„Ach“, sagte die Maus, „die Welt wird enger mit jedem Tag. Zuerst war sie so breit, dass ich Angst hatte, ich lief weiter und war glücklich, dass ich endlich rechts und links in der Ferne Mauern sah, aber diese langen Mauern eilen so schnell aufeinander zu, dass ich schon im letzten Zimmer bin, und dort im Winkel steht die Falle, in die ich laufe.“ – „Du musst nur die Laufrichtung ändern“, sagte die Katze und fraß sie.
„Ah“, dedi fare, „dünya her gün biraz daha daralıyor. Önce korkunç derecede genişti, sürekli koşuyordum ve en nihayetinde sağımda ve solumda duvarlar görmeye başlayınca mutlu olmuştum, fakat sonra gördüm ki bu uzun duvarlar o denli çabucak birbirlerine doğru yol alıyorlar ki, neredeyse en son odaya gelmiş bulunuyorum ve köşede duruyor işte içine doğru koştuğum tuzak. „İstikametini değiştirmelisin“ dedi kedi ve onu yedi.
Franz Kafka
Demokratik özgürlüğün en büyük düşmanları bile sayısal çoğunluktan emin oldukları noktada kendilerini -basit bir dilsel göz boyamayla da olsa- en büyük demokratlar olarak gösterebilirler.
Quand ils sont assurés de la majorité arithmétique, les pires ennemis de la liberté démocratique peuvent, au moins par un simulacre rhétorique vraisemblable […], se présenter comme les plus démocrates de tous.
Jacques Derrida
1
Her ne kadar Türkiye’de yaşamadıysam da Türkiye’de olup bitenleri her zaman yakından takip ederdim; haberim olurdu yani memleketin durumundan. Gençlik ve ilk yetişkinlik yıllarımda Türkiye’de gazeteciler vardı. Bu gazeteciler her şeyi bilirlerdi. Ekranlardan inmezlerdi ve millet sabahlara kadar bunları izlerdi. Bugün İslamcılar var. Onlar da her şeyi biliyorlar, söz konusu gazetecilerden çok daha fazla hatta. İlerliyoruz netekim. Ve İslamcılar da ekranlardan inmiyorlar. Ve onlar da çok fazla kamuoyu desteğine sahip. Son tahlilde demokratik bir tercihle karşı karşıyayız, aynen sözünü ettiğim gazetecilerle ilgili olduğu gibi. Bugün ayrıca bir de sosyal medya var tabii ki. İslamcılar orada da en önde. Hangi taşı kaldırsan altından muhakkak bir ya da birkaç İslamcı çıkıyor. Kendisini şu ya da bu meslekten tanıtan birçok konuşanın biraz üzerine gidince -üzerine yürümek anlamında değil tabii ki, yakından bakmak manasında; yoksa kimin haddine İslamcı olması muhtemel birinin üzerine yürümek- bakıyorsunuz ki aslen İslamcı. Çocukken ve daha sonra gençken ve yetişkinken de İslamcı olmak istemiş ama becerememiştim: mizacım müsait değil (The fact is that I have a predisposition to not being one of …, Jacques Derrida). Sonra vazgeçtim. Bugün düşünüyorum da muhtemelen hayatımda verdiğim en yanlış karardı bu vazgeçme kararı. Biraz daha zorlamalıymışım, en azından öyle yapmalı. Ne olacağını bilemiyor insan işte. Şaka, şaka; Hafazanallah, Hasbunallah, Elhamdulillah. أفْضَلُ اﻷعْمَال الحُبُّ في اللّهِ وَالْبُغْضُ في اللّهِ, dolayısıyla hiçbir zaman sevmedim onları. İmanımın şiarı olarak her zaman nefret ettim onlardan; bütün kalbimle. Fark var ama seçilmiş bu iki zümre arasında yine de. Gazeteciler ağırlıklı olarak pratik Siyaset bilirlerdi, Sosyoloji, Ekonomi ve tabii ki az çok da Spor. Öyle Metafizikle pek fazla ilgilenmez, dünyayı, o anlamda, kurtarmayı başkalarına bırakırlardı. Cumhuriyet tarihi konusunda uzmandı hepsi mesela. Biraz Sanat, biraz Film, biraz Müzik, biraz Sex ve biraz da Şarap ayrıca. Bu son saydıklarım sıklıkla Pazar sohbetlerinde çıkardı gün yüzüne. Ve bu gazeteciler genelde ve en temelde -kendileri bunun her zaman farkında olmasalar da ve en azından bilinçaltı olarak- frankofil olurlardı; ben ise Almanım. Dolayısıyla işim olmaz, bu demek söz konusu gazetecileri öyle çok da fazla şey etmezdim. Denk gelince izler, ki denk gelmezdi hiç, denk gelmediğinde ise başkalarından dinlerdim; yani sadece başkalarından dinlerdim. Genelde okurdum onları. İslamcılar öyle değil ama. Adam düpedüz felsefeciyim diyor, yani meslektaşım olduğunu söylüyor. Mahalledeki kırık çıkıkçının ortopedistim demesi gibi bir şey bu. İster istemez irkiliyor insan. En iyisi uzak durmak ve işini yapmak diyor sonra. Kalsın, gerek yok, neme lazım en sonunda. İslamcıların ilgilendikleri konular hakkında mümkün oldukça düşünmüyorum, yanlarına dahi yaklaşmıyorum. Da adamların ilgilenmedikleri şey yok. Dolayısıyla susuyor ve seyrediyorum sadece.
2
I’m not one of the family means, in general, ‘I do not define myself on the basis of my belonging to the family’, or to civil society, or to the state; I do not define myself on the basis of elementary forms of kinship. But it also means, more figuratively, that I am not part of any group, that I do not identify myself with a linguistic community, a national community, a political party, or with any group or clique whatsoever, with any philosophical or literary school. ‘I am not one of the family’ means: do not consider me ‘one of you’, ‘don’t count me in’, I want to keep my freedom, always: this, for me, is the condition not only for being singular and other, but also for entering into relation with the singularity and alterity of others. When someone is one of the family, not only does he lose himself in the herd, but he loses the others as well; the others become simply places, family functions, or places or functions in the organic totality that constitutes a group, school, nation or community of subjects speaking the same language.
Ben aileden biri değilim demek, genel olarak, ben kendimi bir aileye, bir sivil topluma, bir devlete ait oluşum üzerinden tanımlamıyorum demektir; ben kendimi yakınlığın en temel şekilleri üzerinden tanımlamıyorum demektir. Fakat aynı zamanda ve daha mecazen, ben herhangi bir grubun bir parçası değilim, kendimi herhangi bir dilsel ya da ulusal cemaatle, bir siyasi partiyle, ya da ne olursa olsun herhangi bir grup ve çeteyle, felsefi ya da edebi bir okulla özdeşleştirmiyorum demektir. ‘Ben aileden biri değilim’ demek: beni ‘kendinizden biri’ olarak görmeyin, beni ‘hesaba katmayın’, ben özgürlüğüme sahip çıkmak istiyorum demektir, her zaman ve her şartta: bu, benim için, sadece bir tek ve öteki olmanın değil, aynı zamanda ötekilerin bir teklikleri ve başkalıklarıyla ilişkiye girebilmenin de ön şartıdır. Biri eğer aileden biriyse, o, o zaman, kendisini sürü içerisinde kaybetmez sadece, o ötekiyi de kaybeder aynı zamanda: nitekim öteki bu durumda sadece bir yer, ailevi bir işlev olur, ya da bir grubu, okulu, ulusu ya da aynı dili konuşan öznelerden bir araya gelen cemaati oluşturan organik bütünlük içerisinde bir işlev ya da mekân halini alır.
Jacques Derrida
Merhum babama Hacca gideceğimi söylediğimde, yıl 1994 ve ben 25 yaşındaydım, önce nereye nereye??? diye şaşkın şaşkın sormuş, ardından ben gitmeden senin hiçbir yerde işin yok, otur oturduğun yerde diye tamamlamıştı cümlesini. Vallahi demiştim ben de bunun üzerine, o oturduğun koltuktan sıçrayıp tavana vursan, sonra tekrar aynı koltuğa düşüp sonra tekrar sıçrayıp aynı tavana yine vursan ve bunu sonsuza dek bu şekilde tekrarlasan, benim orada işim var ve ben oraya gideceğim. Muhtemelen kararlılığıma ikna olmuş olacak ki son çare olarak önünde, masanın üzerinde duran oldukça büyük vazoyu kaptığı gibi bütün hışmıyla içindekilerle birlikte üzerime fırlatmış, Hacca gitme, ben seni burada geberteyim, şehit olur kestirmeden cennete gidersin demeye getirmişti meseleyi galiba. Şaka değil, aynen böyle olmuştu. İsabet edemedi, etmedi ama. Ben ise uzun süre öncesinden saçlarımı uzatmaya başlamıştım bile, nitekim Mina’da saçlarımı usturaya vuracak ve Hz. Peygamberin önemli Sünnetlerinden birini daha yerine getirmiş olacaktım. Ama hiç de kolay olmadı dilini bilmediğim, kendisini tanımadığım, somurtkan ve yüzünde tebessüm izleri taşımayan Afrikalı bir Müslümanın ustura sanatını kafamda uygulamasına müsaade etmek. Elleri titriyordu üstelik. Fakat sonrasında rahatlamıştım ve o bir iki kesiğin acısını hissetmiyordum dahi. Koşa koşa Kâbe’ye gitmiş -evet Mina’dan Kâbe’ye- ve öğle güneşi altında yine koşa koşa tavafımı tamamlamıştım. Ardından merhum Annemi aradım. Çok mutlu olmuş, benim için dua ettiğini söylemişti. Babam ertesi yıl işi gücü bırakmış Annemi de yanına alıp Kâbe yollarına düşmüştü. Merhum düzenli namaz kılmaya başladı, Elhamdulillah, ne diyorsunuz siz. Sanırım rahatsız oldu yanında gezdirdiği veledin hacı ve musalli, fakat kendisinin öyle olmayışından. Hz. Peygamber beyaz giymeyi tavsiye ediyor kendisine inananlara ve beyazın onlar için en hayırlı renk olduğunu söylüyor; الْبَسُوا مِنْ ثِيَابِكُمُ البَيَاضَ ، فَإِنَّهَا مِن خَيْرِ ثِيابِكُمْ. Yıl 1996, aylardan Ağustos. İstanbul’da dolaşmayı seviyorum, ya da seviyordum diyelim. Artık pek emin değilim çünkü. Sabah erkenden uyandım, beyaz şalvarımı giydim, üzerime beyaz fistanımı geçirdim, ayakkabılarım beyaz, sakallarım uzun, başımda beyaz takke çıktım yola. Genç, güzel, bembeyaz, iman dolu bir adam. Elhamdulillah hala daha öyleyim, hatta daha genç, daha güzel, daha beyaz ve daha iman dolu. Birileri Allah adında çirkinleşip ağızlarına kadar boka battıkça Rabbim onlardan beriyim dercesine beni güzelleştirip arındırıyor, Elhamdulillah. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ي۠ لِيَبْلُوَن۪ٓي ءَاَشْكُرُ اَمْ اَكْفُرُۜ وَمَنْ شَكَرَ فَاِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ كَفَرَ فَاِنَّ رَبّ۪ي غَنِيٌّ كَر۪يمٌ Mehdi değilim, o anlamda yani, yoo, filozofum sadece. Hayatımda hiçbir zaman hiçbir cemaate ya da birlikteliğe mensup olmadım, doğuştan Türk sonrasında Alman vatandaşı olmak dışında: kendi aileme dahi (Je ne suis pas de la famille, Jacques Derrida). Biz demekten nefret ettim her zaman. Sadece iki çocuğum ve Ben. Sarıyer’den, her zamanki gibi, minibüsle Beşiktaş’a geldim ve vapura binip Üsküdar’a geçmek istiyorum. Haliyle hava sıcak, çok sıcak; etraf kalabalık, çok kalabalık ve insanların kıyafetleri bu sıcağı fazlasıyla yansıtıyor, ama fazlasıyla. Dolayısıyla kalabalığa karışmamak için vapura adım atar atmaz sağ tarafta, dışarda, kenarda bir yere oturdum. Vapur tam kalkmak üzereydi ki iskeleden çıkan iki polis vapuru durduktan sonra hızlıca koşarak yanıma geldiler. Korkmadım, fakat utandım. Çünkü biraz önce sözünü ettiğim o kalabalık bütünüyle benim durduğum yere yönelmiş, nefesler tutulmuş ve heyecanlı bir polisiye izliyormuşcasına kendimi bir şekilde merkezinde bulduğum o sürreal olaya kilitlenmişti. İki kolumdan tutarak indirdiler beni vapurdan. Vapur tekrar hareket ederken kalabalığın yüzünde olayın sonucundan mahrum kalmış olmanın üzüntü ve hayal kırıklığını gördüğümü hatırlıyorum. Kimsin, nesin sen? diye sordu polislerden biri müstehzi bir edayla. Kendimi tanıttım ve Almanya’dan henüz daha bir gün önce geldiğim için kimliğimi yanıma almayı, maalesef, ihmal ettiğimi söyledim: Özür diledim. Önce birbirlerine baktılar aynı müstehzi edayla, sonra bana, sonra hafif bir sırıtma eşliğinde bir daha kimliksiz dışarıya çıkma diye uyararak uzaklaştılar.
3
Hafif bir kaşıntı hissediyordu karnının üst tarafında; başını daha rahat kaldırabilmek için sırt üstü sürünerek yatağın baş tarafına doğru ilerledi; kaşınan ve ne olduklarını anlayamadığı beyaz beyaz noktalarla dolu olan o yeri buldu ve bir ayağını uzatarak dokunmak istedi oraya ama ayağını hemen geri çekti, içi ürperiyor, buz kesiyordu çünkü oraya dokununca.
Er fühlte ein leichtes Jucken oben auf dem Bauch; schob sich auf dem Rücken langsam näher zum Bettpfosten, um den Kopf besser heben zu können; fand die juckende Stelle, die mit lauter kleinen weißen Pünktchen besetzt war, die er nicht zu beurteilen verstand; und wollte mit einem Bein die Stelle betasten, zog es aber gleich zurück, denn bei der Berührung umwehten ihn Kälteschauer.
Franz Kafka
Tam çeyrek asır sonra, yıl 2021 ve ben 52 yaşındayım, aylardan Ramazan. Zaten evlere kilitlendik yiyoruz ama hareket etmiyor, edemiyoruz. Oruç tutuyor akşam litrelerce su içiyoruz. Birikiyor haliyle, vücudun muhtelif yerlerinde su birikiyor. En iyisi koşmak, ama hiç olmazsa yürümek. Ramazan’da sahurda yemek için uyanmam artık. Ezan okunmadan beş dakika önce Ömer Faruk gelir, Baba uyan, ezan okunmak üzere diyerek uyandırır, bir bardak su içer ve Bi-ismi-Allah diyerek orucuma başlarım. Yazları tekrar uyumam. Evin önünde 52 metrelik bir parkur, dolayısıyla benim kendim için parkur olarak belirlediğim bir uzaklık var. Her akşam ilerleyen saatlerde 1 saat, dolayısıyla 80 tur (8320 m) koşar ve ortalama 1,2-1,7 litre su atarım bedenimden. Ramazan’da zor. Hem beden daha yorgun hem de henüz, nispeten, kısa bir süre önce yemek yemiş oluyor insan. Sabahları yürümek kalan tek alternatif, koşmak zor. Birkaç saat çalıştıktan sonra saat 9’a yakın arabayı Sarıyer merkeze bıraktım ve Yeniköy’e kadar yürüyüp geri dönmeyi düşünüyorum: toplamda yaklaşık 15-16 km. Sokaklar bomboş, kimsecikler yok. Boğazı daha önce hiç bu kadar boş ve bu kadar sessiz yaşadığımı hatırlamıyorum. Siyah ayakkabılarım ve aynı renkte alt ve üst eşofmanım üzerimde, saçlarım arkadan bağlı, elimde telefon, kulaklarımda kulaklık, yürürken genellikle Phil Collins (Genesis) ya da Freddie Mercury (Queen) dinlerim, koyuldum yola. 50 metre dahi yürümemiştim ki karşıdan devriye gezen iki polisin geldiğini fark ettim. Hiç oralı olmayıp devam ederek yanlarından geçip gitmeyi düşündüm, fakat polislerden biri, kulaklığımı fark etmiş olmalı ki, kibar bir el işaretiyle durmamı istedi. Durdum. Benim bir kızım var, geçen bahsetmiştim hani, Ömer Faruk’un ablası. Almanya’da, muhtemelen diğer dış ülkelerde de öyledir, doğan Türk ya da Anne Babası Türk asıllı çocukların Türk konsolosluklarında kayıt ettirilmeleri gerekiyor: bunun farklı sebepleri olabilir. Ben de söz konusu işlem için Essen konsolosluğundayım ve sıra bekliyorum. Bir süre sonra sıra bana geldi ve ben ileri geçerek elimdeki belgeleri görevliye uzattım. Yıl 1994, Hacdan kısa bir süre önce geldim ve kıyafetim ve dış görünümüm malum. Hanımefendi önce belgeleri aldı, göz gezdirdi, sonra kısaca bana baktı, ardından yerinden kalkarak arka tarafa geçti ve diğer bir görevliyle kısa bir konuşma yaptıktan sonra bana uzaktan saygısız bir el hareketiyle şuradan dolaş ve şuraya gel şeklinde komut vererek kendisi de işaret ettiği noktaya doğru ilerledi. Yine utandım, çünkü yine bir şekilde kendimi içinde olmak istemediğim bir olayın merkezinde bulmuştum. Yine herkes bana bakıyordu. Seviyoruz izlemeyi, özellikle başkalarının maruz kaldıkları durumları izlemeyi. Sanki iş makinası seyreder gibi ağzımız açık heyecanla izliyoruz olup biteni. Hanımefendi kızım için düşündüğüm isme işaret ederek bu ne? diye sordu. Ne, ne? dedim. Bu, Hatice-Tül-Kübra. Bir an durdum ardından kızımın ismi dedim. Bu olmaz dedi. Neden olmaz dedim. Bu ortadaki Tül de ne. Çocuğa tül, perde ismi verilir mi hiç? Dedim o Tül o tül değil, Arap dilinin yapısıyla alakalı. Ha bak dedi, gördün mü? İşte tam da bunun için olmaz. Ne için olmaz? dedim. Çocuğa Arapça isim seçmişsin. Bu Tül’ü çıkartalım aradan Hatice Kübra olsun. Dedim Hatice Türkçe mi, Kübra Türkçe mi? Dedi onları Türkçeleştirdik, onların zararı yok. Dedim hiçbir şeyi çıkartmıyoruz aradan, anlaşılan Türkçeleştirmekte son derece mahirsiniz, lütfen şu Tül’ü de Türkçeleştirin de sıkıntı çıkmasın ne olur. Sen dedi ne biçim konuşuyorsun benimle, dalga mı geçiyorsun? Dedim hayır, dalga geçmiyorum. Fakat çocuğumun isminin ne olacağına siz değil hala daha ben karar veririm. Eğer sizin için uygun değilse bu isim bu sizin sorununuz. Siz çocuğunuza farklı bir isim düşünürsünüz. Sordu, kimin ismi bu isim? Dedim Annemin. E varmış ya bir tane zaten dedi, ikincisine ne gerek var? Beni doğuran Annemin değil dedim, asıl Annemin. Durdu, tam devam edecekti ki müsaade etmedim ve bakın dedim: benim kızımın adı Hatice Tül-Kübra olacak, siz isteseniz de öyle olacak istemeseniz de öyle olacak. Şimdi ya bu sorunu çözün ya da beni bu sorunu çözebilecek birine yönlendirin. İçeriye girdi tekrar ve yaklaşık 10 dakika sonra yanıma geldi ve senin için bu seferlik göz yumuyoruz dedi ve belgeleri tamamlanmış olarak bana iade etti. Teşekkür ettim ve ayrıldım.
4
Korkma, rahat ol. Ben kral değilim. Ben kuru et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum.
Hz. Muhammed
Her hakiki devlet başkanı vatandaşlarının kendisini sevmesini sağlamalı. Fakat eğer seni sevemiyor ya da sevmek istemiyorlarsa, bu durumda senden korkmalarını sağlamalısın. Sevgi daha iyidir, fakat işini korkuyla da yürütebilirsin.
Jeder echte Herrscher sollte dafür sorgen, dass seine Leute ihn lieben. Aber wenn sie dich nicht lieben können oder wollen, musst du dafür sorgen, dass sie dich fürchten. Liebe ist besser, aber Furcht wird die Aufgabe ebenfalls erledigen.
Niccolo Machiavelli
Hatice-Tül-Kübra’yı hatırlattı bana devriye gezen iki polis. İkisi de daha çocuk denecek yaşta, her ikisi de muhtemelen Hatice Tül-Kübra’dan yaşça küçük, bellerinde kocaman silah, başları örtülü ve yüzlerinde maske taşımalarına rağmen son derece mütebessim ve nazik oldukları her hallerinden belli. Beyefendi, ne işiniz var dışarıda diye sordu biri son derece nazik ve kibar bir dille. Saate baktım saat 9’u henüz geçmiş, özür dilerim, biraz erken oldu galiba. Fakat çıkarken saate bakmayı unutmuşum dedim. Ne demek istiyorsunuz biraz erken oldu derken diye sordu diğeri, izin kağıdınız var mı? Sanırım saat 10’dan önce sokağa çıkmak yasak, onu kastettim dedim. 10’dan önce değil Beyefendi dedi aynı polis sokağa çıkmak tamamen yasak. Bunu bilmiyor musunuz? Gerçekten de bilmiyordum ve polislere de söylediğim gibi yasağın sadece saat 10’dan öncesi için geçerli olduğunu düşünüyordum. Ve o an çok tuhaf bir şey oldu. Daha önce hiç yapmadığım ve yapılmasına da karşı çıktığım bir şey yaptım: yemin ettim. Vallahi de Billahi de Tallahi de bilmiyordum dedim. Dona- ve birbirlerine baka kalmıştı polisler, şaşkınlıklarını okuyabiliyordum gözlerinden. Neredeyse kolumdan tutup, beyefendi iyi misiniz, oturun isterseniz diyerek en yakındaki banka işaret edeceklerdi. Ben de şaşkındım aynı şekilde. Tamam, yaptığım yanlıştı yanlış olmasına, fakat Vallahi ve Billahi‘ye yine de alışığız az çok, da Tallahi de nerden çıktı durup dururken Allah aşkına diyebildim kendime ancak. Muhtemelen daha inandırıcı olsun için yapmıştım bunu, başka bir açıklaması olamazdı çünkü. Üstelik tamamen bilinç dışı bir refleksle. Çocuğum yaşında, son derece nazik ve kibar, ayrıca kompetan ve asli görevleri canımı, malımı, ırzımı ve namusumu korumak olan iki görevli karşısında elim ayağım birbirine girmişti. Sorun kendileri değildi tabii ki, başlarındaki örtünün geldiğimiz noktada temsil ettiği dünyanın son yıllarda üzerimde bıraktığı korku, endişe ve güvensizlikti beni bu denli tedirgin olmaya iten ve bu şekil davranmaya sevk eden. Nitekim hiçbir suç işlemeden de başıma her an her şey gelebilir, gözlerimi, en iyi ihtimalle, karanlık ve soğuk bir zindanda açabilirim inancı güçlü bir şekilde yer etmişti zihnimde. Ve ben ne Beşiktaş’ta ne de Essen’de bu kadar endişe duyduğumu, bu kadar büyük bir güvensizlik duyduğumu, bu kadar korktuğumu hatırladım. 19 yaşında, beyazdan beyaz, Saddam Hüseyin’in Halepçe katliamına, zulme karşı yani, direnirken Alman Polisinin Köln’de taktığı ters kelepçe dahi bu kadar korkutmamıştı beni. Sonuçta öz yurdum, öz vatanım. Pardon, karıştırdım. Allah’tan gaza gelip İhlas’tan girip sırasıyla Fatiha ve Ayet el-Kürsi okuyup Yasin-i Şerif’ten çıkmadım. Polislerin hallerini düşünmek bile istemiyorum. Yine utandım. Sevgili Peygamberim adına utandım.
>>> İKİNCİ YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN
Yazılarınız için teşekkür ederiz.
Eğitici,duygulu ve tarihsel düşüncelerinizle akli, hayali hazlar veriyorsunuz.
Değerlerimizi çok daha iyi öğrenip manipülasyonlardan koruyarak hakikat’e en yakın olmak için gayret ve çalışmalarımızı yapmalıyız sanırım…