Sagen Sie ihnen, daß ich ein wundervolles Leben gehabt habe!
Onlara, harikulade bir hayat yaşadığımı söyleyin!

Ludwig Wittgenstein

Well, God has arrived. I met him on the 5:15 train.‘ [Evet, Tanrı teşrif etti. 5:15 treninde karşılaştım onunla.] Ludwig Wittgenstein Tanrı değildi, en azından ve bilindiği kadarıyla öyle bir iddiası olmadı hiçbir zaman. Fakat John Maynard Keynes’in eşine yazdığı mektuptan aktardığım ve Wittgenstein’la ilgili söylenen girişteki iki cümle, kendisinin, bu demek Wittgenstein’ın, etrafındakiler üzerinde nasıl bir etki oluşturduğunun en açık göstergesidir, ki etrafındakiler derken herhangi birilerinden değil, 20. yüzyılın ilk yarı felsefesinin, aslında genel olarak düşünsel hayatının, en önemli isimlerinin bazılarından söz edildiğinin bilinmesi gerekir. Öbür taraftan, Wittgenstein’ın kendisinin etrafındakileri onların kendisini ciddiye aldıkları derecede, haddizatında birkaç nezaket dışa vurumu haricinde herhangi bir şekilde, en azından felsefi açıdan, ciddiye aldığını gösteren bir veriye sahip değiliz; tam tersi aslında. Tabii ki bunu söylerken yetiştiği aile ve çevre gereği ve tabii ki kişilik olarak da, birkaç menfi addedilebilecek kişisel ve karekteristik özelliklerini dışarda tutarsak, oldukça nazik, ince ve kibar bir insan olan Wittgenstein’ın sözü edilen özgüvenini onur kırıcı bir tarzda uyguladığını söylemek istemiyorum, hayır. Kaldı ki etrafında olanlar bunun, bu demek Wittgenstein tarafından ciddiye alınmadıklarının, farkındaydılar; rahatsız değildiler fakat.

Tanrı değildi Wittgenstein, evet; sanırım bu konuda hemfikiriz. Fakat Tanrıyla, en azından benim inadığım tanrıyla, ilginç bir ortak noktası vardı yine de. Tractatus’un ilk cümlesinde, bu demek metne girmeden henüz önce önsözde, ‘[d]ieses Buch wird vielleicht nur der verstehen, der die Gedanken, die darin ausgedrückt sind -oder doch ähnliche Gedanken- schon selbst einmal gedacht hat‘ der. [Bu kitabı belki de sadece içinde dışa vurulan düşünceleri -ya da en azından benzer düşünceleri- daha önce kendisi de düşünmüş olan anlayacaktır.] Bu, benim inandığım Tanrının kendi kitabının kendisine ait ilk cümlesinde kendi kitabıyla ilgili olarak söylediğinin aynısıdır yaklaşık olarak: ‘Muttakiler içindir bu kitap.‘ Gerçi bu (haza) değil, o (zalik) kitap der Tanrı, fakat hangi, dolayısıyla doğru zamir meselesini bu noktada dışarıda tutabiliriz sorun olmadan sanırım. Bu demek her ikisi de, Wittgenstein olduğu gibi Tanrı da, metnin metnin dışında başladığını, metne girmeden önce zeminde bir ortaklık yoksa metnin içinde bir ortak zemin bulmanın mümkün olmadığını söylerler. Jean Paul’un dışa vurumuyla, ‘Bücher sind nur dickere Briefe an Freunde‘ [Kitaplar dostlara yazılmış kalın mektuplardır sadece] diyebiliriz o halde, ki bu, bu noktada da, Wittgenstein için olduğu gibi Tanrı için de böyledir. Yoğun bir anlaşılamama, dolayısıyla yalnızlık korkusu ve endişesi taşır Wittgenstein ve bu endişe, ki bazı noktalarda çaresizlik ve vazgeçişe kadar uzar gider ve acı verir aynısı, Tractatus’a yaklaşan hiçbir ciddi ve dikkatli zihin ve göz tarafından ihmal edilemez, edilmemeli. Bir yerlerden çıkma, bir sınırın ötesine geçme, sınırı aşma, bu demek söyleme, fakat son tahlilde çıkamamanın ve çıkamayacak olmanın, söyleyememenin yani, karanlığıdır kendisini Tractatus’ta bir sır olarak dışa vuran aslında. ‘Es ist bitter […] zu denken, dass niemand es verstehen wird.‘ [Kimsenin [yazdıklarımı] anlayamayacağını düşünmek, [son derece] acı verici.]

Tractatus hakında yukarda dile getirdiğim önsöz cümlesini takip eden iki cümle bu bağlamda biraz daha açıklayıcıdırlar: ‘Es ist also kein Lehrbuch – Sein Zweck wäre erreicht, wenn es einem, der es mit Verständnis liest Vegnügen bereitete.‘ [O öğretmek için [yazılan] bir kitap değildir – Anlayışla, onu anlayarak okuyan birini mutlu kılabilmişse eğer hedefine ulaşmış demektir.] Öğretmek için yazılan kitaplar nesnel olurlar zorunlu olarak, ki meseleye zeminden başlamaları gerekir; bu demek okurdan salt ele aldıkları konu bağlamında herhangi bir önbilgi talep etmez, haddizatında söz konusu önbilgi eksikliğini olumlu yönde kategorize ederler çoklukla. Oysa, daha önce de vurguladığım gibi, Tractatus’un anlaşılması, dolayısıyla entegre edilebilmesi için sine qua non‘dur metne bomboş gelmemek. Nitekim içeri girerken boşsanız eğer, ki biraz önce de kısmen söylediğim gibi bu boş olma durumu teknik bilgiyle alakalı olmaktan çok, ki aynısı gerekirse telafi edilebilir, kişisel varoluşla alakalı bir durumdur ki telafi edilemeyen budur, metinden ayrılırken daha dolu olmazsınız. Louis Armstrong’un kendisine Jazz’in ne olduğunu soran jazzsevere söylediği gibi belki de: ‘Man, if you gotta ask, you’re never gonna know.‘ [Çocuk, öğrenmen gerekiyorsa eğer, hiçbir zaman bilemeyeceksin.] Wittgenstein’ın Bertrand Russell’a yazdığı 6.10.1919 tarihli mektup, Tractatus ve Gottlob Frege arasındaki ilişki üzerinden söz konusu gerçeğin Wittgenstein için muhatabın kimliğini ve yetkinliğini dışarda tutmadan istisnasız herkes için geçerli olduğunun altını çiziyor açıklıkla: ‘Mit Frege stehe ich in Briefwechsel. Er versteht kein Wort von meiner Arbeit und ich bin schon ganz erschöpft vor lauter Erklärungen.‘ [Frege’yle yazışıyorum. Yazdıklarımdan tek bir kelime anlamıyor ve ben açıklama yapmaktan bittim tükendim artık.]

’18 June, 1929; a room in Cambridge University” [18 Haziran, 1929; Cambridge Üniversitesinde bir derslik.] G. E. Moore ve Russell’dan oluşan jüri karşısında Doktora Tezi olarak aynı üniversiteye sunduğu Tractatus’u savunuyor Wittgenstein; Russell’ın, ‘I have never known anything so absurd in my life.’ [Hayatımda daha önce böyle saçma bir şey görmedim.] cümlesiyle dışa vurduğu sürreal fakat oldukça eğlenceli bir durum, en azından geriye dönük bakıldığında. Moore olayı sonlandırmadan önce soruyla karışık son bir tespitte bulunuyor: ‘Then you can’t say most of the things you want to say in your book.‘ [O halde kitabınızda söylemek istediğiniz şeylerin bir çoğunu söyleyemezsiniz.] Bunun üzerine Wittgenstein yerinden kalkıyor, jüriye doğru ilerleyerek aynısının arkasına geçtikten ve her iki elini, birini birinin, diğerini ötekinin omuzuna koyduktan sonra son olarak söylenmesi gerekenleri söyleyerek salondan ayrılıyor: ‘I know. Don’t worry, I know you’ll never understand it.‘ [Farkındayım, sıkmayın canınızı; hiç bir zaman anlayamayacaksınız.]

Wittgenstein’ı anlayanlardan, daha doğru söylemek gerekirse, ki tarihsel olarak aslında mümkün olabilecek olan tersidir belki de, onunla aynı dalga boyunda yol alanlardan biri muhtemelen Khalil Gibran‘dı: Felsefeye, belirli bir felsefeye tabii ki, ilk bakışta oldukça uzak duran bir isim. Gibran’ın dile getirdiği tek bir cümle Tractatus’un tamamını dışarı vuracak güçte oysa: “Half of what I say is meaningless; but I say it so that the other half may reach you.” [Söylediklerimin yarısı anlamsızdır; fakat onları söylüyorum ki, diğer yarısı size ulaşabilsin.] Aynı cümle Tractatus’ta şu şekilde yer alıyor bilindiği gibi: “Meine Sätze erläutern dadurch, daß sie der, welcher mich versteht, am Ende als unsinnig erkennt, wenn er durch sie – auf ihnen – über sie hinweggestiegen ist. (Er muß sozusagen die Leiter wegwerfen, nachdem er auf ihr hinaufgestiegen ist.)‘ [Cümlelerim beni anlayanın en sonunda onlarla -onlar üzerinden- onların ötesine çıktıktan sonra onların anlamsız olduklarını anlaması olarak açıklarlar. (Yani onu kullanarak yukarıya çıktıktan sonra iskeleyi kaldırıp atmalı.) Bu cümlenin açıklamasını Wittgenstein kendisi veriyor yine: ‘Man könnte den ganzen Sinn des Buches etwa in die Worte fassen: Was sich überhaupt sagen läßt, läßt sich klar sagen; und wovon man nicht reden kann, darüber muß man schweigen… Ich bin also der Meinung, die Probleme im Wesentlichen endgültig gelöst zu haben. Und wenn ich mich hierin nicht irre, so besteht nun der Wert dieser Arbeit zweitens darin, daß sie zeigt, wie wenig damit getan ist, daß diese Probleme gelöst sind. Wir fühlen, daß selbst, wenn alle möglichen wissenschaftlichen Fragen beantwortet sind, unsere Lebensprobleme noch gar nicht berührt sind. Freilich bleibt dann eben keine Frage mehr; und eben dies ist die Antwort. Es gibt allerdings Unaussprechliches. Dies zeigt sich, es ist das Mystische.” [Bu kitabın bütün anlamı hemen hemen şu kelimelerle bir araya getirilebilir: Söylenmesi mümkün olan her şey açıkça söylenilebilir: ve üzerinde konuşulamayanlarla ilgili olarak da sessiz kalmak gerekir… Bu demek, sorunları en içerde ve özünde tamamıyla çözdüğümü düşünüyorum. Ve bu konuda yanılmıyorsam eğer, bu durumda bu çalışmanın değeri ikincil olarak söz konusu sorunların çözülmesiyle birlikte ne kadar da az yol aldığımızı gösteriyor olmasındadır. [Ki] mümkün olan bütün bilimsel sorular cevaplanmış olsa da, yaşamla ilgili sorunlarımıza daha henüz dokunamadığımızı dahi hissediyoruz. Bu durumda artık soru falan da kalmıyor tabii ki; ve [aranan] cevap, tam da budur işte. Fakat söylenemeyen[ler] vardır. O[nlar] gösterir kendi[leri]ni; mistik olandır o[nlar].

Bütün bu söylenilenlerden, ve aynı zamanda Wittgenstein’ın tekraren kullandığı içten çevirme metaforunu da zihinde tutarak, şu sonucu çıkartmak yanlış olmaz sanırım: Wittgenstein için Tractatus’ta söz konusu olan bir negatif demonstrasyondur; bir neti neti bir nevi. Bu bağlamda görünüyorsa, dolayısıyla biliniyorsa, önemli olamaz diyebiliriz. Bu çerçevede ve görünen ve bilinen, dolayısıyla görünebilen ve bilinebilen bağlamında bu denli titiz olma gereği aynılarına atfedilen öneme binaen devreye girmiyor o halde. Ne olmadığını bilmeye çalışmak, bu demek içten çevirme çabası, o olmayana, dolayısıyla çevrilene atfedilen önemle alakalı değil, dışarda kalanın önemine binaendir aslında. Aslında Immanuel Kant’ın, ‘[i]ch mußte also das Wissen aufheben, um zum Glauben Platz zu bekommen‘ [[Öteyle ilgili] bilgiyi ortadan kaldırmalıydım yani, inanca yer açabilmek için] diyerek yaptığından farklı bir şey değil bu, önemli bir fark dışında; Kant çizginin bu tarafı adına çekerken sınırı ve öteyle ilgilenmezken, Wittgenstein diametral bir çaba içerisindedir. Toparlarsak ve Sören Kierkegaard’la birlikte ifade edersek, ‘leap of faith, yes, but only after reflection‘ [İnanç sıçraması, evet, fakat sadece anladıktan sonra]. Wittgenstein’ın Ludwig von Ficker’ya gönderdiği bir mektupta Tractatus’la ilgili olarak yazdıklarına bakalım bitirmeden önce son olarak: ‘Mein Werk besteht aus zwei Teilen: aus dem, der hier vorliegt, und aus alldem, was ich nicht geschrieben habe. Und gerade dieser zweiter Teil ist der wichtigste.‘ [Eserim iki bölümden oluşuyor: burda yazdıklarım ve yazamadıklarımın tümü. Ve tam da bu ikinci bölümdür önemli olan.”]

Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU