>>> İlk yazı için tıklayın: Müphemlik Kültürü ve İslam – 1

5

Griffel İslam kültürünün ilk beş yüzyılını aynı kültürün klasik dönemi olarak tanımlar ve söz konusu kültürün bu süre içerisinde gösterdiği gelişmelerin hem kendisinden önceki Antik kültüre hem de Batıya benzer bir görüntü verdiğini söyler. Bu bağlamda kategorik olarak farklılık göstermeyen, dolayısıyla anlaşılması ve konumlandırılması bilinen ve tanınan kategoriler içerisinde mümkün olan İslam kültürü müteakip süreçte o denli değişiklikler gösterir ki fakat, artık bir klasik dönem sonrası İslam kültüründen söz etmek gerekir. Felsefe ve dinin bu çerçevede gösterdikleri değişiklikler Batı için yeni ve isim verilmesi son derece zor değişiklikler olarak tezahür ederler. Ve Griffel 19. ve 20. yüzyıl Batı İslam biliminin, İslam kültüründe gözlemlenen söz konusu bu değişiklikleri aynı sebepten dolayı kötüye doğru bir ilerleme, son tahlilde bir gerileme olarak değerlendirdiğini ifade eder. Fakat mesele farklıdır aslında, Griffel’a göre en azından. Çünkü burada söz konusu olan bir gerileme değil, daha çok felsefe ve benzer geleneklerin Batı için yeni ve bilinmez bir şekilde uygulanışıdır dışlayıcı olarak. Nitekim İslam kültürü içerisinde 12. yüzyıldan itibaren gelişen toplumsal yapı Batı için belirleyici olan sürekli gelişim ve kalkınma kategorilerine diametral, en azından aynısıyla çelişik bir gerçeklik çıkartmıştır ortaya. Bu çerçevede yaklaşık 11. yüzyıla kadar İslam dünyasında yazılmış felsefi metinlerde Batıdakilere benzer bir şekilde filozofların okurlarını kendi görüşlerine ikna etmeye çalıştıkları görünürken, dolayısıyla doğrunun aranması süreci eski argümanların karşısına yenilerinin çıkartılarak sonuncuların geçerliliklerinin ortaya konulması üzerinden hayat bulurken, klasik sonrası dönemde işin kökten değiştiğini söyler Griffel. Bu çerçevede klasik sonrası dönemin ilk filozofu olarak Fahraddin ar-Razi‘yi öne çıkartır ve aynısında söz konusu yeni dönemi, dolayısıyla bu bağlamda sözü edilen değişimi görünür kılmaya çalışır. 

6

Razi felsefi metinlerine kendisinden önceki filozofların büyük ölçüde yaptıkları gibi bir konuda kendi görüşünü açıklayarak ve tanıtarak başlamaz mesela, aksine önce söz konusu konuyla ilgili mevcut ve mümkün olan bütün görüşleri sıralar. Ardından aynı görüşlerin avantaj ve dezavantajlarını tartışır. Griffel’a göre Razi için bu şekilde önemli olan bir sorunun çözümü değildir nitekim, mesele temelde metinlerin tartışılması ve yorumlanmasıdır. Ki Razi bu bağlamda mümkün bir çözümü açıkça savunmak bir tarafa, herhangi birine yönelik imada dahi bulunmaz. Dolayısıyla okurlarını ya da öğrencilerini ikna etmek değildir onun meselesi, o daha çok aynılarını bir konuda kendi kararlarını verebilecek ölçüde yetkin kılmak ister. Immanuel Kantvari söylemek gerekirse mesele Kant’tan çok daha önce Razi için de felsefe öğrenmek dolayısıyla öğretmek değil felsefelemeyi keşfetmektir haddizatında. Bununla birlikte diğer bir önemli unsur, ki bu da bahse konu yeni dönemin taşıyıcı bir sütunudur, Razi kimi zaman birden fazla çözümü mümkün görür. Razi için belirleyici olan son tahlilde ve sonucu ne olursa olsun, ki bu sonuç kişinin kendi kabullerine dahi aykırı olabilir, güçlü olan argümanın geçerli oluşudur. Griffel bu noktada bu yaklaşıma örnek olarak Razi’nin dünyanın ebediliği, die Ewigkeit der Welt, ile ilgili yürüttüğü düşünceleme sürecini gösterir. 

7

Avicenna Tanrının varlığı bağlamında kendisinden sonra gelen birçokları için oldukça çekici ve sonuçta şu noktaya akan bir argüman geliştirmişti: Tanrı mutlak birliktir ve bu birlik dahilinde herhangi bir ayrıştırma ve farklılaştırma mümkün değildir, dolayısıyla Tanrının bu bağlamda ne mutlak güç sahibi ne de affedici olduğunu söyleyebiliriz. Bu argümanın diğer bir sonucu Tanrının bu durumda dünyayı nasıl yaratacağı ve düzenleyeceğiyle ilgili olarak da herhangi bir seçimde bulunmasının mümkün olmadığıdır. Nitekim her seçim en az iki seçenek gerektirir ve bu durum mutlak birlik düşüncesine aykırıdır. Haddizatında Tanrının herhangi bir seçme özgürlüğü dahi yoktur dolayısıyla Avicenna’ya göre, öyleyse Tanrı doğanın kendisinden zorunlu olarak ortaya çıktığıdır dışlayıcı olarak. Griffel bu Tanrıyı Spinoza’nın Tanrısına benzetir, Johann Wolfgang von Goethe ve Albert Einstein gibi deistlerinkine hatta. Ki bu Tanrı bir yaratış prensibidir, ki yaratma süreci başladıktan sonra kendisine müdahale etmek artık mümkün değildir. Griffel Amsterdam’da bir Yahudi olarak yetişen Spinoza’nın felsefe hakkında yazılan İbranice kitaplara ulaşma ve bu şekilde Avicenna’nın düşüncesiyle tanışma imkanının son derece yüksek olduğunu düşünür. Diğer taraftan bu anlayışı yaklaşık aynı şekilde daha sonra Spinoza’nın yoğun etkisi altında bulunan Friedrich Hegel‘de de görmek mümkündür, özellikle Hegel’in mutlak anlayışı tam olarak aynı noktaya vurgu yapar, daha da özellikle Schelling’le yaşanılan tartışma. Müslüman teologlar için ise bu tarz bir Tanrı anlayışı çok fazla soyut bir anlayıştır. Dolayısıyla aynısının Kutsal Metin’le örtüştürülmesi mümkün gözükmez onlara. Nitekim onlara göre Tanrı istediğini yaratmakta ve aynısının nasıllığında seçimde bulunmakta özgürdür. Ve yaratmamayı da seçebilir ayrıca. Bütün bu düşünceleme süreci sonunda Razi’nin vardığı sonuç bu bağlamda ve son tahlilde Avicenna’nın argümanlarının teologların argümanlarına nazaran daha güçlü oldukları yönündeydi. Razi teolojik metinlerinde her ne kadar Tanrıya özgür bir irade izafe etse de felsefi metinlerinde Avicenna’dan son derece etkilenmiş görünür. Fakat aynı zamanda dünyada gerçekleşen herhangi bir olayın yeterli bir sebebinin olmasının gerektiğini de kabul eder, dolayısıyla dünyanın yaratılışının, şayet belirli bir noktada yaratılmışsa eğer, bir sebebi olması gerekir ona göre. Fakat bu hangisi olabilir? Tanrının birliği dışlayıcı olarak tek bir etki sağlayabilir, o da dünyanın yaratılması, fakat yaratılışın ayrıca bir de zamanını etkileyemez. Griffel söz konusu sorunun günümüzde dahi henüz çözüme kavuşturulmamış olduğunu söyler. Son tahlilde Tanrı gibi Big Bang de epistemolojik bir sınırı temsil ve teşkil eder öyleyse, dolayısıyla dünyanın ebedi mi yoksa yaratılışının zamanda mı gerçekleştiği hakkında herhangi bir bilgiye ulaşmamız mümkün değildir. Bu noktada aklı kullanarak ileri sürebileceğimiz hiçbir argüman bizi bir adım ileri taşımaz, o halde dışlayıcı olarak Kutsal Kitap’ta Tanrının kendisini tanıttığından yola çıkarak bir sonuca varabiliriz ancak. Razi bu sonuçla tatmin olmuş gözükmüyor. Sonuçta Razi’nin bu konuda kararsız kaldığını söylemek durumundayız Griffel’a göre. O halde Razi felsefesinde yeni olanı iki noktada tespit etmiş oluyoruz bu şekilde, öncelikle meselenin enine boyuna tartışılması, bütün argümanların en ince noktasına kadar ele alınması, sonrasında ise bütün bu tartışmalara rağmen gerekirse en önemli felsefi ve dini meselelerin sonuca bağlanmadan öylece bırakılması. Bu noktada Griffel Ambiguität kavramını gündeme taşır, nitekim ona göre yukarıda ele alınan meselede her iki sonucun da doğru olabilmesinin imkanı, düşünen bir Müslüman için katlanılması gereken bir çok-anlamlılığa yol açar.

8

Paris piskoposu Etienne Tempier 1277’de 219 maddeden oluşan bir liste hazırlar. Söz konusu liste artık tartışılması yasak olan maddeleri barındırır içinde ve piskopos bu listeyle birlikte Papanın Paris’te konuşulan bazı sapkın fikirler hakkında dile getirdiği şikayetlere cevap vermiş, dolayısıyla Papaya görevinin başında olduğunu ve aynısını layıkıyla yerine getirdiğini göstermiş olur. Konuşulması yasaklanan bu fikirlerin birçoğu Arapça kitaplardan Latinceye aktarılmış ve Averroistler olarak bilinen sapkın düşünürler tarafından yaygınlaştırılan aynı ölçüde sapkın düşüncelerdi. Ve bu sapkınlara göre yaydıkları bu sapkın düşünceler her ne kadar Kutsal Kitapla uyuşmuyor olsalar da felsefi açıdan doğruydular yine de. İki tür hakikat varmış gibi davranıyordu bu sapkınlar haddizatında, dublex veritas. Bu tarz bir düşünme sadece ve dışlayıcı olarak aynısını favorize eden Razi’nin düşünce şekli değildir Griffel’a göre, daha çok klassik sonrası İslam kültürü olarak nitelediği dünyayı bir bütün olarak altında toplayan bir yaklaşımdır aynısı. Aslında Averroes sonrası İslam felsefesinin alamet-i farikasıdır dahi denilebilir. Buradan bakınca Tempier ile Razi arasındaki farkı, ilginç ve bir o kadar da heyecan verici farkı, görmek çok daha kolay: Bir tarafta Tanrı hakkında tatmin edici son bilgiye sahip olmadan da inana- ve var olabilen, dolayısıyla bu eksikliğe katlanabilen Razi, diğer tarafta nasıl olursa olsun bu arayı kapatmak zorunda kalan ve olan Fransız. Razi’nin felsefe yapmanın ön şartı olarak gördüğü tahammül, dolayısıyla bu çok-anlamlılığa, Ambiguität, katlanabilir olma durumu Tempier için üstesinden gelinmesi gereken bir katlanılmaz şüphe olarak tezahür ediyor. Nitekim ona göre Kutsal Kitapla birlikte başka bir hakikatin var olması mümkün değildir. Bu Griffel’a göre dışlayıcı olarak felsefi bir duruş meselesi değildi fakat, haddizatında iki farklı kültürün tebarüz etmesi, dolayısıyla daha derinlere inen belirleyici temel bir unsurdu.

9

Griffel’a göre ilk kez söz konusu kitabıyla birlikte Bauer bu farklılığa dikkat çekmiştir. Bauer’nın bu bağlamda kullandığı merkezi kavram, Ambiguitätstoleranz, psikolojiden ödünç alınmış bir kavramdır aslında. Aynısı insanların, haddizatında kitlelerin de olabilir, doğruluğun ve haklılığın kesin olarak tespit edilmesinin mümkün olmadığı durumlarda nasıl davrandıklarını konu edinir. Kelime anlamı olarak çok-anlamlılığı tolere edebilirlik diyebiliriz belki. By the way. Bu çerçevede söz konusu kavramın, yani Ambiguität, müphem olarak verilmesi mümkün olabilir belki de, ki bu bağlamda duyumsal olmaktan çok duygusal bir kategoriye evrilir aynısı, fakat unutmamak gerekir ki burada bir aktarım, bu demek bir metafor söz konusudur, dolayısıyla gerekli olan aktarım, yani kaydırma göz önünde bulundurulursa mümkün olan bu duruma işaret eden kısa bir dipnottan fazlası olamaz yine de. Neyse. Bauer’ya göre İslam’ın etkisi altında kalan kültürler çok-anlamlılığa çok daha yatkın ve açık toplumlar meydana getirebilmişlerdi. Nitekim İslam kendisi bizzat çok-anlamlılığı vaaz eden bir dindir aslında. İslamın Kutsal Kitabı dahi tek geçerli, dolayısıyla kanonik özelliğe sahip bir metin değildir nitekim. Hz. Peygamberin arkadaşları tarafından muhafaza edilen farklı farklı metincikler Hz. Peygamberin irtihali sonrasında bir araya getirilmiş, fakat bu esnada, aynısı metnin temel anlamına taalluk etmese bile, bir çok-anlamlılık krizi yaşanmıştı. Dolayısıyla söz konusu metin parçacıklarından herkesin üzerinde anlaşabildiği bir metin oluşturmak mümkün olmamıştı son tahlilde. Bauer İslamın bu noktada yaşanan söz konusu bu krize karşı çok-anlamlılığı ortadan kaldırıcı, dolayısıyla tek-anlamlandırıcı (Disambiguierung) bir tavır almadığını söyler. Bu bağlamda İslam açısından tercih edilen, Bauer’ya göre, daha çok çok-anlamlılığın terbiye edilmesi, haddizatında, kelimenin tam anlamıyla, evcilleştirici, Ambiguitätszähmung, bir tavır takınılması olmuştur. Dolayısıyla belirli ölçüde bir farklılığa tahammül gösterilmiş ve çok aşırıya kaçmamak şartıyla çok-anlamlılık muhafaza edilmiştir. Griffel bu konuda İslam’da da çok-anlamlılığı önleyici, dolayısıyla tek-anlamlandırıcı çabaların olduğunu söyler. Ve bununla ilgili olarak üçüncü Halife Osman’ın son tahlilde çok da başarılı olmayan çabalarını zikreder. Benzer bir sürecin İslam Hukuku alanında da yaşandığını söyler Griffel devamla. Bu alanda da çok-anlamlılık son tahlilde evcilleştirilmiş, dolayısıyla son noktada dört kanonik mezhep üzerinde karar kılınarak konu kapatılmıştı. Bu çerçevede gerekli olan konsolidasyon ise, her zamanki gibi, Hz. Peygambere izafe edilen bir söz üzerinden sağlanmıştı: Ümmetimin ihtilafı rahmettir. Griffel’a göre bu sözün sağlığı tartışmalı olsa da aynısı Müslümanlar arasında geniş ölçüde kabul gören bir durumu dışa vurur yine de. Geriye dönük bakıldığında Hristiyanlığın aksine İslamın klasik sonrası döneminde din savaşlarına, cadı kazanlarına ve yasaklanan kitaplar listelerine rastlamayız Bauer’ya göre. Organize olmuş din adamları sınıfı olmadığı gibi ayrıca, felsefenin ve doğa bilimlerinin, haddizatında bütün olarak bilimlerin baskı altına alınması da söz konusu değildi. Bütün bunlara rağmen Batıdaki birçok insanın İslam hakkındaki düşüncelerinin bu gerçeğe diametral olduğunu söyler Griffel ve bunun sebebi olarak üç noktayı öne çıkartır: 1-Yüzyıllarca süren İslam Batı düşmanlığı, 2-İslamı reforme etme çabaları eşliğinde yürütülen kolonyalizm süreci ve 3- güncel tartışmaların büyük ölçüde geçmişe yansıtılmaları. Griffel ve Bauer’nın tespit ve değerlendirmelerini bu noktada sonlandırmak ve meselenin genel bir değerlendirilmesine geçmek istiyorum son olarak.

>>> Üçüncü yazı için tıklayın: Müphemlik Kültürü ve İslam – 3

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN