… et veritas liberabit vos.

… ve hakikat özgürleştirecektir sizi.

Yuhanna, 8, 32.

a.

Konuya girmeden önce başlıkta kullandığım, daha doğrusu Thomas Bauer‘ya ait Die Kultur der Ambiguität. Eine andere Geschichte des Islam adlı kitabın Türkçe çevirmeninin Türkçe çeviri için seçtiği başlıkta kullandığı müphem kelimesi üzerinde durmak istiyorum kısaca. Fakat başlamadan şu kadarını söyleyeyim hemen, söylemek zorundayım haddizatında, berbat bir çeviri. Dikkatinizi çekerim yanlış demedim, berbat dedim. Çeviri işi aslında son derece zor bir iş, nitekim birini değil sadece her iki dili de çok iyi bilmek zorundasınız, ki aslında bu da yetmez. Çevirmeye çalıştığınız metnin ait olduğu alanla ilgili, hiç değilse, elementer bir bilgi seviyesiniz olmalı, ki, en azından, bazı kelime ve kavramların anlamlarının içinde kullanıldıkları bağlama göre kısmi değişiklikler gösterebildiklerini biliyoruz. Haliyle, bir dili iyi bilmek ne demektir? sorusunu sormak gerekir bu durumda. Kimilerine göre bir dili iyi bilmek demek o dilde şiir yazabilmek demektir. Bu zor, nitekim herkes Friedrich Wilhelm Joseph Schelling gibi değil. Kendisinin henüz daha çocuk denecek yaşlardayken zorlanmadan Latince, Yunanca, İbranice ve Arapça şiirler yazabildiği rivayet edilir. Bu kadarı fazla ama, bunu kimse beklemiyor zaten. Amerikalı filozof John Searle‘ün, ki kendisi sevmediğim meslektaşlarımdan biridir, Chinese Room, yani Çin Odası adında bir düşünce deneyi var. Temelde semantik‘in sentaks‘a indirgenebilir olup olmadığını sorgular. Yani mesele, mesela, John Haugeland‘ın dediği gibi midir: If you take care of the syntax, the semantics will take care of itself, sen sentaksla ilgilenirsen, semantik kendisiyle ilgilenir, merak etme. Sanırım bahse konu çevirinin sahibi kendisini bu düstura göre ayarlamış, adeta Türkçe sözlükten orijinal metindeki Almanca kelimelerin karşılıklarını tek tek bulmuş ve bu şekilde cümleyi bir taraftan alarak adım adım diğer tarafta Türkçe olarak yeniden yapılandırmış. Bu esnada, öyle görünüyor, Almanca kelimelerin karşılıkları olarak Türkçe sözlükte verilen birkaç farklı kelimeden yine kendi uyguladığı bazı kriterlere göre herhangi birini seçmiş ve bu şekil davranarak söz konusu orijinal cümlenin barındırdığı anlamın da aynı kelimelerle birlikte kendiliğinden öteye geçeceğini düşünmüş. Haliyle, bir şey geçmiş öte tarafa tabii ki, fakat geçen son tahlilde söz konusu cümlenin anlamı değil, içeriğidir, dolayısıyla aktarılan bir anlam değil sadece aynı cümlenin içerdiği enformasyondur. Zaten bu anlamda girişte söz konusu çevirinin yanlış değil, sadece berbat olduğunu söyledim. Adeta odada kilitlenmiş fakat Çince bilmeyen bir bilim adamının sahip olduğu teknik imkanlar aracılığı ile kendisine Çince iletilen sorulara uygun cevapları oluşturması gibi, kendisini farklı bir odada kilitli bulan söz konusu çevirmen kendisine Almanca iletilen sorulara, Bauer’nın metnine, sahip olduğu teknik imkanlar aracılığı ile karşılıklar bulmuştur. Google Translate gibi yani. Bunu, Almanca ve Türkçe bilen ve konuşan biri olarak, çevirinin her cümlesinde hissediyorsunuz, neredeyse istisnasız her cümlesinde. Çevirmenin Türkçeyle arasındaki ünsiyeti değerlendirecek kadar ileri gitmek istemiyorum, fakat Almancayla, bu anlamda, uzaktan yakından alakası olmadığını söyleyebilirim rahatlıkla. Aklıma gelmişken son bir şey daha; hani çiğnemeden yuttuğunuz lokmalar vardır ya, boğazınızdan midenize inerken hissedersiniz bütün yol boyunca, hatta bazen son derece rahatsız bile olursunuz, ha işte tam olarak öyle hissediyorsunuz Bauer’nın metninin Türkçe çevirisini okurken, dolayısıyla zihninize indirirken.

b.

Thomas Bauer 2011 yılında Wissenschaftskolleg zu Berlin‘de söz konusu kitapla ilgili düzenlenen bir tanıtım programında Ambiguität kelimesinin kullanımıyla ilgili wir haben lange darüber diskutiert, aber uns ist auch nichst Besseres eingefallen, uzunca tartıştık, fakat aklımıza daha iyisi gelmedi diyor. Burada sorulabilir tabii ki, tartışılan neydi? Bana kalırsa Bauer’nın üzerinde durduğu kavram aslında müteşabih kavramıdır, dolayısıyla tartışılan mesele bu kavramın Almancaya nasıl aktarılacağı meselesidir. Buradan bakınca söz konusu kitabın Türkçe çevirisi için Müphemlik Kültürü yerine belki de Müteşabihat Kültürü demek daha doğru olabilirdi. Nitekim müteşabih kelimesi müphem kelimesinden çok daha fazla alana yakın, haddizatında bütünüyle alana ait, dolayısıyla çok net konturlara sahip ve aynı zamanda da söylenilmek isteneni vermeye neredeyse birebir muktedir. Ayrıca, en azından bana göre, Ambiguität ve aynısıyla birlikte müteşabih kelimesi kognitif bir kategoriye işaret ederken müphem kelimesi daha çok duyumsal, dolayısıyla vizüel bir kategoriyi favorize eder. Hiç olmadı Çok-Anlamlılık Kültürü denilebilirdi. Ki Bauer söz konusu tanıtım programında aynı kelimeyi, yani Ambiguität‘i, bu kelimeyle bir arada zikrediyor zaten: Ambiguität, Mehrdeutigkeit, Vieldeutigkeit, Fazla-Anlamlılık, Çok-Anlamlılık. Ve 2018’de yayınlanan kitabında aynı kelimenin birebir Almanca karşılığını kullanıyor artık: Die Vereindeutigung der Welt. Über den Verlust der Mehrdeutigkeit. Dünyanın Tek-Anlamlandırılması. Çok-Anlamlılığın kaybedilmesi üzerine. Bu noktada çevirmenle ilgili olarak farklı bir çizgiye daha dikkat çekmek istiyorum, biraz psikanalitik bir çizgi olacak bu. Doğu, benim anladığım kadarıyla, Batı için uzun süre kognitif bir ilişkinin nesnesi olmadı. Batı Doğuya baktı, onu seyretti sadece. Özellikle cinsellik ve daha da özellikle Harem kurumu en ilgi uyandıran konular oldu. Açıkça görünen, açıkça görünmeyene kıyasla kendisinden başkasına izin vermez. Onu olduğu gibi kabul etmek zorunda kalırsınız. Fantaziyi kilitler bir yerde o, bu çerçevede okuduğunuz ya da dinlediğiniz bir hikayeyi seyrettiğiniz noktada aradaki farkı çok daha iyi görürsünüz. Oysa perdenin arkası, tam görünmeyen, dolayısıyla o anlamda müphem olan, fantaziyi tetikler, göremediklerinizi siz tamamlarsınız. Renkler, sesler, yüzler ve her şey sizin eseriniz olur. Bazen de ifade edemediklerinizin üstünü örtersiniz, çünkü nasıl ifade edeceğinizi bilemezsiniz. Herkesin kendisine bırakırsınız, alan açarsınız yani. Susarsınız bir yerde. Ressam Thimantes gibi aslında. Agamemnon‘un yüzündeki acıyı nasıl verebileceğini uzun süre düşündükten ve veremeyeceğini anladıktan sonra çareyi onun yüzünü örtmekte buldu, der Schleier des Thimantes. Bu anlamda Doğu Batı için perdenin arkası oldu her zaman, sadece estetik ve fantastik olarak değil, ilerleyen süreçte her boyutuyla, ve perdenin arkasını kafasına göre tasvir etti durmadan. Bu o kadar ileri bir seviyeye geldi ki zamanla, Doğu dahi artık kendisini Batının oluşturduğu bu tasvirlere göre kabul etmeye başladı. Çok ilginç aslında. Uzatmak istemiyorum. Bu bağlamda müphem kelimesi, hatta müphemlik kavramı, Batı için Doğu’nun belirleyici özelliği oldu. Sanırım bu durum söz konusu metnin çevirmeni için de geçerli. Burada yazarın Ambiguität kelimesiyle ne söylemiş olabileceği sorusunun sorulduğu noktada Batının Doğuya yönelik bu belirleyici tasvirinin çevirmen tarafından aktualize edilerek, muhtemelen farkında olmadan, kullanıldığını düşünüyorum. Nitekim Ambiguität kelimesini normal şartlarda, teknik olarak, Türkçeye çevirmek zorunda kalan 100 kişiden 99’unun aklına müphem kelimesi gelmez. Gelse benim aklıma gelir, dolayısıyla benim aklıma gelmezse kimsenin aklına gelmez. Ha bu yeni bir kavramsallaştırma denemesidir denilebilir belki de, ama denilmesin bence. Oraya hiç girmeyelim. Çünkü alakası yok. Neyse. Bu noktada daha fazla uzatmak istemiyorum. Kitabın içeriğiyle ilgili birkaç noktaya yazının son bölümünde değineceğim.

2

Kendi alanında Türkiye‘nin ve hatta Avrupa‘nın en önemli tarihçilerinden biriyle bir kaç gün önce yaptığım bir konuşmada kendisi Arap Savaşları‘nı aslında Birinci Dünya Savaşı olarak kabul edebileceğimizi söyledi. Oldukça makul bir yaklaşım olarak geldi bu teklif bana üzerinde düşündükçe. Eğitimini Ortaçağ Tarihi, özellikle de Haçlı Seferleri Dönemi alanında almış biri olarak ben aynı yaklaşımı 1071 süreci bağlamında teklif etmiştim, fakat bahse konu süreci söz konusu savaşların, uzak da olsa, bir sonucu, ya da en azından aynıları çerçevesinde hayat bulan müteakip bir gelişme olarak düşünürsek, muhatabımın teklifi daha yerinde. Hz. Muhammed‘in irtihalini takip eden süreçte -ki bu noktadan itibaren gerçekleşen hiç ama hiçbir şey İslam’a izafe edilemez aslında- Arap ordularının yüzyıllık kısa bir süre içerisinde doğudan batıya ve kuzeye uzanan yayılımları nispeten sabit bir dünyayı sarsmış, aynı dünya yeni bir karar aşamasının eşiğinde bulmuştu kendisini. Bugün hala daha aynı sarsıntının artçı şoklarını yaşadığımızı söyleyebiliriz. Karar vermeye çalışıyoruz. Hz. Muhammed’den sonra 1071’e uzanan süreyi Araplar açısından nispeten aynı uzunlukta dört döneme ayrıştırabiliriz kabaca: Emeviler, Abbasilerin iktidara gelmesi ve iktidarın konzolidasyonu, duraklama ve çöküş süreci. Bu süreç 1055’de Büyük Selçuklular‘ın iktidara gelmesiyle birlikte son bulur nihayetinde ve 1071’de yeni bir dönem başlar aslında. Türkler için -son derece plakatif ve patetik bir ifadeyle- Küçük Asya‘yı yurt edinme sürecini başlatan bu olay, aynı zamanda Haçlı Seferlerine uzanan gelişmelerin de tetikleyicisi olmuştur aslında. Nitekim Bizansın, dolayısıyla Doğu Hristiyanlarının uzun süre kendileri için bir asker devşirme ve vergi toplama alanı olan Küçük Asya’yı kaybetmeleri ve müteakip süreçte oluşan güvensiz ortam, onların Selçuklulara karşı Batılı Hristiyanlardan yardım istemelerini getirmişti beraberinde. Ve bu yardım çağrısının Krala değil de Papaya iletilmesi Avrupada o dönemde aynı kurumlar arasında Investiturstreit adı altında yürütülen tartışmada Papanın elini sağlamlaştırmamıştı sadece, dolayısıyla Papayı Krala karşı Hristiyanların hamisi olma yönünde önemli bir adım öne geçirmekle kalmamıştı, aynı zamanda söz konusu savaşa ekstradan ilahi bir touch daha sağlamıştı. Büyük oranda bu vesileyle 1095‘de Papa Urban II. bütün Hristiyanları kutsal topraklar ve kardeşleri adına toplamda yaklaşık 200 yıl sürecek ve Haçlı Seferleri olarak adlandırılacak bir savaşa davet etti. 

3

Geçmişin kendilerinden yola çıkarak oluşturulduğu kaynaklar iki şekilde veri sunarlar bugüne, direk ya da dolaylı olarak. Basit bir örnek vermek gerekirse siyasi bir yazışmayı düşünebiliriz mesela, bir mektup. Söz konusu mektup sadece ve bizzat içeriğiyle birlikte yazıldığı dönem bağlamında yazan ve yazılan taraflar arasındaki ilişki, haddizatında bir bütün olarak söz konusu dönem ve coğrafyanın siyasi, askeri ve diplomatik yapısı hakkında veri vermez bize dışlayıcı olarak, aynısı aynı zamanda dolaylı olarak çok daha fazla veri içerir. Kullanılan materyal, aynı materyalin boyutları, rengi, kokusu, kalınlığı, sertliği, kullanılan mürekkep, yazım şekli, tercih edilen terminoloji, grafik ve benzeri faktörler söz konusu dönem hakkında veri elde etmemizi sağlayan son derece zengin ayrıca unsurlardır. Kullanılan mürekkebin herhangi bir bitkiden üretildiğini düşünürsek örneğin, o dönemin coğrafi, teknolojik, iklimsel, bitki örtüsel, ekonomik, tıbbi, eczacılıkla ilgili ve hatta giyim kuşam ve beslenme tarzıyla alakalı birçok veri elde edebiliriz. Yazılı metinler, ister yazın ister anlatı formunda olsun, geçmişi neredeyse birebir bünyelerinde taşırlar bu şekilde, dolayısıyla onlar birer bitmek tükenmek ve kelimenin tam anlamıyla kurumak bilmez kaynaktırlar. Eleman gerekir tabii ki o kaynaklarda gömülü olan hazineleri bulup çıkartmak için, dolayısıyla söz konusu elemanları yetiştirmek elzemdir. Felsefede, mesela, bir yere kadar Almanca konuşamayan Alman İdealizmi uzmanlarıyla!!! idare edebilirsin. Fakat söz konusu Tarih olunca bu kadar kolay değildir cehaleti kamufle etmek. Tarih gevezelikten fazladır çünkü. Diğerleri vergi gelirlerini tam da söz konusu bu iş için gerekli kurum ve elemanları yetiştirmek için harcarken, dolayısıyla sana ait olanda sadece seni değil bir bütün olarak geçmişi yeniden yaratırken, sen aynı gelirleri ganimet ve müellefe-i kulub adı altında beşinci sınıf soytarılara peşkeş çeker, her hafta her birine yüzbinlerce lira aktarıp beşinci sınıf maskeli balolar düzenlersen olmaz bu iş. Merhum Kadir Mısıroğlu dahi çıksa gelse kurtaramaz seni. Karl Marx Der achtzehnte Brumaire des Louis Bonaparte‘da Friedrich Hegel‘in bir yerde (irgendwo) her büyük tarihi olayın ve kişiliğin tarihte iki kez ortaya çıktığını söylediğini söyler, alle großen weltgeschichtlichen Tatsachen und Personen [ereignen] sich sozusagen zweimal, fakat bunun ilkinde bir trajedi ikincisinde ise bir komedi olarak gerçekleştiğini söylemeyi ihmal ettiğini ekler, hat vergessen, hinzuzufügen: das eine Mal als Tragödie, das andere Mal als Farce. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıllık geçmişi göz önünde bulundurulursa bu toplumun iki kez yukarıdan aşağıya doğru değiştirilmeye, bu demek dönüştürülmeye çalışıldığını, bu çabanın aynı yüzyılın ilk çeyreğinde bir trajediyle, son çeyreğinde ise, ki halihazırda içinde bulunuyoruz aynısının, bir safi komediyle sonuçlandığını söyleyebiliriz. Önce ağladık, şimdi gülüyoruz, ağlanacak halimize gülüyoruz, ki önce hiç değilse ağlanacak halimize ağlıyorduk. Oysa Hz. Muhammed  لاَ يُلْدَغُ اْلمُؤْمِنُ مِنْ جُحْرٍ مَرَّتَيْنِ demişti. Biraz, ama az biraz laf dinlesek?

4

Avrupada 13. yüzyılın sonlarından itibaren yeni bir dönem başlar, adı üstünde: Renaisance. Yeniden doğar Avrupa, köklerini bulur Yunanda. Genel olarak Hümanizm denilen kavramın, dolayısıyla Tanrıya karşı İnsanın yavaş yavaş kendisini göstermeye başlamasıdır bu. Ve bu süreç 18. yüzyılın son bulmasıyla birlikte sona erer ilk önce. 19. yüzyıl Avrupa için bu son buluşun getirdiği bir açığa düşmeyi, şaşırıp ortada kalmayı, haddizatında içe yönelik bir sorgulamayı getirir beraberinde. Bu aslında geride kalan son beş, özellikle ise son üç, daha da özellikle son bir yüzyılın, haddizatında insanın, dolayısıyla aklın bir sorgulanmasıdır: Arthur Schopenhauer, Sören Kierkegaard, Karl Marx, Charles Darwin, Friedrich Nietzsche, Sigmund Freud bu sorgulamayı farklı alanlarda yürütenlerin en önde gelenleridir belki de. Dünyanın kırıldığı bir yüzyıldır 19. yüzyıl ve bütün bu kırılma süreci 20. yüzyılın ortalarına kadar devam eder. İlk kez o zaman bütün çıplaklığıyla ve sonuçlarıyla görünür kılacaktır kendini söz konusu kırılma. Hümanizm sürecini bu çerçevede üç farklı kavramla, benim üç R dediklerimle bir araya toplayabiliriz aslında: Renaissance, Reformation ve Revolution. Bu bağlamda İslam dininin Arap savaşlarıyla başlayan ve belki de en belirleyici çıkış noktasını Selçuklular’ın, dolayısıyla Türklerin Küçük Asya’yı yurt edinmelerinde bulan bir tehlike olarak algılanması, Hristiyan dünyası için 1683 yılının Eylül ayında Polonyalı ve Almanlardan oluşan bir ordunun Alman İmparatorluğunun başkenti Viyana’yı kuşatmış ve kendilerinden sayıca daha fazla ve güçlü olan Osmanlı ordusunu mağlup etmeleriyle birlikte son bulur. O tarihten itibaren artık İslam Batı için değil, Batı İslam için bir tehlikedir. Ve sadece yaklaşık yüzyıl sonra bir Avrupa ordusu Arap topraklarının kapısında içeri girmek için hazır beklemektedir haddizatında: Temmuz 1798. Avrupanın müteakip süreçte yaşadığı ekonomik, siyasi ve kültürel gelişim için Aydınlanma düşüncesinde içsel olduğu düşünülen bir tarz Rasyonalizme vurgu yapılır birçokları tarafından ve aynısının temeli Avrupanın felsefi geleneğinde aranır. Dolayısıyla biraz önce sözünü ettiğim ve 13. yüzyıldan itibaren hız kazanarak yol aldığını söylediğim süreç aynı geleneğin farklı bir kavramsallaştırılmasıdır aslında. Bu anlayış aynı zamanda İslam dünyası için tam tersi bir süreci öne çıkartır, dolayısıyla Avrupada adım adım ilerleyen bir sürecin paralelinde İslam dünyasında aynı adımlarla ve şekilde geriye doğru ilerleyen bir süreçten, bu demek gerileyen bir felsefi gelenekten söz edilir. Her ne kadar İslam kültürünün geçmişte belirli ölçülerde yüksek bir gelenek geliştirmiş olduğu kabul edilse de, ki bu Avrupalıların büyük çoğunluğunda böyledir, bunun geçici bir fenomen olduğu söylenir. Hegel’e göre, mesela, Arap felsefesi felsefi açıdan herhangi bir ilerleme getirmemiştir, dolayısıyla söz konusu geleneğe herhangi bir katkısı yoktur. Hegel’in erken takipçilerinden Ernest Renan‘a göre, kısmen farklı olarak, İslam’da felsefe Averroes‘ün ölümüyle birlikte son bulmuş -1198- ve bunun sonucu olarak baş gösteren katı bir ortodoksi özgür düşünceyi boğmuştur. Aynı düşünceyi 19/20. yüzyılın en önemli İslam bilimcilerden olan ve Almanca yazan Macar Ignaz Goldziher‘da da görüyoruz. Çağdaş Alman İslam bilimci Frank Griffel ise bu yaklaşımın doğru olmadığını düşünür, dolayısıyla sorar: Wie kam es zu der falschen Idee, dass die Philosophie im Islam im 12. Jahrhundert ihr Ende fand? Bu tarz bir kabulün onay bulmasının sebebi nedir? Neye göre felsefenin İslam dünyasında 12. yüzyıldan itibaren son bulduğunu iddia ediyorlar? Ve bu bağlamda en önemli sebep olarak, den wichtigsten Grund, nitelediğini ortaya koyar.

>>> İkinci yazı için tıklayın: Müphemlik Kültürü ve İslam – 2

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN