Die Philosophie ist eigentlich Heimweh – Trieb überall zu Hause zu sein.
Felsefe aslında vatan hasretidir – Her yerde evde olma dürtüsü.
Die Welt muss romantisiert werden. So findet man den ursprünglichen Sinn wieder. Indem ich dem Gemeinen einen hohen Sinn, dem Gewöhnlichen ein geheimsinvolles Ansehen, dem Bekannten die Würde des Unbekannten, dem Endlichen einen unendlichen Schein gebe, so romantisiere ich es.
Dünya romantikleştirilmelidir. Ancak bu şekilde ilk anlamına kavuşuruz yeniden. Alelade olanı ona yüksek bir mana, alışılagelmiş olanı ona esrarengiz bir itibar, bilineni ona bilinmeyenin onurunu, sonu olanı ona sonsuz bir görünrü vererek romantikleştiririm.
Novalis
1
Immanuel Kant Grundlegung zur Metaphysik der Sitten‘in önsözünde yapmak istediğini şu şekilde dile gitiriyor:
Da meine Absicht hier eigentlich auf die sittliche Weltweisheit gerichtet ist, so schränke ich die vorgelegte Frage nur darauf ein: ob man nicht meine, daß es von der äußersten Notwendigkeit sei, einmal eine reine Moralphilosophie zu bearbeiten, die von allem, was nur empirisch sein mag und zur Anthropologie gehört, völlig gesäubert wäre: denn, daß es eine solche geben müsse, leuchtet von selbst aus der gemeinen Idee der Pflicht und der sittlichen Gesetze ein. Jedermann muß eingestehen, daß ein Gesetz, wenn es moralisch, d.i. als Grund einer Verbindlichkeit, gelten soll, absolute Notwendigkeit bei sich führen müsse; daß das Gebot: du sollst nicht lügen, nicht etwa bloß für Menschen gelte, andere vernünftige Wesen sich aber daran nicht zu kehren hätten; und so alle übrige eigentliche Sittengesetze; daß mithin der Grund der Verbindlichkeit hier nicht in der Natur des Menschen, oder den Umständen in der Welt, darin er gesetzt ist, gesucht werden müsse, sondern a priori lediglich in Begriffen der reinen Vernunft, und daß jede andere Vorschrift, die sich auf Prinzipien der bloßen Erfahrung gründet, und sogar eine in gewissem Betracht allgemeine Vorschrift, so fern sie sich dem mindesten Teile, vielleicht nur einem Bewegungsgrunde nach, auf empirische Gründe stützt, zwar eine praktische Regel, niemals aber ein moralisches Gesetz heißen kann.
Burada maksadım haddizatında dünya bilgeliğine yönelik olduğu için, meselenin çerçevesini şu şekilde çizmek istiyorum: Acaba en başından, uygulamada ve antropolojiye ait olan her şeyden tamamen temizlenmiş bir ahlak felsefesi tasarlamanın yapılması gereken en önemli şey olduğu düşünülemez mi? Nitekim bunun gerekliliği görev düşüncesinin ve ahlak yasalarının kendilerinden kaynaklanır ve gösterir kendisini. Herkes şunu kabul etmeli ki, bir yasa, eğer ahlaki olacak, dolayısıyla bir sorumluluğa temel teşkil edecekse, mutlak bir zorunluluğa sahip olmalı; yalan konuşmayacaksın emrinin sadece insan için geçerli olmayıp diğer bütün akıllı şeyleri de kapsadığı gibi mesela; ve bu şekilde diğer bütün ahlak yasaları için de aynısı geçerli. [Ve şunu da kabul etmeli ki herkes,] söz konusu sorumluluğun temeli insanın doğasında ya da insanın içine yerleştirildiği dünyadaki durumlarda değil, saf aklın a priori kavramlarında aranmalı. Bunun dışında her tür dışlayıcı olarak tecrübeye dayanan ve hatta genel geçer olan bir emir, en ufak bir parçasıyla, sadece tek bir sebebiyle dahi olsa uygulanan bir sebebe dayanıyorsa eğer, böyle bir emir pratik bir kural olabilir sadece, fakat hiçbir zaman bir yasa haline gelemez.
Bu paragraf çok önemli bir paragraf ve kendisinden sonraki felsefe için birçok konuda, hatta günümüz Analitik Felsefesi‘nin en önemli düşünce figürlerinden olan Mümkün Dünyalar tezi bağlamında da temel teşkil ettiğini söyleyebiliriz. En azından aynısı için esin kaynağı olduğunu dile getirmek yanlış olmaz. Bununla birlikte Friedrich Hegel‘in auf den Begriff bringen, kavramsallaştırmak yöntemi için de belirleyici olmuş açıkça. Ben bunların üzerinde durmak istemiyorum ama. Belki iki noktanın altını çizmek gerekebilir. Birincisi Kant’ın aklı insanla sınırlı tutmaması, ki burada muhtemelen her ne kadar insan dışı farklı varlıklara atıfta bulunduğu söylense de, bana göre temelde Tanrıyı kastetmektedir, ki bu şekilde onu da aklın kapsamına alarak belirli bir indirgeme sağlamak mümkün olur, ki bunu da, çok zorlarsak, belki de hiç zorlamadan, Hristiyan teolojisinin felsefi aktarımı olarak görebiliriz, ki bu da Aydınlanmanın Vernunftreligion, akıl dini dediğinin pratik uygulamasıdır haddizatında. İkinci nokta, ki ilkiyle ilintili aslında, ahlakı insanı aşan bir şey olarak ortaya sürmesi. Bu da haddizatında, demin de dediğim gibi, Tanrıyı kayıt altına almaktan başka bir şey değil. Nitekim ahlakın kaynağı ne insanın doğası olabilir, ki o sadece mümkündür, ne de onun içinde bulunduğu şartlar, ki onlar da hakeza. Bu haddizatında insanı aşan bir yasallıktır, ki insan ona sadece ortak olabilir, isteyerek, Werner Heisenberg‘in dediği gibi, onunla birlikte titreşebilir. Benim için burada önemli olan Kant’ın var olan bir gerçekliği görünür kılma bağlamında arkasında saklı olan yasallığa aktararak, tam olarak Hegel’in auf den Begriff bringen dediği işlem, insanı içinde yaşadığı, birebir ilişkide olduğu dünyadan koparmasıdır. Romantik düşüncenin karşı çıktığı temelde tam olarak budur aslında. Bu şekilde insan davranmaz artık, nasıl davranacağını bilir, fakat nasıl davranacağını bilen her zaman öyle davranmayabilir ve öyle davranan her zaman isteyerek öyle davranmak zorunda değildir. Tam olarak buna aydınlatma, aydınlanma diyoruz.
2
Ömer Faruk’la yaptığımız bir konuşmada masanın üzerinde duran bardak ve kitaba işaret ederek, kitap ve bardağın masanın üzerinde olduklarını bana Almanca söyler misin dedim. Önce şaşırdı, sonra das Buch liegt auf dem Tisch, das Glas steht auf dem Tisch dedi. Neden dedim kitap liegt ama bardak steht? Doğrusu öyle de ondan dedi bu sefer. Dedim sebebi ne? Doğrunun sebebi mi olur baba dedi, doğru doğru olduğu için doğrudur. Ama dedim bir sebebi var. Var diyorsan vardır o halde dedi, ama ben sadece neyi nasıl yapacağımı biliyorum, niçin öyle yapacağımı bilmiyorum. Merak ettim diye ekledi ardından, söylersen mutlu olurum. Masanın üzerinde duran nesnenin masaya dokunan alanı yüksekliğinden fazla olursa, kitap, o şey masada yatar, liegt, fakat az olursa, bardak, masada durur, steht, dedim. Senin gibi yani, ayakta dururken 44 numara ayakabı kadar yere dokunuyorsun, yerde yatarken 180 cm. Güldü, fakat pek ilgilenmedi. Aslında insan yaşantısının büyük bir kısmı böyledir, davranışlarımızı açıklamakta zorlanırız. En basitinden duvara çivi çakarken dahi en uygun vurma tekniğini, en uygun açıyı ya da en uygun şiddeti hesap etmeyiz, bir vururuz ardından devam ederiz ve her yeni vuruşumuzda daha önceki vuruşlardan elde ettiğimiz geri dönümleri hesaba katarak en son vuruşumuzu ona göre belirleriz, fakat bu belirleme kağıt üzerinde kalemle hesap ederek ve formüller yazarak gerçekleşmez, biz bu hesabın farkında bile olmayız, bedenimizin çevresiyle girdiği işbirliği sonucu, tam olarak bedenim, elim, çekiç, duvar ve çivinin girdikleri ortak işbirliği sonucu gerçekleşir aynı hesap ve en ideal vuruş belirlenir. Ben bu hesap edilen vuruşu sadece uygularım. Bu durumda bütünlük vardır hala daha. Daha sonra bilim girer devreye ve benim öylesine bildiklerimi kavramsallaştırır. Bilgiyi somut bir bilgi haline getirir. Bu önemli aslında, nitekim bilgi kümülatif gelişir. İyi bir ustayı düşünün. Bildiklerini öğretilebilir hale getirmediği sürece bildikleri onunla yok olur gider, fakat öğretilir hale getirdiği zaman, dolayısıyla bilgisini bilimselleştiridiği zaman, o bilgi aktarılır olur. Bu noktada aslında bir orta yol bulmak lazım. Aydınlanma bu işin burasındadır. Bilimselleşmemiş bilgi görünmezdir, karanlıktır bir nevi, aynen benim duvara çivi çakarken vuruş şiddetimin en uygununun benim farkında olmadan ayarlanması gibi, yani karanlıkta. Buradaki bilgi saklıdır, bedenimde saklıdır, karanlıktadır. Onu bedenimden çıkarır bilimselleştirirsem meseleyi aydınlatmış olurum. Bunun dediğim gibi dezavantajları vardır. En önemlisi beni dünyadan koparması, uzaklaştırması. Ardından dünya ile eşit seviyede işbirliği içinde olan bir durumdan, dünyaya bilgisini empoze eden bir konuma getirmesi. Çünkü artık hesap ederken dünya hesaba katılmaz, onun işbirliğine önem verilmez. Böylece dünyaya hakim olma imkanı ve haliyle de arzusu belirir. Edmund Husserl‘ın Lebenswelt dediği, yani yaşam dünyası ve de Martin Heidegger‘nın in-der-Welt-sein olarak dünyada-olmak olarak ifade ettiği bu. Heidegger bu da-olmak‘ı açıklarken, bunun bir elbisenin dolapta ya da suyun şişede olduğu gibi bir olmak olmadığını söylüyor. Tam olarak bu aslında dünyanın-yanın-da-olmak ya da dünyayı-yanına-almak, hatta hani gözleri dalan insanlara deriz ya, aklın nerede diye, işte böyle bir olmaktır aslında dünya-da-olmak.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN