Dillerde yer edinmiş bazı söylemler vardır. Kabul görsün veya görmesin ifade etmekten kaçınılmayan söylemler… “Dünyamız küreselleşiyor” ibaresi de onlardan birisi. Bu ibare, gerçekliğini tartışmaya ihtiyaç duymadığımız ve belki de geç kalınmış bir söylem olarak karşımızda duruyor. Benim bu yazıda durmak istediğim nokta ise şurası: globalleşen- ya da globalleşmiş demeliydim- dünyamızda değerlerimiz öncesine oranla ne durumda? Bana bu soruyu sorduran etmen, karşılıklı etkileşimin yadsınamaz oluşu ve bunun da değişimin kapı bekçisi olmasıdır. Yani ki özele indirgeyerek söyleyecek olursak el üstünde tuttuğumuz ve erdem olarak nitelediğimiz değerlerimizden kopuşumuz, global hale gelmenin eseri midir ? Şayet öyleyse zaten onlar hiçbir zaman bizim olmamış demektir. Neyi mi kastediyorum? Kastım, sözgelimi sosyal ilişkilerinde nezaketi esas kabul eden bir toplumun yaşadığı metamorfoz sonucu bir karadeliğe girmiş gibi bu özelliğinden yitik hale dönüşmesi. Bu basit örnek, yapmaya çalıştığımız otokritiğin yalnızca ilk basamağı konumunda.

Evet, yukarıda sözünü ettiğim ve yitirmeye yüz tuttuğumuz, bu nedenle müşteki olduğum değerlerden birisi edebiyattır. Onu da bu kervana dahil etmek hakşinas bir tutumun eseri olsa gerek. Daha dün diyebileceğimiz tarihlere kadar onun önemini konuşmaya gerek bile duymazdık. Şimdi ise bana bu yazıyı yazdıran iç kıvranması gözlerden uzak değil.

Söylediklerim illa ki bir sebebe bağlanma ihtiyacında değil. Her şeyin mutlaka bir sebebi vardır varolmasına ama konuştuğumuz konunun bu bağlamda değerlendirilmesi determinist bir yaklaşım olurdu. Buna rağmen bir isim koyma gereksinimi olacaksa, Rasim Özdenören‘in bir kitabının ismini yeterli buluyorum: “Çözülme“.

Evet, biz bir nevi çözülme yaşadık. Hatta yaşadığımız çözülmeyi içselleştirip sindirdik desem yeridir. Şimdi ise toparlanma, kaldığımız yerden devam etme zamanı. Hani bir kere düştük desem yanlış olmaz ya düşenin kalkması da o kadar marifettir işte. Bu cümlenin iştiyakı da kalpte sır, yüz içre gözdür.

Buraya kadar anlattıklarımız bir tanburun sesini işitircesine dile getirdiklerimizdi. Ayrıca yaman bir gerçeğin sesine kulak vermeye çalıştık. Bunu yanı sıra söylemeliyim ki kitap sayfalarının arasında kaybolmamış ve kabına sığmayan edebiyat bizden çok şey bekliyor. Peki biz edebiyattan ne bekliyoruz ? Bu mahrem soruya yönelmek onun hakkını teslim etmek olacaktır.

Yusuf Aydın
İlham Edebiyat Dergisi Editörü