>>> İkinci yazı için tıklayın: Müphemlik Kültürü ve İslam – 2

10

Batı bunu bir şekilde hep yapıyor aslında, vazgeçmiyor hiç. Bir şekilde kendi sorunlarını öyle ya da böyle Doğu üzerinden müşahhas kılıp Doğunun bedeninde, zihninde ve topraklarında kendisiyle savaşıyor. Bu bağlamda Thomas Bauer‘nın Die Kultur der Ambiguität. Eine andere Geschichte des Islam adlı kitabı bu gelenek zincirinin müteakip bir halkası olmaktan başka hiç bir şey değil aslında. Benim için bir sorun teşkil ettiği için değil tabii ki, fakat Bauer bağlamında kendisine ait bazı tercihlerden dolayı yaşadığı, en azından duygusal olarak, dışlanmışlığın, azınlık olmanın, ya da öyle kabul edilmenin getirdiği kişisel saiklerin de etkisi olmuştur belki bu çalışmada, bilemem. Fakat temelde im Westen nichts Neues. İşin kötü tarafı Doğu her seferinde yiyor bu oyunu, esrarına kapılıyor. Zaten Doğuyu büyük ölçüde Doğu yapan da bu tarz oyunlara müsait oluşudur haddizatında. Son tahlilde Doğu da Batının kendisi üzerinden kendisiyle olan savaşında kendisiyle savaşıyor. İlginç: Batı Doğu üzerinden Batıyla savaşırken, Doğu Batının Doğu üzerinden Batıyla savaştığı savaşta Doğuyla savaşıyor. Savaş içinde savaş. Çık işin içinden çıkabilirsen. Olan çocuklara oluyor son tahlilde, burası kesin. Dolayısıyla Bauer’nın tarihten, belirli tarihi olaylardan aslında, çıkardığı sonuçlara katılmak mümkün değil, her ne kadar aynıları bazıları için bak gördün mü, ben sana demiştim ya da dememiş miydim tarzında haklı çıkma ya da mutlu olma dışa vurumlarına yol açsa da. Kazın ayağı öyle değil nitekim. Keşke öyle olsaydı, da her şeyin, en önemlisi de her tür gevezeliğin son tahlilde önünde gelip duvara çarpar gibi vurup durduğu gerçeklik öyle demiyor. Öyle olmuş olsaydı böyle olmazdı çünkü. Ernst Bloch‘a bir gazeteci bir konuşma sonrasında, efendim neden sürekli aynı şeyleri tekrarlayıp duruyorsunuz? diye sorduğunda, sizin o taş kafanıza girene kadar tekrarlamaya devam edeceğim demişti. Sanırım bazı şeyler ne kadar çok tekrarlansa o kadar iyidir. Bu bağlamda Hz. Muhammed‘in irithalini müteakip gelişen, aslında yaklaşık 25 yıllık bir intermezzo sonrası tüm hızıyla ve bu sefer hem de İslamı da arkasına alarak ilerleyen bedevi Arap kültürünün temelinde yatan paradigmayı sürekli akılda tutmak gerekir: Nasıl iktidar olurum ve nasıl iktidarda dururum? Nitekim aynısı söz konusu intermezzo sonrası artık İslam firması altında satışa sunulur, dolayısıyla kendisini İslam’a izafe eden toplum ve topraklarda o gün bugündür bütün tazeliğiyle geçerliliğini hala daha korur. Müslüman olduğunu söyleyen kitlelerin dünyasında bu paradigma, meclisten mutfağa, yatak odasından oyun parkına kadar her yerde geçerli olan düsturdur. Bu paradigma öyle bir paradigmadır ki, onun önünde Allah bile durur, durmak zorunda kalır. Nitekim iktidara zarar verdiği noktalarda doğruyu söylemek caiz değildir bildiğiniz gibi. Allah durduktan sonra onunla birlikte duranlar ahlak, saygı, adalet, merhamet ve şefkatten başkası olamaz tabii ki. Buralarda durmayan sadece gözyaşı, ter ve kan olur.

