There is a crack, a crack in everything
That’s how the light gets in
Bir çatlak var, her şeyde bir çatlak
Yoksa ışık[/karanlık] nasıl girer içeri
Leonard Cohen
Wie verhält es sich mit der Lichtung? Sie sagten das letzte Mal, die Lichtung setze nicht das Licht voraus, sondern umgekehrt. Haben Lichtung und Licht überhaupt etwas miteinander zu tun? Offenbar nicht. Lichtung besagt : lichten, Anker freimachen, roden. Das bedeutet nicht, daß es dort, wo die Lichtung lichtet, hell ist. Das Gelichtete ist das Freie, das Offene und zugleich das Gelichtete eines Sichverbergenden. Die Lichtung dürfen wir nicht vom Licht her, sondern müssen sie aus dem Griechischen heraus verstehen. Licht und Feuer können erst ihren Ort finden in der Lichtung. In dem Vortrag » Vom Wesen der Wahrheit” habe ich dort, wo ich von der “Freiheit” spreche, die Lichtung im Blick gehabt, nur daß auch hier die Wahrheit immer hinterher kam. Das Dunkel ist zwar lichtlos, aber gelichtet. Für uns kommt es darauf an, die Unverborgenheit als Lichtung zu erfahren. Das ist das Ungedachte im Gedachten der ganzen Denkgeschichte. Bei Hegel bestand das Bedürfnis der Befriedigung des Gedachten. Für uns waltet dagegen die Bedrängnis des Ungedachten im Gedachten.
Lichtung’la ilgili olarak durum nedir? En son Lichtung’un ışığı ön koşmadığını söylemiştiniz, tam tersi aksine. Lichtung’la ışık herhangi bir şekilde birbirleriyle ilişkili midirler? Anlaşılan hayır. Lichtung seyrekleştirmek, gemi demirini çözmek, ormanda alan açmak demektir. Bu, Lichtung’un seyrekleştirdiği yer aydınlıktır anlamına gelmez ama. Seyrekleştirilen özgür olandır, açık olan ve aynı zamanda bir kendisini saklayanın seyrekleştirilenidir. Lichtung’u ışıktan bu tarafa değil, Yunancadan yola çıkarak anlamalıyız. Işık ve ateş yerlerini ilk kez Lichtung’ta bulurlar. ”Vom Wesen der Freiheit” sunumunda özgürlükten bahsettiğim yerde aklımda Lichtung vardı, sadece burada da hakikatin her zaman bir adım geriden gelmesi söz konusudur. Karanlık olan ışıksızdır ışıksız olmasına gerçi, ama seyrekleştirilmiştir. Bizim için önemli olan açık olmayı Lichtung olarak tecrübe etmemizdir. Bu bütün düşünce tarihinin düşünüleninde düşünülmemiş olandır. Hegel’de ihtiyaç duyulan düşünülmüş olanın tatminiydi. Bizim için oysa düşünülmüş olandaki düşünülmemişin daraltmasıdır belirleyici olan.
Martin Heidegger
Işıktaki karanlık yani. Aydınlanmanın, Modernitenin aslında, hermetik bir tarafı var kesinlikle, haddizatında bizzatihi hermetik oluşuyla öne çıkar o, dolayısıyla total bir yapıdır. Dışarısı, ötesi yoktur, ne var ne yok hepsi burada ışıklar altındadır. Ölümün dışlanması da bu yüzdendir belki de, nitekim her şeyin burada olmadığını, sınırı, sınırın ötesini getirir akla. Sonuçta ölülerimizin bile, en azından biz Türkler, en azından daha modern olanlarımız, ışıklar içinde uyumalarını isteriz. Aslında diğerlerimiz de öyle. Birilerimiz ışık diğerlerimiz nur diyor sadece, Jacke wie Hose, ha Hasan ha kel Hasan. Şu farkı görmek gerekir ama, İslamcılar yatarlar nur içinde, Kemalistler ışıklar içinde uyurlar. Sonrakiler biraz daha haklı galiba. Mustafa Kemal Atatürk chère Corinne‘e 1916’da cepheden yazdığı bir mektubu M. Noury mahlasıyla imzalamış, Monsieur Işık. Belki de Mustafa Işık demek istemiştir, ya da Bay Nurlandırılmış, kim bilir. Tabii ki bunun doğu-sal olmaktan çok batı-sal bir çağrışım taşıdığını tahmin etmek o kadar da zor değil. Fransızcada Aydınlanma Öncüleri için kullanılır des Lumières, Vordenker der Aufklaerung, Enlightenment figures. Aynı hanımefendiye yazdığı diğer bazı mektuplarda Kémal imzasını kullanması da –é ye dikkat- bu yöndeki ön yargılarımızı destekler mahiyette ayrıca. Kendisi karanlık Türkiyenin ufkunda doğan bir güneş adeta. Allah göklerin ve yerin nurudur, اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ, aydınlığı yani, dolayısıyla kendisine inananları karanlıklardan çekip yanına alır, aydınlığa çıkartır, يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِؕ. Nitekim o iman edenlerin dostudur, اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذٖينَ اٰمَنُو. İnce bir nokta var burada yalnız, karanlıklar çoktur, Zulumat, aydınlık ise tek, Nur. Hepimiz kendi karanlığımız içinde debelenip dururuz, karanlık bizim, bize ait. Ta anne karnında başlar, ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍؕ, oradan yanımızda getiririz karanlığımızı. Aydınlık Allah’ın. Haddizatında biz ancak onun ışığında oluruz. İlginç. Lew Nikolajewitsch Tolstoi Anna Karenina‘da diyor ya, hemen en başında, her mutlu aile birbirine benzer, her mutsuz ailenin kendine öz bir mutsuzluğu vardır, burada da öyle biraz. Karanlığımız, acımız, mutsuzluğumuzdur bizi biz yapan, çünkü bize öz, bize has olan odur. Işık hepimizi eşitler, tornadan çıkmış gibi. Hizaya sokar, hazmedilir kılar. Birbirimize benzeriz. Dolayısıyla aydınlığa ancak kendimizden vaz geçmemiz pahasına çıkarız, satarız kendimizi aslında, Allah’a satarız, … اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ . Allah buna kârlı bir alışveriş diyor, تِجَارَةٍ تُنْجٖ, bilmiyorum, göreceğiz artık kâr mı zarar mı, hele bir vakti gelsin. Çok fazla aydınlıktır ortalık, çok fazla ışık vardır, yine, haddizatında, gözleri, belki de akılları, kamaştıracak kadar. Johann Wolfgang von Goethe‘ye bu bile yetmez ama, o daha çok ışık ister ölmeden önce: Licht, mehr Licht. Rivayet öyle en azından. Romantizmi işte biraz da bu aydınlığı, bu aşırı aydınlığı biraz karartma arzusu olarak anlamak gerekir. Ucu açık bir hikaye. Cennet bile sıkar insanı sonu belliyse, haddizatında sonsuzsa. Hepsi bu işte, eee sonra? Her gün şarap, her gün üzüm, köşk, saray, kıyamet … Huriler … İnsanın içi kıpır kıpır oluyor ilk başta. Ya sonra? Karanlıktır umut demek, aydınlık değil. Şöyle düşünün. Bir şey arıyorsunuz, hayati önemi olan bir şey. İçinde kilitli olduğunuz mekan tamamıyla aydınlatılmış, her köşesini, her yerini görebiliyorsunuz. Ve aradığınız şey orada yok, görüyorsunuz. Ne yaparsınız? Allah korusun. Bir de düşünün ki o mekanın tavanında küçük bir köşe var, karanlık bir köşe. Ulaşmak çok zor oraya, çok zor, haddizatında imkansız. Ama olsun, onun varlığı dahi kafidir sizin için. Çünkü aradığınız tam da orada olabilir. Bu umut demektir. Haddizatında iman demektir eğer iman nedir sorusunu sormak istiyorsak. Bu durumda ne yapacağınız belli. Friedrich Hölderlin‘in belki de en güzel cümlesi, en azından bana göre: Nah ist und schwer zu fassen der Gott. Wo aber Gefahr ist, wächst das Rettende auch. Yakın ama ulaşması zordur Allah. Fakat tehlikenin olduğu yerde kurtuluş da büyür onunla. Ne kadar diyalektik değil mi? Evet, tam anlamıyla öyle. Dolayısıyla, tersine çevirelim, umut veren karanlık tehlikelidir de, paketten ne çıkacağı belli olmaz nitekim. De o kadar da olacak, olsun artık. Her şeyi vermezler adama. Hegel’i modern Heidegger’yı da anti-modern kılan budur yani, en azından Heidegger öyle diyor yukarda. Heidegger karanlığı ışığın içine saklamış, dolayısıyla ışıktaki karanlığın peşinde. Hegel zaten karanlık kalmasın diye girmiş bu işe, en büyük düşmanı Immanuel Kant‘tan miras kalan karanlık, das Ding an sich. Olmaz öyle şey diyor, karanlık ne kadar küçük olursa olsun insanın özgürlüğü için bir tehlike. O karanlık, ya da Heidegger’nın ifadesiyle, düşünülende düşünülmemiş olan, her zaman kalacak. Kalması gerekir. Sen yaklaştıkça o uzaklaşacak. İşte o ara, tam da bu ara, hayat dediğimiz şey. Fıtrat belki de, Allah’ın açtığı yarık. Bir şekilde dolduracağız orayı, biz dolduracağız. Yoksa bazı dangalakların dediği gibi bizi biz olmadan biz yapan değil. Fıtrat, Chora belki de, Lichtung. O halde Jean-Paul Sartre …? Ben ne bileyim.
Karanlığımı seviyorum, karanlığıma dokunma, kahrolsun karanlığıma tutulan ışık.
Küçüğüm, daha çok küçüğüm
Bu yüzden bütün hatalarım
Öğünmem bu yüzden
Bu yüzden kendimi özel, önemli zannetmem…
Küçüğüm, daha çok küçüğüm
Bu yüzden bütün saçmalamam
Yenilmem bu yüzden
Bu yüzden kendime hâlâ güvensizliğim…
Küçüğüm, daha çok küçüğüm
Bu yüzden bütün korkularım
Gururum bu yüzden
Bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım …
Küçüğüm, daha çok küçüğüm
Bu yüzden sonsuz endişem
Savunmam bu yüzden
Bu yüzden bir küçük iz bırakmak için didinmem…
Ne kadar az yol almışım, ne kadar az
Yolun başındaymışım meğer
Elimde yalandan, kocaman, rengârenk
Geçici oyuncak zaferler…
Küçüğüm, daha çok küçüğüm…
Sezen Aksu
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN