Din, topluma ne zaman etki ediyor? Toplum dine ne zaman etki ediyor? Ve bunun bir ölçüsü var mı? Var. Fakat şunu söylemek lazım. Tabii ki dinin toplum yaşantısına etkisi, geleneksel toplumlarda daha fazladır. Eski toplumlarda daha fazladır.
Buradaki dinden kastım, semavi dinler değil; din diye kabul edilen bütün inanç sistemleridir. Evine giderken bir şekilde ayin yapan, evde çocuğuyla konuşurken kutsal atıflı başka şey icra eden, yani birey için dinselleşen, kutsallaşan bütün inanç sistemleri. Yoksa gerçekten din olduğu için demiyorum.
Fakat bu geleneksel toplumlarda din topluma daha çok etki eden bir unsurdur. Aslında gördüğünüz her şey dinidir. Köydeki tarım da öyledir, işinin başında da, evinde de, düğünde de; hayatın hemen hemen tamamını ister öyle ister böyle dinselleştirmiştir, kutsallaştırmıştır.
Geleneksel toplumlarda genellikle böyledir fakat modern toplumlarda dinin bu anlamda etkisinin daha azaldığını, kendi alanına çekildiğini ve minimize edildiğini biz şu an biliyor ve görüyoruz.
Burada bu etkileşimi dinin topluma, toplumun dine etkileşimini belirleyen şey ne?
Din topluma nasıl etki eder?
Dinin getirdiği mesaj, dinin getirdiği vahiy eğer toplumda hiçbir karşılığı yoksa, din topluma etki eder. Bu ne demek?
- Topluma gelen bu mesajın toplumda karşılığı yoksa bu mesajın kabulü sert, şekilsel ve tarifsiz olur. Sert, şekilsel derken ne kastettiğimizi örnekler üzerinden açıklayacağız.
- Dinin getirdiği mesajla toplumun kabul ve görgüleri benzerse, din yine topluma güçlü şekilde etki ediyor.
- Dinin getirdiği mesajın toplumda daha güçlü bir karşılığı varsa, tabii toplum dine etki ediyor.
- Din herhangi bir konuda ayrıntıya girmemişse, toplum o alanda kendi hükmünü icra ederek dinin önüne geçer.
Demek ki dinle toplum kabulleri örtüşüyorsa, aynilik varsa din etki ediyor; karşılığı yoksa da etki ediyor. Dinin ahkam va’z etmediği bir konu varsa toplum dinin önüne geçiyor.
Mesela bizim toplumumuz özelinde düşünürsek, namaz kılmak ibadeti, toplumda karşılığı olmayan bir ibadet olduğu için kabul olma açısından hiçbir sıkıntı oluşturmuz. Ayrıca abdestin kendisi de ibadet telakki edilir örneğin. Çünkü eskilerden beri böyle bir alışkanlığımız, kabulümüz yoktur. Her zaman da abdest alma teşvik edilir, alınır ve bu yüceltilir. Hatta abdesti bozan ve bozmayan şeylerde de son derece sıkı ve sert bir düşünceye sahibiz. Mesela abdest alırken suyu hafifçe sıçratsanız birisi hemen uyarabilir sizi.
Diyelim ki abdest alırken dinen farz olmayan bir şeyi yapmasanız ya da eksik yapsanız ve birisi bu durumu farketse size müdahale edebilir. Buna kendi hayatımdan örnek verebilirim.
Doktora çalışmam için Beypazarı’nın Alevi köylerinden olan Saray köyündeydim. Yalnız burası ilginç bir yer; herkes abdestli namazlı, beş vakit namazını kılıyor. Köyde yaklaşık bir hafta kaldım. Öğlen vakti ezan okundu, ben de abdest alayım dedim. Abdest alırken adamın biri yanımda bekliyordu.
Abdesti alırken sıra ayaklarıma geldi ve benim çocukluktan beri bir kötü alışkanlığım var; ayaklarımı sağ elle yıkarım. Kolayıma geliyor. Sağ elimle ayağımı yıkamaya başladım, adam bana şöyle bir baktı. Radara girdimi hissettim. Yıkadıktan sonra dedi ki:
– Hoca, oldu mu şimdi senin bu abdestin?
+ Niye ki, dedim?
– Sağ elinle yıkadın ayaklarını, dedi.
+ Ha, hiç fark etmemişim. Yeniden alayım abdestimi, dedim ve yeniden abdest aldım.
Normalde yeniden abdeste gerek yok tabii. Ama şimdi sen o adama; ‘Yahu hacı! Sağ elle ayağını yıkasan bir şey olmaz.’ desen, o adamın gözünde bitersin. Çünkü o sana ‘Senin o abdestin oldu mu? diyor; adam seni sağ elle ayak yıkadığın için abdestsiz görüyor. Oldu desen, adamla çatışırsın. Neyse, en sonunda yeniden abdest aldım, camiye girdik…
İşte bu kadar şekilsel boyutlarda dikkat ediyoruz. Bunun esneklikliğini biz bilmiyoruz. Namazda sıkıysa sağına soluna bak. Birisi sizi ya uyarır, ya da başka bir şey yapar.
Türklerde, farz, vacib, sünnet, mübah ayrımı yok; bizim için hepsi farz gibidir. Abdestin o adabını da, namazın içindeki adabını da farz olarak görürüz. Bu aradakilerin bizim için farkı yoktur. Niye? Çünkü buna ilişkin daha önce hiçbir kabul ve formumuz yoktur.
Halbuki bir Arab, namazda yürür, sağa bakar, sola bakar; saatine bakar, abdest alırken bazı yerleri yıkar, bazı yerleri yıkamaz çünkü; bunların hepsi onlarda vardı daha önce. Farz-ı ayn hangileri, vacib olan hangileri, sünnet olan hangileri müstehabları, mübahlar hangileri, çok iyi biliyorlar. Biz ise ayırt etmeyiz, çünkü bizim kabulümüzde ya da geçmiş örfümüzde böyle bir şey yok.
Daha önce kültür kodlarımızda yer olmadığı için dinden şeair diye, edeb diye aldığımız her şeyi biz farz diye kabul ederiz.
Birlikte çalıştığım Prof. Fazlı Polat hoca, Muhsin Yazıcıoğlu ile çok iyi arkadaştılar. Bana, bir köy camiinde Yazıcıoğlu ile yaşadığı hatırayı anlatmıştı:
‘Bir gün Muhsin beni aradı: Erzincan’dayken Erzurum’a geleceğini söyledi. Geldi, ikindi namazını kılmadım, bir yerde durup namaz kılalım, dedi. Bir köyde ikindi namazı için camiye girdik. Biz girdiğimizde cemaat de ikindi namazından çıkmak üzereydi. İçeri girdikten sonra bizi tanımadılar, dikkat de etmediler. Yalnız bir tanesi sobanın yanına oturmuş tesbih çekiyor.
Yazıcıoğlu; ‘Fazlı namazı sen kıldır.’ dedi. Tabii o zaman bende kısa kollu bir şey vardı; saçlarım da uzundu, kot pantolon da var.
Ben tekbir getirip ikindi namazına başladığım zaman orada tesbih çeken adam ‘Bak bak, şunun tipine bak, şunun saçına bak. Bir de kot pantolon giymiş.’ diyordu sürekli. Adam beni namaz boyunca rezil etti; kıldık ama nasıl kıldığımızı anlamadık. Selam verince bana ‘E oldu mu şimdi senin namazın.’ diye de çıkıştı. ‘E kabul etme o zaman!’ dedim ona. O da; ‘Ne demek kabul etme!? Ben Allah mıyım!’ diye cevap verdi. ‘E Allah değilsen ne diye o zaman sabahtan beri, oldu mu olmadı mı, saçına bak, giydiğine bak.’ diye laf atıyorsun.’
Şimdi halk bu örnekte olduğu gibi oldukça şekilsel. O adamın nazarında bizim Fazlı hocanın namazı olmadı. Saçı açık, kısa kollu, saçları uzun ve kot pantolonlu. Bunların hiçbirisi farz, vacib vs değil. En fazla takke sünnet olur o kadar. Başka da bir şey yok. Ama biz bunların hepsini ayırt edemeyiz. Bizim eski din kodlarımızda çünkü farz, vacib gibi bir hüküm hiyerarşisi yok.
Olmadığı için bizde hepsi aynıdır. Yani sünneti ihlal ettiğimizde farzı ihlal etmiş gibi, farzı ihlal ettiğinde sünneti ihlal etmiş gibi tepki alırsınız. Ama bir Arap için böyle değildir. Yani Araba baktığınızda namazda gayet rahat hareket ediyorlar; çünkü daha önceden de yapıyorlarmış. Orada bu esneklik var.
Mesela Türklerde namaz kılma oranı çok düşüktür. Kabul eder, ona çok da önem verir. Ülkücülerin namaz kılmayanları dövüp de kendilerinin namaz kılmadığı gibi. Ama kendisi yapmaz. Fakat ilginçtir bu namazın bütün o ameliyelerine farz muamelesi yaptığı için onu kutsallaştırır; ama bir Arab için öyle değildir. Ben bunu Amerika’da gördüm. Orada iki tane camii vardı. Biri Arabların diğeri Türklerin. Vakit namazlarında Arap Camiisi ağzına kadar dolardı. Türklerin gittiği camiiye ise 5-10 kişi ya gelir ya gelmezdi.
Bu tabii nüfusla da ilgilidir ama ilginç olan şey şu: Adam (Arap) mesela camiden çıkar, köşede esrar satar; namaz vakti gelince o esrarı bırakır, gelir namazını kılar ve yine oraya gider. Kadınlarla club’a gider, orada oynar, dans eder, namaz vakti gelince bırakır o dansı namaz kılar. Adam üçkağıtçı, dolandırmadığı adam yok, herkesi bizar etmiş ama namaz vakti gelince hemen namaza gider. Namaz adamlar için gayet sıradan ve normal bir şey; olağan bir şey.
Yaşamlarının normal bir döngüsü. Ama bir Türk için eğer namaz kılıyorsa böyle bir şey yapması hemen hemen mümkün değil. Yani olmaz olur mu, olur ama hemen hemen mümkün değil. O aradaki esneklik payı bizimkilerde kutsallaştırmaya, diğerlerinde her türlü naneyi yese bile normalleştirmeye sebep olur.
İlginç bir şey. Bu tamamen kültürel kodların pratikteki yansımasıdır. Araplarda bu ibadetlerin hepsi var biliyorsunuz. Onlar için normal bir şey. Sadece üç vakitse beş vakit olması gibi ufak birtakım ayrıntılar değişmiştir. Ama bizim için böyle bir şey yok.
Kültürün dini ritüel benzemesi bu şekild etki ediyor. Namazda etki ediyor Araplarda. Türklere de farklı bir ibadette etki ediyor. Bizde de kurban meselesi var örneğin. Türkiye’de %70’i kurban keser. Halbuki kurban vacib bir ibadettir ve Türkiye’nin en fazla %30’una vaciptir. Ama bizim milletin %70’i kurban keser. Niye? Çünkü biz her fırsatta kurban keseriz de o yüzden. Türkler, her fırsatta kurban keser; düğünde, dernekte, cenazede, başına bi’ iş geldiğinde, kaza geçirdiğinde kurban keser ve halen kesiyoruz.
Bir Arap asla bizim kadar kurban kesmez. Öyledir çünkü Kurban sünnet bir ibadettir, sünnet gibi değerlendirilir. Ama bizde farz gibi. Neden? Çünkü kültürel kodlarımızla benzeşiyor, örtüşüyor.
Cihad meselesi de öyledir. Yani şu anda bakın, çok basit bir tablo. 9 asırdır Türklerden başka cihad eden millet yoktur dünyada. Araplar savaşmıyordu ki. 1000 yıldır Araplar savaşmıyor. Tamam kendi içlerinde savaşıyorlar ama cihad yapmıyorlar. Biz ise sürekli atın üstündeyiz. Bir kere bindik Horasan’dan, hala inemedik atın üstünden. Niye? Bu biraz işimize de geliyor zaten. Çünkü biz zaten asıp kesmeyi seven, bir cihan hakimiyeti mefkuresi olan bir millettik; din de ‘Cihad edin!’ dediği için bize çok uygun!
Bunun böyle yüzlerce örneğini verebiliriz. Dinin emri, kültürel kodlarla uyuştuğu zaman ya da boşluk olduğunda oraya tam oturuyor. Ama boşluk oluştuğunda oturmasıyla, aynileştiğinde oturması farklı oluyor. Aynileşmede dinin emri geliyor, görünürde yapılan dinin emri ama arkada kültürel bir dinamo var. Namaz bağlamında Arapların %60’ı, %70’i bu ibadeti uyguluyor ama işin hakikatine baktığınız zaman arkada kültür, besleyici bir rol üstleniyor. Kültür beslediği için Araplarda namaz gayet normal bir şekilde, hatta küçük çocukların bile çok kolay yaptığı bir ibadet haline geliyor. Yani onu yaşamın gündelik bir figürü haline getirmişler. Gücünü kültürden aldığı için istenilen düzeyde bir davranış değişikliğini meydana getirmiyor. Davranış değişikliği meydana getirmemesi de, kişilerin ıslahı ve salahı için hüküm va’z eden bir din açısından problem oluşturuyor…
Toplumun dine etkisini ise gelecek yazıda ele alacağız…
Özcan GÜNGÖR