11

Bauer’nın temelde ne demek istediğini, dolayısıyla ve aslında ne dediğini kendisine ait 1-Ambiguität, 2-Ambiguitätstoleranz, 3- Disambiguierung ve en önemlisi de 4-Ambiguitätszähmung kavramları üzerinden özetleyerek vermeye çalışayım. İlk kavram, görüldüğü gibi, diğer bütün müteakip kavramlarda taşıyıcı kategori olarak, içseldir: 1-çok-anlamlılık, 2- çok-anlamlılığın tolere edilmesi, 3-tek-anlamlandırıcılık ve 4-çok-anlamlılığın evcilleştirilmesi. Michel Foucault‘nun Jeremy Bentham‘dan iktibas ederek geliştirdiği Panopticon kavramı en temelde bir dış kontrolün bir iç, bir otokontrole dönüştürülmesi sürecini tasvir eder. Haddizatında vicdanın doğuşunun bir metaforudur aynısı aynı zamanda, dışarısının vicdan adı altında bir iç göz olarak içeride yer etmesi yani. Siz buna fıtrat da diyebilir, ya da benzeri gereksiz kavramlar kullanabilirsiniz. Son tahlilde, Hegel’den esinlenerek, iktidarın bir hilesi olarak dahi tanımlayabiliriz aynısını. Bu noktada Mushaf’ın oluşum sürecinde yaşanan tartışmalara ve aynılarının sebep ve sonuçlarına girmek istemiyorum, burası yeri de değil zaten, ki yaklaşık 100-150 hatta 200 yıllık bir süreyi kapsar aynıları, fakat şu kadarını biliyoruz ki mesele ne Bauer’nın anlattığı kadar masum ne de bu noktada gösterilen herhangi bir toleranstan söz etmek mümkün. Hiç kimsenin hiçbir şeyi tolere ettiği falan yok burada. Aynısı mezheplerin oluşum ve konsolidasyon süreci için de söylenebilir. Fakat ben bu noktada Bauer’nın argümanını onaylayarak farklı bir sonuca varmak istiyorum. Nitekim mesele Bauer’nın iddia ettiği gibi olsa dahi burada temelde yatan saik, dolayısıyla söz konusu olan, belirli ölçüde de olsa, bir çok-anlamlığa müsaade etmek, ya da aynısını tolere etmek değil, iktidarın kontrol mekanizmasını delege etmesidir son tahlilde. Kısmi dağıtılan özgürlükler ve haklar kraldan fazla kralcıların peyda olmasını sağlar, ki bunu bütün çıplaklığıyla bugün her gün yaşıyoruz. Dolayısıyla pastadan bir şekilde pay koparanlar kopardıkları payın kendilerinde sürekli kalabilmesi için bir taraftan o pasta parçasını kendilerine lütfeden iktidarın ayakta kalması için canhıraşça çalışırlar, diğer taraftan ise özgürlük taleplerini, dolayısıyla ellerindeki pastanın ellerinde kalmasını tehlikeye sokabilecek her tür hareketi daha henüz baş göstermeden dahi tespit edip boğarlar. İktidara kalmaz o iş, o son noktayı koyar sadece. Bunu iktidarın belirli grup ve kesimlere verdiği bir rüşvet olarak da düşünebilirsiniz. İktidarın kapısında tuttuğu beslemelerin önüne attığı parçalardır bu pasta parçacıkları. Bu aynı zamanda size verilmiş bir tüyodur da. Dolayısıyla iktidar lehine en çok bağıran, sahip olduklarını en az hak edendir demektir bu. Karl Marx‘ın sosyal devleti devrimin önünde bir engel olarak görmesinin altında yatan sebebe benzer bir sebep doğurur bu durum. Yoksa, biraz önce de söylediğim gibi, kimsenin çok-anlamlılık gibi bir derdi olmadı, bugün yok ki o zaman olsun. Bu bağlamda insanın keşke bizde de din savaşları olsaydı, keşke biz de cadı kazanları kaynatıp, kitapları ve düşünmeyi yasaklasaydık, bizde de bıçak kemiğe dayansaydı da biz de ayaklanarak insan gibi yaşama isteğimizde inat etseydik, diretseydik, biz de önümüze atılan birkaç et parçasını midemize indirip iktidara secde etmeseydik diyesi geliyor. Da kemiksiz bir bedende bıçak nereye dayansın? Kaldı ki, farklı bir düşünce silsilesi üzerinden Mushaf’ta müteşabih kavramının geçtiği noktaya yakından bakarsak çok değişik bir anlam çıkabilir ortaya, ki çıkmıştır da. Bu noktada söz konusu olan, herkese kendi anladığı şekilde bir anlama sahip olma hakkının tanınmasından çok, hangi anlama sahip olursan ol son tahlilde hiçbir zaman doğru anlama sahip olup olmadığını bilemeyeceksin, dolayısıyla doğru anlamın sahibine ve dolayısıyla da onun yer yüzündeki halifesinin ve onun atadıklarının sözüne güven ve teslim ol demektir. Buradaki ince çizgiye dikkat çekmek gerekir, ki burası Bauer’nın argümanının çöktüğü noktadır aslında. Biraz önce müteşabih kavramı bağlamında açıklama yaparken söz konusu olanın herkesin anladığı anlamla mutlu olması olmadığını söyledim. Fakat Allah’ın muradı aslında öyledir. Nitekim doğru anlam Allah’a izafe edilerek insan için ona ulaşmanın mümkün olmadığı ifade edilmiş olur. Dolayısıyla kimse ona sahip olamayacağı için herkes kendi anlamıyla mutlu olabilir. Tabii ki bu farklı anlamların her biri aynı anda geçerlilik talep edemezler, fakat normal insanların normal şartlarda konuşarak bir orta yol bulacaklarına emin olabiliriz. İslam buraya kadardır. Fakat bu noktada, İslam’ın gelip durduğu bu noktada, Sünni din, dolayısıyla Ehli Sünnet başlar ve söz konusu anlam Allah’ın tekelinden alınarak yere indirilip Sünni dinin temsilcilerinin eline bırakılır. Bauer’nın argümanı bu noktada başlar. Dolayısıyla o, Sünni dinin temsilcilerinin anlamın Allah’ın irade ettiği gibi kendi tekelinde bulunması ve kalması durumunda oluşan son derece geniş özgürlük alanını daraltmak amacıyla söz konusu anlamı kendileri için iddia etmeleri ve ardından kendi aralarında paylaşmaları sürecini özgürlük alanı açmak olarak düşünür. Öyle değil tabii ki. Bu son derece sağlıklı bir bedeni ölümle korkutup sıtmaya razı etmekten başka bir şey değildir haddizatında.

12

Yüzyıllardır süregiden ve gelen ve bugün hala daha çokça iddia edilen, bu demek Müslüman olduğunu söyleyenlerin yaşadıkları sorun dolayısıyla problemlerin dışarıdan kaynaklandığını ileri süren efsane yavaş yavaş çöküyor. Türkiye bağlamında geride bıraktığımız yirmi yıllık iktidar birçok, haddizatında çok fazla konuda olmasa da, ki bu gerçekten öyle maalesef, en azından bu gerçeği görebilmemiz konusunda son derece faydalı olmuştur. Bunu kabul ve kendilerine teşekkür etmek gerekir. Ne diyorsunuz siz Türkler, yiğidi vur öldür ama hakkını yeme. Sorun gerçekten de dışardan kaynaklanmıyor ve bunun ne kadar erken farkına varılırsa iyileşme süreci o kadar erken başlayabilir. Ne demişler şair ve düşünürler ülkesinin sakinleri, Land der Dichter und Denker, yani Almanlar, Einsicht ist der erste Schritt zur Besserung, kabul etmek iyileşmeye doğru atılan ilk adımdır. Okuldayken Almanya için söylenen bu cümleye karşılık biz de Türkiye için Land der Richter und Henker der, biz sert adamlarız, sizin gibi yavşak değil diye devam ederdik. Almancada şiir gibi, Dichter, Richter // Denker, Henker, yani Şair, Hâkim // Düşünür, Cellat. Türkçede aynı fonetik uyum sağlanamıyor tabii ki. Neyse. Her ne kadar Türkiye için, Allah’tan, kullanılan ikinci tanımın artık sadece mecazen geçerli olduğunu söyleyebilmek mutlulukcuğunu yaşayabiliyor olsak da bazı şeylerin buralarda özünde hiçbir zaman değişmediğini sadece el ve şekli değiştirdiğini söylemek gerekir yine de. Sorun gerçekten de dışardan değil bu arada, en azından çıkış noktası olarak, bizzat İslam’ın kendisinden kaynaklanıyor hassaten, aslından dinin kendisinden değil, Allah’ın insandan istediğini ona iletmek için zorunlu olarak kullanmak zorunda olduğu medyadan: Arap kültüründen yani. Dinin kendisi diye bir ifade haliyle son derece ele verici, nitekim neymiş dinin kendisi ve bunu kim belirleyecek? Bu sorular haklı sorular. Bana göre dinin kendisi, ki bu yeni bir şey değil, tam da biraz önce kullandığım cümlede kendisini dışa vuran, yani Allah’ın son tahlilde insandan istediği nedir sorusunun cevabıdır, ki istediğini nasıl istediği dinin kapsamına dahil değildir, bana göre en azından. Kimilerine göre bu söylem meseleyi sadece bir adım öteye atmaktır, fakat değil. Yukarda kısmen cevaplamıştım bu soruyu. Daha geniş bir açıklamanın yeri burası değil. Bu bağlamda merhum Fatima Mernissi‘nin son derece ilginç bir tespiti var. Hz. Muhammed’in, dolayısıyla duyurduğu dinin kadınlarla ilgili, kimilerine göre, son derece iptidai yansıyan yaklaşımlarıyla ilgili olarak ileri sürülen eleştirilere Hz. Muhammed’in içinde bulunduğu durum ve ortamda yapabileceklerinin ancak bu kadar olduğunu, nitekim Umar ibn al-Chattāb gibi insanların sayıca çok fazla oldukları bir toplumda öyle koşa koşa bir şeyleri değiştirmenin mümkün olamayacağını söylemişti. Bunun bazılarının iddia ettiği gibi makasıdü’ş şeria denilen kavramla bir alakası yok haliyle, her ne kadar bu konuda en bilinen ve tanınan Şatıbi de Mernissi gibi Mağripli olsa da. Gerçi Endülüs’lü ama o kadarı kadı kızında da olur. Meselenin düğüm noktası bana kalırsa bizzat Hz. Muhammed, dolayısıyla onun belirli bir şekilde kavramsallaştırılmasıdır.

13

Söz konusu kavramsallaştırmayı Sünnet olarak verebiliriz. Sünnet, dolayısıyla Ehli Sünnet adı altında yürürlükte olan düşünce Hz. Muhammed’in şahsı üzerinden yine onun duyurduğu dine alternatif bir din üretme sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan yapının adıdır benim kullanımımda. Bu noktada Sünnet kavramını genel olarak bilinen teknik anlamında kullanmıyorum görüldüğü gibi, dolayısıyla kastedilen Hz. Peygamberin söz ve davranışlarında, sükut ve ikrarında ayağa kalkan dünya değil. Haddizatında, paradoksal olarak, ona temelden muhalif bir dünyadır, belirli bir paradigma aslında. Bu bağlamda Sünnet geçmişi, bireyden önceyi, bağımlılığı, örnekliği, belirli bir nasıl’ı, dolayısıyla yetki, selahiyet ve otoriteyi, iktidarı yani, itaati, kitleyi, kalabalığı, alışkanlıkları, bilinenleri ve taklidi, her şeyden önce biz‘i öne çıkartırken, İslam temelde bunun tam tersi bir paradigmayı, dolayısıyla modern anlamda ben‘i öne çıkartır. Kendi hakkında kendisi dışında hiçbir kişiye, kuruma, geçmiş ve geleneğe söz hakkı tanımayan, yetki vermeyen bireyi yani. Bu birey ne yapmak istediğine ve hukuk içerisinde kalarak yapmak istediğini nasıl yapmak istediğine kendisi karar verir. Kendisi için doğruyu, güzeli, iyiyi ve ne varsa artık sadece kendisi belirler. Bu bağlamda dikkat etmesi, göz önünde bulundurması gereken dışlayıcı olarak kendi iradesinin yansıdığı meclisin çıkarttığı yasalardır, dolayısıyla kendisinin kendisi için, ki özerklik (Autonomie) buna denir, koyduğu kurallar. Bu kurallar dışında hiçbir şey aynı bireyin iradesine sınır belirleyemez. Sünnet paradigması çöl gibi son derece değişken ve inişli çıkışlı, tehlikeli bir coğrafyada, ki bunlar bilinen şeyler, yaşayan Araplar için değil sadece, dolayısıyla göçebe hayatı yaşayan Türkler için de aynı derecede, farklı şekilde tezahür etse de kısmen, belirleyiciydi. Bu bağlamda Türklerin, nominal olarak, İslam’la tanışmaları Allah’ın kullandığı medyanın güç kazanması, dolayısıyla, Marshall McLuhann‘a rahmet olsun, aynısının içeriğin yerini almasıyla sonuçlandı. Sünnet aklın tam zıddıdır. Sünnet üzerinden geçmiş bugünün ve bugün üzerinden de geleceğin üzerine ipotek koyar. Friedrich Nietzsche Basel’e geçmeden önce küçük bir kağıt üzerine was ich fürchte, ist nicht die schreckliche Gestalt hinter meinem Stuhle, sondern ihre Stimme; auch nicht die Worte, sondern der schauderhaft unartikulierte unmenschliche Ton jener Gestalt diye bir not düşer. Korktuğum sandalyemin arkasında duran korkunç şekil değil, sesinden, kelimelerinden değil ama, ürpertici, belli olmayan, gayri insani tınısından korkuyorum o şeklin. Sünnet böyle bir şeydir aslında. Konuşmasa da, sadece varlığı bile boğucu bir etki yaratır. Bir hayalet gibi yaşar dolaşır ortalıkta. Sürekli çağırır seni, nereye gidersen git, nereye kadar gidersen git, vardığın nokta her zaman yola çıktığın noktadır. Yolu diri tutmaktan başka bir işe yaramaz bütün yürümelerin. Doğu ve Batıyı birbirinden ayrıştırmak için en temel kriterin nedir diye sormuştu bir keresinde bir tanıdığım. Düşündüm önce, sonra şöyle bir şey geldi aklıma. Güneş doğunca onun ışığında insan kendinden başka birçok şeyi görür. Ortalık aydınlanır, kalabalıklaşır. İnsan kendisini unutur, haddizatında kendisiyle baş başa kalamaz. Bu kalabalık içinde bir şekilde yolunu bulmak, yerini belirlemek için insan gördüklerinde ortak bir nokta arar. Bu şekilde benzerlikler çıkar ortaya, benzerlikler birlikteliklere, birliktelikler savaşlara ve savaşlar … Öyle gider işte. Güneş batınca ise ortalık kararır, kimse ve hiçbir şey görünmez olur. İnsan kendisiyle baş başa kalır. Kendisiyle idare etmesini öğrenir. Kendisini dinler, keşfeder. Ben olur. Aydınlığın, maalesef, böyle bir kötü tarafı var işte, insana bir çok şeyi gösterir fakat kendisini unutturur. Sanırım Doğunun kaderi bu. Ben bu anlamda Batılıyım, yalnızım çünkü. Kimilerine göre yalnız olduğum için Batılıyım, kimilerine göre, ki ben öyle düşünüyorum, Batılı olduğum için yalnızım. Olsun. Sonunda hepimiz öleceğiz. Ben akşama kadar tek başıma kendimle meşgul olurken, sen akşama kadar sevdiklerinle ve dostlarınla eğlenip mutlu olabilirsin, benim kadar olamasan da. Da yatağa girdiğimizde yine tek başınayız ve ertesi gün uyandığımızda her şey yine baştan başlayacak. Dünkü mutluluk bugün pek işe yaramaz, ya da Almanların dediği gibi damit kannst du dir nichts kaufen, para etmez, bir şey alamazsın dünkü mutlulukla. İnsanlar yüktür, zavallıdırlar çünkü, muhtaçtırlar, saçma sapan şeylere.

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN