‘Protestan Etik ve Kapitalizmin Ruhu (The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism)’ başlıklı kitap Alman sosyolog, ekonomist ve politikacı Max Weber tarafından yazılmıştır. Bir dizi deneme olarak başlayan ve orijinali Almanca olan metin, ilk kez 1904 ve 1905’te oluşturulmuş, İngilizceye ise 1930’da Amerikalı sosyolog Talcott Parsons tarafından çevrilmiştir. İktisat sosyolojisinde kurucu bir metin ve genel olarak sosyolojik düşünce için kilometre taşı olarak kabul edilir.
Kitapta Weber kabaca kapitalizmin, Kuzey Avrupa’da Protestan (özellikle Kalvinist) ahlakının çok sayıda insanı seküler dünyada çalışmaya, kendi girişimlerini geliştirmeye, ticaretle uğraşmaya ve yatırım için servet biriktirmeye yönlendirmesiyle evrimleştiğini iddia etmektedir. Başka bir deyişle, Protestan çalışma etiği, modern kapitalizmin plansız ve koordinasyonsuz ortaya çıkışının arkasındaki önemli bir güçtür.
Weber’e göre Reform hareketlerinden sonra, çalışma anlayışı derinden etkilenmiş, en sıradan meslekler bile ortak iyiliğe katkıda bulunarak onurlandırılmış ve böylece herhangi bir ‘kutsal’ çağrı kadar Tanrı tarafından kutsanmıştır. Tüm çabasını Tanrı’nın övgüsüne adayan, bu yüzden kendini işine vermiş ayakkabıcı konuyla ilgili en yaygın örnektir.
Weber, Protestanlığın belirli dallarının, ekonomik kazanca adanmış dünyevi faaliyetleri desteklediğini ve onları ahlaki ve manevi öneme sahip olduğunu düşündüğünü gösterir. Bu destekleme kendi başına bir amaç değildir; daha ziyade, dünyevi zenginliklerin peşinde planlamayı, sıkı çalışmayı ve kendini inkar etmeyi teşvik eden diğer inanç doktrinlerinin bir yan ürünüdür.
Weber, Protestan etiğin kökenini Reformasyon’a kadar takip eder. Orta Çağ kadar erken bir zamanda bile seküler gündelik emeğe bir miktar saygı duyulduğunu ifade eder. Reform süreci, Roma Katolik Kilisesinin kilisenin ayinlerini kabul eden ve ruhban otoritesine teslim olan bireylerin kurtuluşunu garanti etmek gibi güvenceleri etkili bir şekilde ortadan kaldırmıştır. Psikolojik bir bakış açısından, ortalama bir insan bu yeni dünya görüşüne uyum sağlamakta güçlük çekmiştir ancak; Weber’e göre, yalnızca Martin Luther gibi dindar dâhiler, inananlara yeni ‘güvenceler’ sağlamışlardır.
Dini otoritenin verdiği bu tür güvencelerin yokluğunda Weber, Protestanların kurtarıldıklarına dair başka ‘işaretler’ aramaya başladığını savunur. Calvin ve takipçileri, baştan beri Tanrı’nın bazı insanları kurtuluş için, bazılarını da lanet için seçtiği bir çifte kader doktrini öğretirler. Kişinin kendi kurtuluşunu etkileyememesi, Calvin’in takipçileri için çok zor bir sorun teşkil etmiştir. Birinin kurtuluş için seçildiğine inanmak ve bu konudaki herhangi bir şüpheyi ortadan kaldırmak mutlak bir görev haline gelmiştir. Özgüven eksikliği, yetersiz imanın kanıtı ve bir lanet işaretidir örneğin. Bundan dolayı, rahibinin güvencesinin yerini özgüven alır.
Dünyevi başarı, bu özgüveninin ölçülerinden biri haline gelmiştir. Weber’e göre Luther, Tanrı’dan gelen bir ‘görevin’ artık ruhban sınıfı veya kiliseyle sınırlı olmadığını, herhangi bir meslek veya ticaret için de geçerli olduğunu belirtir. Bununla birlikte Weber, Protestan etiğinin ortaya çıkışını ruhta ilahi ruhun kabulüyle fazla ilgilenen Luteryanizm’de değil, Hristiyanlığın Kalvinist formlarında görmüştür. Bu moda, Pietizm’de daha da ileriye taşınır. Baptistler, Kalvinistlere göre çağrı kavramını sulandırmışlardır ancak; mezhebin diğer yönleri cemaatlerini kapitalizmin gelişmesi için verimli bir toprak haline getirmiştir.
Basitçe ifade edilecek olursa yeni Protestan dinlerine göre, bir birey olabildiğince fazla şevkle seküler bir mesleği izlemeye dini olarak mecbur bırakılmıştır. Dolayısıyla dünya görüşüne göre yaşayan bir insanın para biriktirme olasılığı daha yüksektir. Yeni dinler (özellikle Kalvinizm ve diğer katı Protestan mezhepleri) zor kazanılan parayı savurgan bir şekilde yasaklamışlardır ve lüks eşyanın satın alınmasını bir günah olarak tanımlamışlardır.
Son olarak, fakirlere veya hayır kurumlarına para bağışı, daha fazla dilencinin ortaya çıkmasına neden olacak bir istismara dönüşeceği için genellikle hoş karşılanmamıştır. Çünkü dilencilik, tembellik, kardeşlerine yük olmak ve Tanrı’ya hakaret olarak algılanmış, çalışmayan kişinin Tanrı’yı yüceltmede başarısız olduğu addedilmiştir. Weber, haliyle zorunlu olarak harcanmayıp biriken bu paranın yeni doğmakta olan kapitalizmin yatırımı haline geldiğini ileri sürmektedir.
Bu kitap aynı zamanda Weber’in rasyonalizasyon kavramıyla ilgili ilk fikirlerini ihtiva etmektedir. Onun modern kapitalizm fikrinde, zenginliğin kaynağı dinsel bir arayış olarak olsa da bu durum ileride rasyonel bir varoluş aracına, servete geçiş anlamına gelmektedir. Yani, bir noktada kapitalizmin ‘ruhun’ haber veren Kalvinist mantığın arkasındaki dinsel motivasyon güvenilmez hale gelmiş ve geriye yalnızca rasyonel kapitalizm kalmıştır. Öyleyse özünde, Weber’in ‘Kapitalizmin Ruhu’ etkili ve daha geniş anlamda bir Rasyonalizasyon Ruhu’dur.
Abdullah YARGI