Değişmeyen tek şey değişimdir.”  sözü sanatın değişim ve dönüşümüne de ışık tutar. İnsanlar değişir. Devirler değişir, muktedirlerin rol dağılımı değişir. Devletler düşer ve yeniden ayağa kalkar… Değişmeyen ise yine değişimin kendisidir.

Her devir kendi estetiğini ve sanatını yaratır. Her yaşta insanoğlu farklı değer yargılarına ve dünya görüşüne gebedir.  Ruhun yolculuğu ise değişimin merkezinde ilerlemektedir. Yazımın amacını kabaca iki çizgide özetleyebilirim. Bunlardan biri, değişik sanat dallarının ortaya çıkışına, tarihsel gelişimine ve kendi tarihimizdeki oluşumuna ışık tutma. Bir diğeri ise sanat ve insan ruhu arasındaki ilişkiyi bu kapsamda ele alma.

Ele alacağım ilk sanat dalı tiyatro. Geçtiğimiz aylarda (27 Mart) Dünya Tiyatro Günü’nü idrak ettik. Tarihi Sümer ve Mısır gibi eski uygarlıklara kadar uzanan tiyatro, özellikle Antik Yunan’da gelişmiştir. Eski Şamanist inanç ve törenleri de tiyatronun doğuşunda rol oynamıştır. Türk Edebiyatı’na Batılı anlamda tiyatro türü Tanzimat Dönemi‘nde girmiştir. Tanzimat yılları Osmanlı toplumunda büyük değişikliklerin yaşandığı Osmanlı aydınının yüzünü Batı’ya çevirdiği bir dönemdir. Fransız İhtilali ile yayılan hürriyet, eşitlik gibi  düşünceler Osmanlı toplumunu da derinden etkilemiş, her alanda yeni gelişmeler yaşanmıştır. Tiyatro da bu dönemde Osmanlı sanat dünyasında yerini almıştır.

Tanzimat’a kadar Karagöz, orta oyunu ve meddah hikâyeleri gibi türler tiyatro türünün yerini tutmuştur. Tanzimat reformları sonrası, Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” adlı eseri, Batılı anlamda tiyatronun edebiyatımızdaki ilk örneği kabul edilir. İlerleyen yıllarda Osmanlı Tiyatrosu’nda; Namık Kemal, Ahmed Mithat Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem gibi ünlü yazarların eserleri ve özellikle ünlü Fransız melodramların çevirileri sahnelenmiştir.

Öte yandan, Cumhuriyet döneminde, tiyatroda önemli atılımlar yaşanmıştır. Tiyatroyu çağdaş bir sanat alanına dönüştürme yolunda ilk büyük katkı Muhsin Ertuğrul‘dan gelmiştir. 1940’lardan 1970’lere kadar gerek devlet eliyle gerekse özel tiyatrolar tarafından büyük destek gören ve gelişen Türk Tiyatrosu, ne yazık ki 1970’lerin ortalarında televizyonun toplum hayatına girmesi ve yaşanan politik krizler sonucunda sekteye uğramıştır.

Sinema bahsinden bağımsız bir sanat yazısı eksik kalır. Sinemanın tarihsel gelişimine ve Türkiye’de sinemanın serencamına bakalım şimdi de. Sinemanın doğuşu sessiz sinema ile başlamıştır. İlk sesli film, The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı) New York’ta 6 Ekim 1927’de izleyiciyle buluşmuştur.  İlk filmin çekildiği 1895 yılından bu yana yapımcılığını Warner Bros’un gerçekleştirdiği “The Jazz Singer” filmine kadar bütün filmler diyalogsuz olarak çekilmiştir. “Sessiz Sinema” olarak adlandırılan bu dönemde senaryodaki diyaloglar ara yazılarla verilmiştir. 

Cumhuriyet tarihinde ise ilk kez sesli film gösterimi 1929’da gerçekleşmiştir. Türk sinemasının verimliliği Yeşilçam olarak adlandırılan 1960’lı yıllarda artmıştır. Öte yandan, darbe sonrası dönemde Türk sineması da karanlık bir döneme girmiştir. 1990’lardan günümüze ise tekrar bir canlanma süreci yaşanmaktadır.

Sanat” denince müzik bahsi olmazsa olmaz. Yaklaşık 2500 yıllık müzik tarihinde bilinen ilk çalışmayı Romalı filozof Boethius yapmıştır. Bilinen ilk nota basımı 1501 yılında Venedik’te Giovanni Petrucci tarafından yapılmıştır. Nota basımıyla müzik  önce Avrupa daha sonra tüm dünyaya yayılmıştır. 1800’lerde ses kaydının bulunması ile birlikte müziğin kalıcılaşması anlamında önemli bir adım atılmıştır. Müziğin yaygınlaşmasında en önemli faktör radyoların icadı olmuştur. Ülkemizde radyo yayıncılığı 1927 yılında başlamıştır. 1960’lardan 1990’lara kasetler döneme damgasını vururken 1992 yılında kurulan iki özel radyo ile müzik hayatımıza daha çok girmeye başlamıştır. Kasetler yıllar sonra yerini CDlere bırakmıştır ve teknolojinin baş döndüren ilerlemesiyle dijital platformlar müzik piyasasında önem kazanmaya başlamıştır.

Her devir kendi sanatını yaratıyor… Tiyatro oyunları, filmler ve şarkılar da kendi devrinin çocukları. Peki ya tüm bu değişimin ortasında insanoğlu nerede duruyor? Bedenin ve hazların tahakkümüne esir olan modern çağın çocukları ve ruhları ne durumda? Sanat modern çağda insanın yarasına merhem olabilir mi? Bunu ele almadan önce psikoloji literatürüne yeni girmiş birkaç kavrama atıf yapmak istiyorum. Gelişen teknoloji maalesef zaman zaman hayatımızı sosyal medya mecralarında hızlı ve hissiz bir boşluğa hapsediyor. Hızlı yaşıyor ve kimliksiz bir biçimde ilişkiler kuruyoruz. Sanal roller devşiriyoruz. Ve ruhumuz hasta oluyor çoğu zaman fark etmeden. Yeni hastalıklar çalıyor kapımızı. Örneğin, “Nomofobi” kavramı akıllı telefon ile sağlanan iletişimden kopmaktan aşırı derecede korkanlar için kullanılıyor. “Fomo” (Fear of Missing Out) kavramı ise gündemi kaçırma korkusu olarak biliniyor. Fomo’nun sosyal medya kullanmadaki artış ile yaygınlaştığı ve kaygı bozukluğuna (anksiyete) yol açtığı biliniyor.

Sanatın iyileştirici gücü, tıp biliminin deneysel çalışmaları ile günümüzde ortaya konmakta. Özellikle ruhsal sorunlar ile mücadelede sanat önemli bir yere sahip. “Müzikoterapi” ile müziğin tedavi edici gücünden yararlanan ruh hekimleri, tiyatro ve sinema ile de anda kalma ve farkındalık adına önemli bilişsel ilerleme kaydedildiğini ifade etmekteler.

“Sanat terapisi” en az konuşma terapisi kadar tedavide destekleyici unsur olarak kullanılmakta. Ruhsal sıkıntılar ile mücadelede sanat günümüzde git gide önem kazanıyor. Ruhsal sıkıntıları def etmek için sanat desteği modern çağda en az ilaç desteği kadar önemli. “Sanatçının Yolu” adlı kitabın yazarı Julia Cameron’un dediği gibi, “Sanat; içimizdeki sandıkları ve yüklükleri açar. Mahzenleri ve tavan aralarını havalandırır. Bizi iyileştirir”.

Begüm BURAK