya gayret sarfedenler, kutsal hayatın ve yapıcılığın mensubu olanlardır. Bunlardan biri olmaya hazır mısın minik insan?

-Benim için de bir duan var mı? Benim için de yazar mısın Kalem Güzeli? dedim, başladı yazmaya:

-Başka eserler sana ışık olsun fakat yolun olmasın!

-Her eser eksiklerini tamamlasın fakat rüzgârına kapılmayasın!

-Su, ışık, çiçek ve kitap …

-Bunlar gerçeğe erenlerin dostlarıdır, dostların bunlar olsun.

-Doğrultun, ilmin huzuru olsun.

-“Erenler” dostun olsun…

-Ama sana en güzel duanın ne olduğunu söyleyeyim mi; Sevmek…

-Yüreğin gülümsüyorsa eğer, ne olursa olsun yüzün kararmayacaktır. Sen ışık olacaksın gece geldiğinde.

-Her şartta kendinle dürüst kal ki, yolun uzun olsun.

-Başkalarının acılarını dinleyebilme sabrın ve nezaketin olsun.

-Muhabbet anlayışın evladıdır. Muhabbet evladın olsun.

-Neredesin kalem dedim?

-Noktanın çizgiye kavuştuğu yerdeyim…”bilgi”yle tanıştığında beni daha iyi anlayacaksın. Noktaların çoğaldıkça çizgiye yaklaşacak, çizdikçe noktalarını azalacaksın. Ve durmadan genişleyen bu çemberin hakikate varıncaya kadar sürecek. Ama sonunda yanıp kül olmak da var. Bilgilendikçe acı çekeceksin bazen, ama “kendin olma” adına çektiğin ve beynini zonklatan her acı değerlidir, asildir. Sabırsız olacak kadar cesaretin, cesaretin olacak kadar sabrın olsun. Sonsuzluğun ateşi elini yakacak belki… Evet zor bir iş… var mısın minik insan?

Gülümsedim.

-Sen benim elimi bırakmadığın sürece…

-Madem ki gerçeği bulmak için bu kadar isteklisin Sana “Hakikat”in ne olduğunu ya da nerde olduğunu söylemeyeyim ama sana bir ipucu vereyim; gerçeği bulmak için “ok”u en uzağa atmayı dene. Bu okunun ışığı ile ufukları buluşturmayı başarabilirsen yeniden görüşeceğiz. Otuz kuştan biri olduğunu fark ettiğin an, ben seni bulacağım.

-Biliyor musun? Parmağıma yaptığın izler artık yok, Neden?

-Artık bilgisayar tuşlarında dolaştığımın farkında mısın?

Zeliha Bengü AYATA