Die menschliche Vernunft hat das besondere Schicksal in einer Gattung ihrer Erkenntnisse: daß sie durch Fragen belästigt wird, die sie nicht abweisen kann; denn sie sind ihr durch die Natur der Vernunft selbst aufgegeben, die sie aber auch nicht beantworten kann, denn sie übersteigen alles Vermögen der menschlichen Vernunft.

İnsan aklı idrakinin belirli bir alanında kendisine has bir kadere sahiptir: kendisinden uzak tutamadığı bazı sorular tarafından rahatsız edilir, nitekim aynıları kendisine aklın bizzat kendi doğası tarafından dayatılır, fakat söz konusu sorulara aynı zamanda cevap da bulamaz, ki onlar insan aklını bütünüyle aşar geride bırakır.

Immanuel Kant

 

1

Tanrıya inanmak yetmiyor insanlara, onu bir şekilde idrak etmek istiyorlar. Immanuel Kant’a göre insan idrakinin sınırlarını tecrübe belirler. Zaman ve mekan içerisinde yeri olmayan hiçbir şey insan idrakinin nesnesi olamaz. Dolayısıyla insan Tanrının varlığını kanıtlayabilmek için aklını kullanmak zorunda kalıyor. Kendi varlığından, yani ruhundan (Seele), ben’inden başlıyor işe (rasyonel psikoloji). Verili olan psişik yansımalardan yola çıkıyor, tümünü bir noktada topluyor ve o noktaya ben diyor. Ardından dünyanın varlığına geçiyor. Olup biten her şeyin birbiriyle nedensel bir ilişki içerisinde olduğunu söylüyor ve buradan yola çıkarak bir dünya (Welt) postule ediyor (rasyonel kozmoloji). Daha sonra da ben ile dünyayı bir araya getirerek tanrı (Gott) ideasına varıyor (rasyonel teoloji). İlkini kategorik, ikincisini hipotetik üçüncüsünü ise disjunktif bir akıl çıkarımıyla (Vernunftschluss) gerçekleştiriyor. Biri çıkıp diyor ki, Tanrı eğer düşünebileceğim en yüce şeyse, o durumda sadece zihnimde değil dışarda da olmalı, nitekim hem zihnimde hem de dışarıda olan bir şey, şayet Tanrı sadece zihnimdeyse, Tanrıdan daha yücedir. Öbürü çıkıp diyor ki, Tanrıyı düşünebiliyor olmam dahi Tanrının varlığına yeterli bir kanıttır. Nitekim benim gibi küçücük bir şey Tanrı gibi kocaman bir şeyi nasıl düşünsün ki, meğer ki bizzat Tanrının kendisi bu düşünceyi benim içime yerleştirmiş olsun. Sonra bir an duruyor, acaba diyor bu düşünceyi içime Tanrı değil de kötü bir cin sokmuş olmasın? Belki de benimle eğleniyor, olamaz mı? Olmaz diyor sonra, çünkü eğer mükemmelse, ki öyle, mükemmel bir şey böyle dalaverelere ihtiyaç duymaz. Öbürü etrafını temaşa ediyor ve bu güzellik, bu ihtişam, bu harmoni, bu düzen … Her şey yüce bir planın bir parçası gibi bir amaç doğrultusunda bir hedefe doğru işliyor, bir saat gibi adeta. Bu olsa olsa bir Tanrının işi olmalı diyor. Kant bunların hiçbirisine itibar etmiyor ama. Ona göre insanın kendisini ahlaki bir yasayla sorumlu bilmesi, onun kendisini aynı zamanda insan ötesi bir yasa koyucu ve yargılayıcıya karşı sorumlu bilmesi anlamına gelir. Budur son tahlilde, o da olsa olsa, Tanrının varlığına işaret eden bir veri. Bu sonuncusuna kısmen katılabilerim, diğerleri, yani öncekiler, tuhaf tuhaf şeyler, ya da, Cübbeli Ahmet Efendinin dediği gibi, manyak manyak işler.

2

By walking for ten minutes to the east […] he could quickly reach the parkland meadows of the Prater, where rough young men were ready to cater to him sexually. Once he had discovered this place, Wittgenstein found to his horror that he could scarcely keep away from it. Several nights each week he would break away from his rooms and make the quick walk to the Prater, possessed, as he put it to friends, by a demon he could barely control. Wittgenstein found he much preferred the sort of rough blunt homosexual youth that he could find strolling in the paths and alleys of the Prater to those ostensibly more refined young men who frequented the Sirk Ecke in the Karnterstrasse and the neighboring bars at the edge of the inner city. 

On dakika doğuya doğru yürüyerek Prater çimlerine ulaşıyor, cinsel arzularına hizmet eden genç ve haşin adamları orada buluyordu. Wittgenstein bu mekânı tespit edip kendisini oraya gitmekten alıkoyamadığını anladığında korkmuştu. Her hafta bazı geceler, arkadaşlarına anlattığı gibi kendinden geçmiş ve sanki kontrol edemediği bir güç tarafından ele geçirilmiş olarak, odasından kaçıp Prater çimlerine atıyordu kendisini. Orada sürten bu haşin ve kirli eşcinsel gençleri, Karnter sokağındaki Sirk köşesinde ve şehir merkezinin kenarı yakınlarındaki barlarda müşteri bekleyen sözde daha bakımlı gençlere tercih ettiğini fark etmişti.

Xyz

 

Schlick sagt, es gebe in der theologischen Ethik zwei Auffassungen vom Wesen des Guten: nach der flacheren Deutung ist das Gute deshalb gut, weil Gott es will; nach der tieferen Deutung will Gott das Gute deshalb, weil es gut ist. Ich meine, dass die erste Auffassung die tiefere ist: Gut ist, was Gott befiehlt. Denn sie schneidet den Weg einer jeden Erklarung, ‘warum’ es gut ist, ab, waehrend gerade die zweite Auffassung die flache, die rationalistische ist, die so tut, als ob das, was gut ist, noch begründet werden könnte. Die erste Auffassung sagt klar, dass das Wesen des Guten nichts mit den Tatsachen zu tun hat und daher durch kein Satz erklaert werden kann. Wenn es einen Satz gibt, der gerade das ausdrückt, was ich meine, so ist es der Satz: Gut ist, was Gott befiehlt.

Schlick diyor ki, teolojik etikte iyinin özü hakkında iki farklı yaklaşım vardır: daha sığ olan birinci yoruma göre iyi Allah onu istediği için iydir; daha derin olan ikinci yoruma göre ise Allah iyiyi iyi olduğu için ister. Bana kalırsa derin olan ilk yaklaşımdır: Allah ne emrederse iyi odur. Nitekim aynısı her tür ‘neden’ iyidir açıklamasının yolunu keserken, diğeri, ikinci, sığ ve rasyonel olanı, sanki iyi olan ayrıca bir de temellendirilebilirmiş gibi yapar. Birinci yaklaşım açıkça iyinin özünün olgularla bir ilişkisi olmadığını, dolayısıyla hiçbir cümleyle açıklanamaz olduğunu söyler. Eğer benim söylemek istediğimi dışa vurabilen bir cümle varsa şayet, aynısı şudur: İyi, Allah’ın emrettiğidir.

Ludwig Wittgenstein.

 

Did Wittgenstein really believe in God? As a creator of the universe, certainly not. But as the stern final judge of men’s moral transgressions, very probably. In fact, empathetically one can even present a hypothesis as to Wittgenstein’s reasoning in this matter. It would not be an ontological or a cosmological or a teleological, but a moral argument for the existence of God; not unlike that argued by Kant. I should call it Wittgenstein’s culpalogical argument, and it would go something like this. I am so tainted by moral corruption that I feel overwhelmingly that I shall be judged at a final Last Judgment. And since there must then be a supreme power to judge me at that time, God may well exist.

Wittgenstein gerçekten de Allah’a inanıyor muydu? Evrenin yaratıcısı olarak hayır kesinlikle. Fakat insanın ahlaki sınır aşmalarının adil bir son gün yargılayıcısı olarak, ağırlıkla muhtemelen. Aslında Wittgenstein’ın bu konuyla ilgili olan akıl yürütmesini bir hipotez olarak ileri sürebiliriz. Ontolojik değil, kozmolojik ya da teleolojik de değil, fakat Tanrının varlığı için Kant’ınkinden çok da farklı olmayan ahlaki bir argüman olur aynısı. Wittgenstein’ın suçluluk argümanı olarak isimlendirebilir ve şu şekilde ifade edebiliriz onu: “Ahlaki çürümüşlük o denli kirletmiş ki beni, son bir hesap gününde mutlaka hesaba çekilmeliyim diye düşünüyorum. Ve o gün beni yargılayacak en üstün bir gücün olması gerektiği için Allah vardır.

Xyz

 

If you ask me whether or not I believe in a Judgment Day, in the sense in which religious people have belief in it, I wouldn’t say: ‘No. I don’t believe there will be such a thing.’ It would seem to me utterly crazy to say this.

Eğer bana sorarsan ki inançlı insanların inandığı gibi bir son güne inanıyor muyum ya da inanmıyor muyum diye, ‘hayır böyle bir şeyin olacağına inanmıyorum’ demezdim. Bunu söylemek bana büyük bir saçmalık olarak gelir.

Ludwig Wittgenstein

 

It is clear that Wittgenstein’s “religion” is motivated by ethics, not metaphysics, and in this sense it is Judaic.

Açıktır ki Wittgenstein’ın dini ahlak temellidir metafizik değil ve bu anlamda Yahudiktir.

Xyz

 

Wittgenstein did once say that he thought that he could understand the conception of God, in so far as it is involved in one’s awareness of one’s own sin and guilt. He added that he could not understand the conception of a Creator. I think that the ideas of Divine judgment, forgiveness, and redemption had some intelligibility for him, as being related in his mind to feelings of disgust with himself, an intense desire for purity, and a sense of the helplessness of human beings to make themselves better. … I believe that Wittgenstein was prepared by his own character and experience to comprehend the idea of a judging and redeeming God. But any cosmological conception of a Deity, derived from the notions of cause or of infinity, would be repugnant to him.

Wittgenstein bir keresinde insanın kendi günah ve suçu bağlamında sahip olduğu farkındalıkta içsel olan Tanrı kavramını anlayabilir olduğunu söylemişti. Ve bir yaratıcı kavramını anlamadığını eklemişti. Bana kalırsa ilahi adalet (yargı), mağfiret ve ecir onun için zihninde kendisiyle ilgili sahip olduğu ikrah duygusu, yoğun bir arınma isteği ve insanların kendilerini daha iyi yapabilmedeki başarısızlıklarıyla ilişkili olarak belirli bir ölçüde anlaşılabilirdi. … Ben inanıyorum ki Wittgenstein bizzat kendi karakteri ve yaşantılamaları sayesinde bir yargılayıcı ve kurtarıcı Tanrı düşüncesini anlayabiliyordu. Fakat neden ve sonsuzluk kavramlarından türetilmiş her tür kozmolojik Tanrısallık onun midesini bulandırırdı sadece.

Xyz

 

The idea of a God in the sense of the Bible, the image of God as the creator of the world, hardly ever engaged Wittgenstein’s attention, … but the notion of a last judgment was of profound concern to him. ‘When we meet again at the last judgment’ was a recurrent phrase with him, which he used in many a conversation at a particularly momentous point. He would pronounce the words with an indescribably inward-gazing look in his eyes, his head bowed, the picture of a man stirred to his depths.

Kutsal kitaptaki Tanrı düşüncesi anlamında, dolayısıyla dünyanın yaratıcısı bir Tanrı tasavvuru Wittgenstein’ı pek ilgilendirmedi, … Fakat din günü düşüncesi onun için son derece önem arz ediyordu. Birçok konuşmanın önemli ve belirli bir noktasında kullandığı ‘din gününde tekrar karşılaşana kadar’ sürekli tekrarladığı bir cümleydi. Bu kelimeleri kullanırken gözlerinde anlatılamaz bir kendi içine bakış vardı, başı öne eğilmiş bir halde, en derinlerine kadar sarsılmış bir adam.

Xyz

 

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN