Evvel zaman içinde, hemen hemen herkesin evinin misafir odasında bir vitrini vardı. Cam raflarda asla kullanılmamış kristal bardaklar, hiç kırk yıl hatrı olmamış sıfır kilometre fincanlar, alçıdan yapılmış nikah şekerleri ve bir süs eşyası karmaşası içinden, birkaç hatıra fotoğrafında mahçup gülümseyen gelin damat ve konuya tam hakim, tecrübeli sağdıç karı koca bakardı. Fincanların içinde, dağılmış tespih taneleri, esanslar, hurma çekirdekleri… Kapaklar açılınca etrafa bir tozlu cila kokusu yayılır, cam porselen ne varsa hep birlikte şıngırdar; karantina altındaki hatıralara el uzatan kişi için tüm eve bir alarm verirdi.

Bir de vitrinin hala kaybolmamış bazı kulplarına minyatür örgüler asılırdı. Küçük eldivenler, çarık burunlu çoraplar, kilim desenli patikler, küçük elbiseler… Babaannemin ışığı azalan gözleriyle, örerken yanlışlıkla ilmiklerin arasına kınalı saç tellerini dokuduğu, ruhu olan küçük örgüler…

Alt dolapların birinde havluların, çarşafların altında bir beyaz bohça gözüme ilişmişti bir defasında. Bunda ne var diye elimi uzattığımda, annem tarafından ikaz edilince, merak etme gereği bile duymayacağım kadar sade beyaz küçük bir çıkındı bu.

Dün sandığı karıştırırken elime geldi; babaannem bizim için de birer tane örmüştü bu küçük örgü süslerden. Avuçlarımda hatıraları tutarken; sandıktaki örgüler, kitapların arasındaki kurutulmuş çiçekler, ağaç kovuklarına kazınmış tarihler, naftalin kokuları arasından geçip, çocukluğun bir dram sahnesinde buldum kendimi.

O zamanlar pamuk şekerdendi bulutlar, dağlar leblebi tozu, taşlar pişmaniyeydi. Cipse, kolaya, çokomele, tadelleye, dondurmaya hasret vardı. Çocukların bir şeylere özendiği, özlediği, hayal ettiği, her istediğinin önüne serilmediği zamanlardı.

Zihne giren her duygunun; bilmediği bir yere girince afallayıp saçmalayan bir çocuk misali, aşırı reaksiyonlar verdirdiği, boş yere ağladığı, deli gibi güldüğü acemilik zamanları geçip, nerede nasıl davranılacağı konusunda salahiyet kazanacak kadar büyüyor, politikleşiyor, samimiyetini ve doğallığını kaybedip, olaylar karşısında güçlü görünmek için bir poker surat oluyor insan.

Fakat insan her nerede, ne duyguda ne mantıkta ne makamda ve hangi yaşta olursa olsun, çocukluk hatıralarının bir ucundan tutunca; içindeki çocuk uyanıyor işte… İçimizdeki çocuğun, çocukluğun, masumiyetine yaslanınca; taze biçilmiş çimen kokusu, yalın ayak basılan ıslak çayırlar, yarpuz kokulu nevbahar gibi taptaze bir güzellik uyanıyor…

İşte bu örgüler beni çocukluğumun en meraksız ve tasasız o günlerine aldı götürdü. Birkaç saniyelik hayal artığı o zaman tünelinden koşup, vitrinin altındaki dolaptaki o gizemli bohçayı açtım zihnimde. Orada “ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayan” eski toprak ihtiyarlarımızın sahici bir hazırlığı katlı duruyordu. Evet, o kesinlikle bir kefendi. Tüm eşyalar içinde en anlamlı, en dramatik olanı oydu o vitrinde. Tüm şatafatın ve lüksün tadını kaçıran ve hatıraların değerini artıran gerçek bir parçaydı.

Bizden öncekiler bizim kadar gaflette değillermiş demek ki… Biz modern zamanların unutkan, vefasız, serseri ruhlu çocuklarıyız. Hayatı hızlı tüketiyoruz, sonrası için de pek hazırlık tasasında değiliz…

İnsanın mayasında vardır aslında nisyan, acele ve nimetlere ülfet etme… O yüzden belki evin en süslü köşesine koyulurdu kefen; duvara asılırdı Kuran-ı Kerim ve sağa sola bırakılırdı gençlik resimleri. Her gün ihtiyarlığa ve ölüme koşan, ağaran saçlarıyla hergün ölen bir insan vitriniyiz hepimiz.

Kevser ÇAKIR