La transcendance est vide.
Transandans boştur.

Jean-François Lyotard


Başlık sanki biraz
La belle et la bête gibi olmuş. Aslında birazı da gibisi de fazla, öyle zaten. Almanca Transzendenz kelimesinin Türkçeye aktarımı epigraftaki Transandans. Aşkın da deniliyor sanırım, birkaç yerde okumuştum, ama nerde hatırlamıyorum. Bir de transzendental var tabii ki. Transzendenz ve tranzendental arasında fark var ama. Bazen aşkın her ikisi için de kullanılıyor. Bazen aşkın ve aşkınsal ayrımı yapılıyor. Bu doğru değil. Nitekim ilki gerçekten ulaşılamaz, dolayısıyla aşkın olandır, ikincisi ise, Scholastikteki kullanımı bir tarafa bırakırsak, temelsel olan, dolayısıyla biri bilinemez olana, diğeri ise bilinen olanı bilebilmenin imkanını sağlayana işaret eder. Biri üst, diğeri alt sınır da denilebilir belki; ilki varabileceğimiz son sınır, aynısının ötesi haddizatında, ki Lyotard için o ötede, girişte okuduğumuz gibi, hiçbir şey yok zaten, ikincisi yola çıktığımız, çıkmamızı mümkün kılan başlangıç. Belki de transzendental‘ı altkın olarak ifade etmek gerekir. Bilmiyorum, kaldi ki bana da ne. Bu bağlamda Immanuel Kant kendi düşüncesini Transzendentalphilosophie olarak tanımlar. Dışarıdan (Transzendenz) içeriye (transzendental), yani Tanrıdan, üstten, insana, alta, bir dönüş: Kopernikanische Wende dediği budur haddizatında. İlkinin isim, ikincisinin sıfat olması da önemli, dolayısıyla Kant’ın Ne‘yi değil de Nasıl‘ı öne çıkartması. Bu yaklaşımı günümüzde özellikle Hagen (Westfalen)’li hemşerim Nicholas Rescher tarafından teklif edilen process philosophy‘nin çıkış noktası olarak dahi görmek mümkündür. Geçen yıl yaklaşık altı hafta Almanya’da kaldım ve şaka değil, İstanbul’u özledim. Özlemem sanıyordum, ama özledim. Oysa ben Almanım. Neyse. O kadar da Alman değilmişim demek. Dolayısıyla bulunduğum şehrin de, nispeten az bir hasarla, o dönemde içinde kaldığı sel felaketini yaşadım. Rabbime şükürler olsun ben bir zarar görmedim. Ardından Türkiye’de orman yangınları başladı. Allah bu ve her tür doğal felaketten zarar gören herkese, geçmişte, bugün ve gelecekte, Rahmet etsin, sadece ölenlere değil, herkese. Nitekim hepimiz, diri ya da ölü, onun Rahmetine, Merhametine, Rasul’ünün Şefaatine muhtacız. 18. yy. düşünürlerinin bir tespiti var. Schön (Güzel) var ama bir de Erhaben (Müstağni) var. Erhaben‘a da Türkçede bazen aşkın denildiğine şahit oldum. Denilebilir de belki, fakat bu durumda aslında önemli olan gölgede kalır. Dolayısıyla ben Müstağni olarak çevirmeyi uygun görüyorum. Mesela Kant‘a göre das Schöne…, yani güzel, …ist das, was ohne Begriff allgemein gefällt. Bu demek kavramsızca genel olarak hoşa gidendir. Bu bağlamda güzel kendisini tamamlanmış bir bütün, harmoni ve orantı olarak entegre edilebilir bir düzen olarak sunar. Dolayısıyla insanda bir karşılığı vardır, ona hitap eder, onu hesaba katar, ondan ya da ona karşı müstağni değildir. Heidegger’nın Entsprechung dediği gibi hatta, yani ona cevap verir, tekabül eder, hatta onu gelsin diye bekler, çağırır. İnsanın kulağına bu uçsuz bucaksız evrende tek başına olmadığını, yalnız kalmadığını fısıldar. Haliyle insan bu teselliyi abartıp bütün bunların hepsi benim için kibrine (ὕβρις) kapılır. Ben olmasaydım, ben olmasaydım, sen de olmazdın der durur Allah’a. Neyse. Ama bir de insanı uyarmakla, ona dokunmakla birlikte sanki o yokmuş gibi davranan, onu hesaba katmayan, onda o anlamda bir karşılığı olmayan, entegre edilemeyen ama yine de bir şekilde hayran bırakan, belki de entegre edilemediği için hayran bırakan, ürperten bir şey var. Sel sularının tonlarca ağır arabaları, binaları, yolları ve insan oğlunun binbir birikim, teknoloji ve zorlukla inşa ettiği yapıları önüne katıp sürüklemesi, depremin tek bir darbeyle koca şehirleri yere sermesi, alevlerin onyıllarda büyüyen ağaç ve ormanları bir iki saat içinde yakıp kül etmesi gibi. İnsan ürperiyor, utanıyor ama hayran kalmaktan da kendini alamıyor. Sonra o kadar da önemli değiliz galiba diyor, kimsenin duymamasına dikkat ederek tabii ki. Nitekim bu gerçeği kendisine dahi itiraf edemiyor. Farklı bir hayranlık, farklı bir şey bu. Ben das Erhabene‘yi birincil olarak böyle anlıyorum. Belki de Luhmann’ın Iritation dediği gibi yani. Nitekim güzel dindirir, sükûna erdirir, ki güzelin epistemolojik değeri dışlayıcı olarak budur haddizatında. Erhabene irite eder ama, sarsar, yerinden oynatır. Temelde entegrasyona direnendir o dediğim gibi ve bu direnci dolayısıyla insanda hayranlıkla birlikte yabancılık, rahatsızlık (Unbehagen) hissi uyandırır: Angst. Günlük dilde erhaben bir sıfat olarak da kullanılır ve her şeyin üstünde olmayı ifade eder. Kendisini erhaben gören kişi, yaptığı ve yapmadığı, söylediği ve söylemediği hiçbir şeyle ilgili hesap vermek zorunda olmadığını düşünür. Açıklama yapmaz. Aktır paktır ona hiç bir şey ulaşamaz, ne gözler, ne diller en az da eller. De insandan kaçmaz, insan onu da entegre eder bir şekilde. Allah var der, o istediğini yapar, ona hesap sorulmaz, o hesap vermez der. O bizi düşünüyor, bizim iyiliğimiz için bütün bunlar der ve inanır. Derin bir o…oh çeker sonra ve rahatlar. Luhmann Kontingenzformel Gott diyor buna. En azından böyle de anlayabiliriz. Puzzle oyunları vardır ya, bitirirsiniz, bir bakarsınız ki bazı parçaları kaybetmişsiniz, resim eksik. İşte Tanrıyı bu boş kalan yerlere koyar resmi tamamlarsınız. Nitekim o her şekli, her rengi, her ebatı alır. Böyle atıyorsunuz boşluğa, o yavaş yavaş kendisini evire çevire, renk ala vere, değişe değiştire, büyüye küçüye bir şekilde kendisini sığdırıyor oraya. Bingo. Geçiyorsunuz karşıya.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN