Nietzsche Hz. Muhammed’den dört kez söz eder mektuplarında. Güzel bir tesadüf, nitekim Hz. Muhammed Mushaf’ta da dört kez zikredilir, en azından Mushaf’ın sadece dört noktasında ondan söz edildiği söylenir. Mushaf’ın kendisi bize bu konuda net bir bilgi vermiyor, bu demek söz konusu noktalarda tam olarak kimden söz edildiği, en azından zikredilenin 571 yılında Mekke’de doğmuş olan Muhammed Ibn Abdullah olup olmadığı kesin bir şekilde ifade edilmiyor. Bunu diğer kaynaklardan öğreniyoruz. Dolayısıyla Mushaf’ın neye yetip yetmediği konusunda tartışmaya gerek olmasa da, Hz. Muhammed’i teşhis etmeye yetmediği kesin. Birilerini sevmeyebilirsiniz, fakat mesele gerçekten öyle: Buhari, Müslim ve hatta Ibn Ishaq yıkılırsa din yıkılır. En azından Peygambersiz, ki bu da aynı kapıya çıkar, aynı yerdeyiz yani, dinsiz kalırız. F.E. Peters’in dediği gibi nitekim, Koran is a text without context, dolayısıyla bağlamı sürekli diğer kaynaklardan oluşturmalıyız. De bu bir bahsi diğer.

Nietzsche 11. Haziran 1865’de -20 yaşında henüz- kızkardeşi Elisabeth’e yazdığı mektupta şunları söylüyor:

Kommt es denn darauf an, die Anschauung über Gott, Welt und Versöhnung zu bekommen, bei der man sich am bequemsten befindet, ist nicht viel mehr für den wahren Forscher das Resultat seiner Forschung geradezu etwas Gleichgültiges? Suchen wir denn bei unserem Forschen Ruhe, Friede, Glück? Nein, nur die Wahrheit, und waere sie höchst abschreckend und haesslich.

Allah, dünya ve kurtuluş hakkında insanın kendisini en rahat hissettiği kabule ulaşmak mıdır önemli olan, yoksa gerçek bir arayan için arayışlarının sonucu aslında son derece önemsiz değil midir? Arayışlarımızda hedeflediğimiz sükunet mi, huzur mu, mutluluk mu? Hayır, sadece hakikati arıyoruz, ne kadar çirkin olursa ve ne kadar ürkütücü olursa olsun.

Tabii ki buradaki Nietzsche o bildiğimiz Nietzsche değil henüz, nitekim hakikatin peşinde. Ve tabii ki kendisine katılmam mümkün değil. Mazoşist miyim ben, tabii ki sükünet, huzur ve mutluluk arayacağım, tabii ki inançlarım korkularımı alacak, bana güven verecek, beni sarıp sarmalayacak. Nietzsche devam ediyor:

Noch eine letzte Frage: Wenn wir von Jugend an geglaubt haetten, dass alles Seelenheil von einem Anderen als Jesus ist, ausfliesse, etwa von Muhamed, ist es nicht sicher, dass wir derselben Segnungen theilhaftig geworden waeren? Gewiss, der Glaube allein segnet, nicht das Objektive, was hinter dem Glauben steht. Dies schreibe ich Dir nur, liebe Lisbeth, um dem gewöhnlichsten Beweismittel glaeubiger Menschen damit zu begegnen, die sich auf ihre inneren Erfahrungen berufen und daraus die Untrüglichkeit ihres Glaubens herleiten. Jeder wahre Glaube ist auch untrüglich, er leistet das, was die betreffende glaeubige Person darin zu finden hofft, er bietet aber nicht den geringsten Anhalt zur Begründung einer objektiven Wahrheit.

Son bir soru daha: Eğer çocukluğumuzdan itibaren bütün kurtuluşun İsa’dan değil de başkasından geldiğine inansaydık, mesela Muhammet’ten, aynı huzura ve rahata kavuşacağımız konusunda şüphe duyar mıydın? Sadece inanmak huzur verir ve rahatlatır, yoksa inancın arkasında saklı olan şey değil. Bunu sana sadece, sevgili Lisbeth, iç tecrübelerine dayanarak oradan sahip oldukları inançların kesinliğine kanıt üreten inançlı insanların en alışılagelmiş kanıtlarına karşı çıkmak için yazıyorum. Her gerçek inanç kesindir, nitekim o, ona inanan insanın ona inanarak ondan beklediğini verir ona, fakat o hiçbir şart ve durumda nesnel bir hakikatin temellendirilmesine katkı sağlamaz.

Burada da hakikat var. Nietzsche henüz daha çok genç, dinç, dinamik, istekli. Hakikatin peşinde. Sonraları yorulacak, güç kaybedecek ve elden ayaktan düşecek ve anlayacak, görecek ve bilecek ki, hakikat … Fakat söylediği şeyler çok güzel, son derece kolay anlaşılır. Hepimiz bir dünyanın içine doğuyoruz ve bu dünyada olan her şeyin bir işlevi var. Her şey bir işe yarıyor. Din de bir işe yarıyor. Huzur vermek, ölüm gibi korkunç bir gerçeğe anlam kazandırmak, ondan sonrasına ışık tutmak. Bunun hangi din tarafından yapıldığı önemli değil, nitekim bu bir ihtiyaçtır ve karşılanması gerekir. Din de kültürün bir parçasıdır, dolayısıyla kültürü sorun çözme sanatı olarak düşünürsek din de bir sorunu çözer. Ve her kültür, açlık sorununu farklı şekillerde çözdüğü gibi, ölüm sorununu da farklı çözer. Bu ihtiyaçtır haddizatında dine meşruiyet kazandıran, ki bundan ötesi insanı ikincil kılar. Yoksa Richard Rorty’nin dediği gibi orada dışarda bir yerlerde bizim tarafımızdan bulunmayı bekleyen herkes için geçerli bir hakikat yoktur. Bizim hakikatimiz vardır, sizin hakikatiniz vardır, onların hakikati vardır, ki buradaki hakikat o hakikat değildir. Üzerinde geçici olarak anlaştığımız, dolayısıyla yolculuk esnasında adeta ara verip nefes aldığımız bir dinlenme alanıdır. Dinlendikten sonra tekrar yola koyulacağız ve yeni yeni hakikatler üzerinde anlaşacağız. Son tahlilde Nietzsche’nin varacağı yer de burası olacak bilindiği gibi. Bunun şöyle bir tehlikesi var, en azından kimileri için bu durum önemli bir tehlike arz ediyor. Mesela yemek sorununu ele alalım. Her topluluk bu sorunu farklı çözer dedim, nitekim yaşadığı coğrafya farklıdır. Farklı coğrafyalar farklı imkanlar sunar. Ben karadenizliyim, dolayısıyla tam deniz kenarında yaşıyorum. Deniz kenarında olmasa da nehir kenarında yaşayan insanlar da var. Bu topluluklar balık yerler çokça, nitekim en kolay ona ulaşırlar. Deniz ve nehir kenarında yaşamayan topluluklar balık yiyemezler. Tabii ki günümüzden söz etmiyorum, çok önceleri böyleydi. Artık her yere ulaşmak çok kolay, dolayısıyla hayatlarında nehir ve deniz görmeyen insanlar dahi balık yiyebiliyorlar. Farklı coğrafyalarda yaşayan topluluklar farklı imkanları kullanarak bu soruna, yani yemek, enerji temini sorununa, çözüm üretirler. Bu şekilde farklı yemek kültürleri oluşur, biz buna artık mutfaklar diyoruz. Sonra bu kültürlerin birbirinden haberleri olur ve birbirlerinden etkilenmeye başlarlar. Bu durumun varacağı son nokta tek bir dünya yemek kültürü olacak. Bunu istemeyenler, yok işte kültürler kayboluyor, bunlar insanlığın zenginliğidir diyenler, kültürleri korumaya alanlar türlü türlü şaklabanlıklarla farlı farklı kültürleri ayakta tutmaya çalışıyorlar, ama nafile. Yaşam galip gelecek ve bütün insanlığı tek bir noktada bir araya getirecek. Yemek konusunda buna bir çoğumuz istemeyerek te olsa evet diyebiliriz. Fakat aynısı din alanında da olacak. Bu kaçınılmaz. Biz direnebiliriz belki, bizden sonrakiler de bir nebze, fakat her nesil daha az ve son noktada tek bir noktada insanlık bir araya gelecek. Ve bu birilerinin iddia ettiği gibi güçlülerin oldukları nokta olmayacak. Yaşam buna müsaade etmez. Bir araya gelinecek nokta insan için en uygun olan nokta olacak. Bunu Hegelvari düşünürsek, inançlar ahlaka dönüşecek, ahlak yasaya ve belirli bir noktadan sonra ahlak yasa arasındaki fark tamamen kalkacak ve kulluk yasalara uygun yaşayan dünya vatandaşlığı haline gelecek. İnsan değişecek, dünya değişecek, din değişecek ve en nihayetinde Allah değişecek. Ve Nietzsche bitiriyor:

Hier scheiden sich nun die Wege der Menschen; wills Du Seelenruhe und Glück erstreben, nun so glaube, willst Du ein Jünger der Wahrheit sein, so forsche.

Burada artık insanların yolları ayrılıyor; ruh sükuneti mi istiyorsun ve mutlu olmak mı, o halde inan, hakikatin havarisi mi olmak istiyorsun, o halde araştır.

Ben ruh sükuneti istiyorum, dolayısıyla cogito değil credo ergo sum.