Teşekkür ederim
An dem Eingange der neuen Zeit steht der „Gottmensch“. Wird sich an ihrem Ausgange nur der Gott am Gottmenschen verflüchtigen, und kann der Gottmensch wirklich sterben, wenn nur der Gott an ihm stirbt? Man hat an diese Frage nicht gedacht und fertig zu sein gemeint, als man das Werk der Aufklärung, die Überwindung des Gottes, in unsern Tagen zu einem siegreichen Ende führte; man hat nicht gemerkt, daß der Mensch den Gott getötet hat, um nun – “alleiniger Gott in der Höhe” zu werden. Das Jenseits außer Uns ist allerdings weggefegt, und das große Unternehmen der Aufklärer vollbracht; allein das Jenseits in Uns ist ein neuer Himmel geworden und ruft Uns zu erneutem Himrnelsstürmen auf: der Gott hat Platz machen müssen, aber nicht Uns, sondern – dem Menschen. Wie mögt Ihr glauben, daß der Gottmensch gestorben sei, ehe an ihm außer dem Gott auch der Mensch gestorben ist?
Yeni dönemin başında “tanrılaşmış insan” duruyor. Acaba onun sonunda tanrılaşmış insandan Tanrıyı çıkartmak yeterli olacak mı, dolayısıyla Tanrının ölümüyle birlikte tanrılaşmış insandan da kurtulabilecek miyiz? Bu soruya kafa yormadılar ve meseleyi hallettiklerini sandılar Aydınlanmanın başlattığı işi, yani Tanrının aşılmasını, geldiğimiz noktada başarıyla tamamlamış olduklarını düşünürken; kafaları basmadı, anlamadılar zaar insanın sadece onun yerine geçebilmek için Tanrıyı öldürdüğünü. Dışımızdaki öte silinip süpürüldü, dolayısıyla Aydınlanmanın işi [gerçekten de] tamamlandı; ama içimizdeki öte yeni bir sema halini aldı ve bizim için yeni bir hedef doğdu; [nitekim] Tanrı yerini devretmek zorunda kaldı, evet, ama bize değil – İnsana. Nasıl inanabildiniz ki tanrılaşmış insanın sadece ondaki Tanrının ölmesiyle öleceğine; bunun için ondaki insanın da ölmesi lazım.
Max Stirner
I can crudely sum up the story which historians like Blumenberg tell by saying that once upon a time we felt a need to worship something which lay beyond the visible world. Beginning in the seventeenth century we tried to substitute a love of truth for a love of God, treating the wodd described by science as a quasi divinity. Beginning at the end of the eighteenth century we tried to substiture a love of ourselves for a love of scientific truth, a worship of our own deep spiritual or poetic nature, treated as one more quasi divinity. The line of thought common to Blumenberg, Nietzsche, Freud, and Davidson suggests that we try to get to the point where we no longer worship anything, where we treat notbing as a quasi divinity, where we treat everything -our language, our conscience, our community- as a product of time and chance. To reach this point would be, in Freud’s words, to treat chance as worthy of determining our fate.
Şöyle toparlayabilirim Blumenberg gibi tarihçilerin anlattıkları hikâyeyi aslında; vakti zamanında görünen dünyanın ötesinde bir şeye tapma ihtiyacı hissettik. On yedinci yüzyılın başlamasıyla birlikte hakikat sevgisini Tanrı sevgisinin yerine koyduk, dolayısıyla doğa bilimlerinin tasvir ettikleri dünyayı tanrılaştırdık bir nevi. On sekizinci yüzyılın sonlarıyla birlikte ise bilimsel hakikatten vazgeçtik, kendimize tapmaya başladık, içimizde, en derinimizdeki o esrarengiz şeye âşık olduk, adeta yeni bir tanrı yarattık. Blumenberg, Nietzsche, Freud ve Davidson düşünce çizgisinin aslında ortaklaşa söylemeye çalıştıkları şey, artık hiçbir şeye tapmayacağımız bir noktaya gelmemizin gerektiğidir; hiçbir şeyi tanrılaştırmadığımız, dilimizin, vicdanımızın ve ümmetimizin, sadece zamanın ve tesadüfün bir ürünü olduğunu kabul ettiğimiz bir nokta. Bu noktaya gelmek demek, Freud’un da dediği gibi, tesadüfe kaderimizi belirleme hakkını vermek demektir ama.
Richard Rorty
1
Hikâye benim görebildiğim kadarıyla Stirner ve Rorty’nin anlattıklarından ibaret. Gözü merkeze alan üç kademeli bir yapı var burada; bir ilk adımda görünenin ötesi, sonrasında görünenin kendisi ve son olarak da görünenin berisi, dolayısıyla en dışarıdan en içeriye doğru yol alan bir hareket. Aynılarını nispeten aşina olduğumuz kelimelerle vermek istersek, kendilerini ‘Tanrı’ (Din/İdealizm), ‘Madde’ (Bilim/Materyalizm) ve ‘İnsan’ (Felsefe/Humanizm) olarak belirleyebiliriz. Bu hikâye Batıda bundan yaklaşık iki bin beş yüz sene önce başlar. Ve aynı hikâye sondan bir önceki yüzyılın ortalarından itibaren kendi içerisinde bütün bu yansımaları, her ne kadar muhalif yaklaşımlar olmuş olsa da, hem de oldukça, temelde ve genelde birbirini takip eden, aslında birbirinin yerine geçen merhaleler olarak anlar, bir gelişme olarak haddizatında, bir iyileşme, hatta olması gerekene doğru bir ilerleme gibi bir nevi ve o şekilde bir arada tutar. Söz konusu tarihten itibaren, barizane bir şekilde Friedrich Nietzsche’yle ilk olarak, adım adım bu bütünlük kaybolur fakat ve günün sonunda bu yansımaların hepsi bir arada ve yan yana iş görmeye başlarlar, dolayısıyla bu şekilde hareket etmek zorunda kalırlar. Bu demek Din, Bilim ve Felsefe içinde bulunduğumuz dünyada bir arada yaşamaya ve tatlı bir rekabet içerisinde varlıklarını sürdürmeye, yani kendilerini birbirlerinin alternatifi olarak teklif etmeye mecburdurlar artık. Haliyle, söz konusu rekabetin her zaman öyle çok da tatlı tatlı yaşanmadığını ayrıca belirtmeye gerek yok. Bazen de eklektik ve farklı bir garabet çıkabiliyor ortaya, dolayısıyla biraz oradan biraz da buradan teranesi. Diğer taraftan bu üçünü birbirinin alternatifi olarak değil de daha çok kendileri için rezerve edilmiş farklı alanların sevk ve idaresinden sorumlu sistemler olarak bir araya taşımak da mümkün, belki de en yapılması gereken bu.
Wilhelm Nestle bu hikâyenin başlangıç noktası olarak Yunan’ı ve Yunan’da hayat bulan bir ayrımı, aslında, Jürgen Habermas’ın ifadesiyle, bir ‘bilişsel itiliş’’i (kognitive[r] Schub), bir sıçramayı, belki de ‘bir öteye geçmeyi’ devreye sokar: Mitos’tan Logos’a. Bu noktada derinlemesine herhangi bir açıklama yapmak istemiyorum bu iki kavram hakkında ve tabii ki söz konusu kavramsallaştırmayla ilgili olarak. Mitosu kısaca anlatı ya da efsane olarak düşünebiliriz, ki aynısı sizin buralarda da biliniyor artık, dolayısıyla çevirmeye dahi gerek yok belki de. İçine doğulan ve içinde yaşanılan dünyanın ana sorular dediğimiz meseleler hakkında sahip olduğu -bu demek Tanrı, Dünya, İnsan, dolayısıyla Yaşam- doğruları, iyileri ve güzelleri içinde taşıyan ve aynı dünya içerisinde birebir yaşarken üzerinde düşünmeden, sorgulamadan ve kafa yormadan devralınan ve düşünmede, bilmede, inanmada ve davranmada yön verici ve belirleyici kabul edilen prensiplerin toplamından oluşan bir hikâye. Mitos ve Yunan deyince akla ilk gelen iki isim Hesiod ve Homer ve aynılarının Tanrılar’ın (Teoloji) ve Dünya’nın (Kozmoloji) oluşumlarıyla ilgili ortaya koydukları öğretiler oluyor tabii ki. Diğer taraftan bu efsane severlerin, dolayısıyla mitos taraftarlarının, ilgilendikleri meseleler bu iki konuyla sınırlı kalmıyor tabii ki, onlar aynı zamanda yaşamın geçiciliği, kötünün kaynağı, sorumluluk ve suç, kader ve zorunluluk ve ölümden sonraki yaşam gibi sorunlarla da ilgileniyorlar. Aristoteles’in efsaneleri bilim olarak kabul etmediğini biliyoruz, her ne kadar aynılarına ele aldıkları sorulara binaen nispi bir felsefilik atfetmiş olsa da, nitekim söz konusu efsane severler aktardıklarıyla ilgili herhangi bir kanıt ileri sürme zorunluluğunu hissetmezler. Bu tip efsane severlerin karşısına Aristoteles gerçek filozofları koyar ve aynılarını konuştukları zaman kanıtlarla konuşanlar olarak tanıtır. Kanıt varsa şüphe var demektir, dolayısıyla da şüphenin, kanıtın ve temellendirmenin bu yöntemsel vurgusu nedeniyle felsefeyi efsaneden ayırır. Felsefe efsaneye nispeten yeni bir şeydir bu durumda. Artık duyduğu her şeyi içinde yaşadığı dünyanın bir parçası olarak kabul edip sorgulamadan ve körü körüne üstlenmez kimse, daha doğrusu üstlenmemesi gerektiği tavsiye edilir kendisine, birey tamamen kendi sırtına yüklenir ve artık bir başına ve korku(luk)suz olarak düşünmek ve yaşamak ve kendi kararlarını kendisi vermek, dolayısıyla kendisini kendisi taşımak zorundadır: test ederek ve kanıtlayarak. Efsanedekinden çok farklı bir tavır alıştır bu anlaşılacağı gibi. Buna rasyonel, ölçen biçen, hesap eden tavır diyebiliriz.
Fakat mitos da tam anlamıyla irrasyonel değildir aslında, nitekim onun da maksadı gerçekliği idrak edip anlamak, dolayısıyla yaşam alanı açmaktır, ve bu zorunlu olarak onun, gerçekliğin yani, içinden geçmeyi gerektirir. İçinden geçmek olarak verdiğimi düşünmek olarak düşünürsek, mitos da belirli bir akıl yürütme şeklidir o halde. Fakat ilerleyen süreçte, öyle görünüyor, bu şekil bir akıl yürütme ihtiyaçları gerektiği ölçüde karşılayamadı, ki yeni bir düşünme şekli elzem oldu; logos. Mitosvari düşünmenin özelliğini anlatılar, holistik anlatılar, teşkil eder, dolayısıyla sadece halihazırda düşünülmüş olan ve düşünülen, bu demek içinde yaşanılan dünyanın bilgisi aynıları üzerinden aktarılmaz, bu anlatılar aynı zamanda her yeni yaşantılanın üzerine giydirilerek bu şekilde aynısının entegre edilmesi ya da dışarıda tutulması sağlanır. Ve bu düşünülenler genellikle günlük yaşantıdan, gündelik tecrübeden ve tabii ki muhatap olunan sorunlardan, yani çevreyle girilen birebir ilişkiden kaynaklanırlar, onun ötesine geçmezler. Dolayısıyla farklı birlikteliklerde yaşanan farklı tecrübeler sonucu farklı sonuçlara ve çözümlere ulaşılır haliyle. Bu farklılıklar son tahlilde, diğer birçokları yanı sıra, mitos eleştirisinin başat motivasyonunu ortaya çıkartmıştır. Farklı birlikteliklerin yakınlaşması sonucu oluşan ortak yaşam alanı, ortak çözümleri gerekli kılmıştır nitekim, ortak çözümler ise ortak ön koşulları, bu demek değişken olandan, birebir içinde yaşanılan ve muhatap olunan gerçeklikten, haddizatında bizzat şeylerden bağımsızlaşarak aynılarının ötesine geçmeyi şart koşmuştur. Farklı bir temellendirmeyi yani, rasyonel temellendirmeyi. Edmund Husserl fenomenolojisinin ‘zurück zu den Sachen selbst’, yani ‘hadi şeylere geri dönelim’, dolayısıyla daha plakatif bir ifadeyle ‘back to the roots’ söylemini ve daha çok aynısının eleştirmeni olarak ün kazanan Martin Heidegger’nın ‘in-der-Welt-sein’ konseptini, mesela, bu bağlamda okumak ve anlamak yanlış olmaz. Bu şekilde düşünen düşündüğü ile arasındaki mesafeyi açmış olur nihayetinde, dolayısıyla dünya, şeyler ile yani, arasına farklı bir kurum olarak aklını, belirli bir aklı, koyar.
2
Görünen dünya ile araya mesafe koymak aynısını aynısının arkasında olduğuna inanılana, dolayısıyla filozofun ulaşmaya çalıştığına, nispeten değersiz kılar haliyle. Nitekim gördüklerimiz değişir sürekli, dolayısıyla işin özü olamazlar. Buraya karşı taraftan bakarsak o halde, işin özünü görmek ya da farklı bir şekilde duyumsamak mümkün olmaz. Parmenides’in Düşünmek ile Olmak’ı örtüştürdüğü, gülelim mi biraz?, öpüştürdüğü nokta burasıdır işte. İşin özü ancak düşünülebilir ve mağara benzetmesiyle oraya ulaşmanın yolu ve imkânı Platon tarafından bize öğretilir. Mağarada işin özünün sadece, bir nevi, sesini duyarız, hatta o sesin yankısını, dolayısıyla ilk önce mağaradan dışarıya çıkmayı başarırsak işin özünü idrak edebiliriz. Filozofun görevi budur işte, insanları mağaradan güneşin aydınlığına taşımak. Platon bu işi bir eğitim süreci olarak anlar, nitekim karanlığa alışkın olan insanın gözleri güneşin aydınlığına yavaş yavaş alışır. Bu noktada farklı idrak seviyelerini sokar devreye Platon, dolayısıyla söz konusu eğitim sürecini kademelendirir. İlk olarak şeylere muhatap oluruz, gördüklerimize. Bu noktada onlar hakkında bir fikre sahip olabiliriz ancak; Doxa. Ardından diğer bir kademe gelir, Yunanların Dianoia Romalıların ise Ratio dedikleri seviye. Diskursif düşünme çıkar burada ortaya. Hani yukarıda içinden geçmek olarak verdiğim vardı ya, o işte. Gidip gelir, gidip gelir, yani şeyin içinde geçip onu idrak ederiz. Aslında içinden geçmez, etrafında dolaşırız sadece. Son merhalede ebedi şekilleri, İdea’ları, hedef alırız; işin özünü yani. Burasına Yunanlılar Noesis, dolayısıyla Nous, Romalılar da Intellectus diyorlar. İntuitiv bir idrak burada söz konusu olan. Dolayısıyla gider gelir şeyin etrafında dolaşır ve son noktada içine, içeri bakarız. Almancada çok güzel diyoruz, Einsicht, yani içeriye bakmak. Çok bilinen atasözlerimizden biri, “Einsicht ist der erste Schritt zur Besserung“ yani; “iyileşmeye doğru atılan ilk adım içeriyi görmektir“. İçinde bulunduğun durumun mahiyetini kavrayarak başlamalısın iyileşmeye. Fakat içeriye bakabilmek için haliyle hazırlayıcı bir merhale olarak diyalektik dönemi geride bırakmak gerekir. Hani Platon diyor ya, Akademinin kapısına yazmış aynısını zottirik haddizatında, ya da yazdırmış, Geometriyi bilmeyen içeriye girmesin diye. Aklın nesnesi işin özüdür o halde, o ona yönelir. İnsan aklıyla öteye geçer, sınırı aşar, işin özüne ortak olur. Bu ama belirli bir akıldır, spekülatif akıl. Spekülatif Latince specula’dan türetilmiştir, izleme kulesi diyebiliriz, ya da temaşa mekânı. Dolayısıyla burada vurgulanmak istenen bu bakışın belirli bir idrak yeteneğini dışa vuruyor olmasıdır. Haliyle bu aklın temelinde yatan felsefi ön kabulü dikkate almak gerekir, nitekim söz konusu kabul göz ardı edilirse söz konusu aklı anlamak mümkün olmaz. Oda şu; gerçeklik bir bütün olarak nesnel, dolayısıyla kozmik bir akıl tarafından belirlenir. Dolayısıyla insanın spekülatif akıl kapasitesi söz konusu kozmik aklı temaşa ettiği noktada ve temaşa ederek haddizatında aynısının kendisine nüfuz etmesine imkân sağlar. Spekülasyonu bu şekil bir idrak türü olarak düşünmek Batı dünyasının dünyanın nesnel bir aklilik arz ettiği düşüncesinin, söz konusu akliliğin yani, subjektif karşılığıdır. Ki bu da metafiziki rasyonalizm olarak Batının felsefi geleneğini bütünüyle belirleyen unsurdur. Bu unsur temelde mitik-dinsel bir dünya anlayışına dayanır. Aynısında kozmos ilahi güçler tarafından nüfuz edilmiş bir şekilde aynıları tarafından taşınır. Dolayısıyla spekülatif akıl dediğimiz şey bu tarz bir mitik-dinsel dünya anlayışının felsefi rasyonalizasyonundan başka bir şey değildir.
Aristoteles de söz konusu spekülatif akıl kavramına sadık kalır, her ne kadar hocasının idealar düşüncesini çok sert bir şekilde eleştirse de. Nitekim onun için söz konusu platonik öğreti gereksiz bir ikileştirmeden ibarettir. Kaldı ki Platon’un anladığı anlamdaki İdealar statiktirler, dolayısıyla da yaşamın dinamizmine ayak uyduramaz, aynısını açıklayamazlar. Bu demek, Aristoteles’e göre, İdealar şeylerin ötesinde değil bizzat içlerindedirler. Ve oradan, yani içeriden, şeylerin özünü belirler ve açıklarlar. Dünya içsel prensiplerdir aynıları, şeylerin kendilerine has şekillerini (Morphe) maddi tarafları üzerinden (Hyle) dışa vururlar. Ama Aristoteles için de işin özü ancak spekülatif akıl aracılığıyla elde edilebilir. Nitekim özü belirleyen şekiller ilahi bir düzenin parçalarıdır ona göre ve sadece duyuları aşan bir yetiyle idrak edilebilirler. Bu nokta Hristiyanlığın, özellikle de ‘intellectus divinus’ kavramı üzerinden, devreye girdiği noktadır işte. Söz konusu kavramın açıklamasını yapmayacağım burada, uzun sürer. Dolayısıyla bu şekilde orta çağa kadar felsefe ile Hristiyanlık arasında farklı sentezler mümkün olmuştur. Bu bağlamda görev alan Müslüman scholastikleri de unutmamak gerekir. Bu sentezlerin ön şartını söz konusu akıl oluşturur. Aynısı ilk kez geç ortaçağda nominalizm tarafında kökten sorgulanmaya başlar ve aynı süreç son tahlilde aynı aklın güç kaybetme sürecini de başlatır. Bunun için önemli iki gelişmeden bahsedebiliriz, ki aynıları spekülatif aklı en merkezinde hedef alırlar. Bir tarafta radikal bir voluntarist Tanrı anlayışı, diğer tarafta epistemolojide evrenseller tartışması (Universalienstreit) üzerinden hayat bulan bir devrim.
Tanrının mutlak ve sınırsız iradesinin merkeze indiğini görüyoruz burada. Bu gelişmenin çıkış noktalarından, önemli çıkış noktalarından biri, ki daha önce bir başka yazıda söz etmiştim aynısından, Paris başpiskoposu Tempier tarafından yargılanan, 219 Tez başlığı altında, bazı öğretiler olmuştur. Aynıları, söz konusu tezler yani, 13. yüzyılda yürürlükte olan Aristoteles okumalarıyla ilintilidirler. Zikredilen tezlerin yargılanmalarıyla birlikte Aristoteles düşüncesinin bazı unsurları kilise ve teoloji için kabul edilemez olarak konumlandırılmak istenmişti. Özellikle Tanrının gücünü, haddizatında bizzat kendisini, kısıtlayan her şey iptal edilmişti. Dolayısıyla Tanrı artık davranışlarında herhangi akli prensiplere uymaktan kurtulur. Bu noktada önemli bir kavram girer devreye: Contingency, dolayısıyla olumsallık. Yani Tanrı neyi nasıl isterse öyle yaratır. Tanrıdan zorunluluk kaldırılır. Nitekim bir şey olduğundan farklı da olabilirdiyse, öyle olması bir iradeye dayanmalı. Yok ancak olduğu gibi olabilirdiyse ancak kendisine yeterlidir, kendisinden yola çıkarak anlamak gerekir onu o halde. Tanrı hiç ama hiçbir şeyle kayıtlanamaz. Sadece çelişmezlik ilkesi, ki o da zaten bir kayıt değildir. Bütün bunlarla birlikte ama sadece insanın ve dünyanın olumsallığının altı çizilmiş olmuyor, aynı zamanda akıl da sınırlanıyor. Nitekim, ki biz diyoruz zaten günlük dilimizde, ‘Allah’ın işlerine akıl sır ermez’ diye, Tanrı artık aklın ötesindedir. Öyleyse doğada ya da çevremizde hatta, Quran’ın ifadesiyle, nefsimizde idrak ettiğimiz hiçbir şey bizi ona götürmez. Bu ayet yanlış anlaşılıyor genelde, haddizatında tam tersi olarak. Burada söz konusu olan aslında negatif bir anlamak, yani anlayamamaktır. Aynen gökyüzüne bakıp da çatlak bulamayan gözlerin ya da zihnin aradığını bulamaması dolayısıyla harap ve bitap olarak geri dönmesi, inkılap edip teslim olması gibi. Ama tabii ki Tanrının aklî olanın dışına çıkarılması, onun dünya ile ilişkisinin kesilmesi anlamına gelmez bazı dangalakların ileri sürdükleri gibi. Ve tabii ki Tanrının bu denli özgürleşmesi, kafasına göre takılması da insanın özgürlüğünü kısıtlamaz, yine bazı dangalakların iddia ettikleri gibi. Tersine aslında, Tanrının özgürlüğü arttıkça, insanın özgürlüğü de artar. Dolayısıyla ve aslında burada gerçekleşen Tanrı insan ilişkisindeki epistemolojik modus’un değişmesidir sadece ve temelde. Daha sonra Immanuel Kant bütün felsefesini bu değişimi geriye dönük görünür kılmak için kullanacaktır. Her zaman denildiği gibi aslında mesele, insanın Tanrıyla olan ilişkisi bilmek üzerinden değil inanmak üzerinden gerçekleşir. Nitekim bilmek zorunluluğu, inanmak ise tercihi, yani özgürlüğü öne çıkartır. Tanrıyı da insanı da aklın zincirlerinden kurtarma mücadelesidir burada hayat bulan.
Nesnel bir aklî dünya düzeninin kaybı aynı zamanda evrensel kavramlar bağlamında da yeni bir anlayışı zorunlu kılar. Nominalizm dediğimiz şey, sadece tek tek şeylerin var olduğunu kabul eder. Evrensel kavramlar ise sadece bizim soyutlama sonuçlarımızdan ibarettirler ona göre. Realizm dediğimiz şey ise aynılarını, adı üstünde, reel olarak kabul eder. Metafizik tarihi açısından bu şu anlama gelir son tahlilde: Hani işin özünden söz etmiştik ya ve işin özünü bu evrensel kavramlarla vermiştik, ardından da bu evrenselleri idrak edebilmek için belirli bir akıl çıkarmıştık ortaya, spekülatif akıl. Dolayısıyla şayet artık bu evrenseller yoksa, onları idrak edebilmek için geliştirdiğimiz spekülatif akla da gerek yok. O halde artık farklı bir akıl lazım. Müthiş bir şey burada olan. Yeni dönemin başlangıcı burası. Dolayısıyla birilerine göre Modernite tam burada başlar işte, bu demek söz konusu tamamen bağımsız ve kafasına göre takılan Tanrıya karşı insanın baş kaldırışı olarak, kimilerine göre ise haddizatında tam da bu kafasına göre takılan Tanrıdır insanı özgürleştiren, yani Modernite bu diktatör tanrıya baş kaldırmakla değil, bizzat onun açtığı alanda var olmakla başlar. Ben kendimi bu ikinci tarafta görüyorum. Bu şekilde spekülatif aklı iptal ettik nihayet. Dolayısıyla akıl kendisi için saklı olan bir düzeni bulup da ona tabi olmaktan kurtuldu. E ne işe yarar o halde? Hah, burası önemli. Akıl artık, nitekim kendisi için belirlenen hedef ortadan kalkınca, hedeflerini kendisi belirlemek zorunda kalıyor, kendisinden hareketle, dolayısıyla etrafında muhatap olduğu kaosun içinde, haddizatında arkasında saklı olan düzeni tespit etmek değil onun görevi artık, nitekim öyle bir düzen yok, aksine onun işi etrafında bulduğu o kaosa düzen vermek. Bu noktada akıl öznelleşiyor işte. Araçsallaşıyor haddizatında, dolayısıyla araçsal akıl nominalizmle başlayan ve spekülatif aklı işten kovan subjektif aklın belirli bir şeklidir. Farkındaysanız şu ana kadar ilahlaştırılan bir akıldan söz ettik, haddizatında Tanrıyı, evreni ve insanı içine alan, kapsayan ve kuşatan, aynılarını aynı düzenin birer parçaları olarak düşünen, tasavvur eden, aynılarına nefes aldırmayan haddizatında, hepsini belirli bir şekilde davranmaya zorlayan, aynıları için sınırlar ve kurallar belirleyen bir akıl. Düşünebiliyor musunuz, her şeye gücü yeten bir Tanrı aklın önüne gelince kapitüle etmek zorunda kalıyor. Götü boklu bir insan, taharet almaktan aciz, ama hayır diyor, Allah bunu söylemiş olamaz, nitekim bu benim aklıma ters. Sanki Allah konuşurken kendisini onun aklına göre ayarlamak zorundaymış gibi. Ama diyor bu sefer aklıma tersse nasıl inanabilirim ki, bu durumda Allah benden inanmamı nasıl bekleyebilir? Ne kadar makul geliyor değil mi? Öyle değil tabii ki. Aklına tersse inanmazsın olur biter, kimse zorlamıyor seni nitekim. Ama yok ben inanmak istiyorum, ama aklıma yatan bir Tanrıya inanmak istiyorum, o halde inandığım Tanrıyı aklıma uygun bir hale getirmeliyim ya da aklıma uygun bir Tanrı yaratmalıyım. Zavallı müşrik. Nitekim Mekkeli müşriklerin helvadan yaptıkları Tanrılara benzedi senin Tanrın da haberin yok işte. Ama merak etme, en geç acıkınca bir işe yaramadığını, özür dilerim, yenilmekten başka bir işe yaramadığını göreceksin. Seni gidi Ebu Cehil tohumu seni!!!
3
Şu anda yürüttüğüm kitap çalışmasının temel argümanı yukarıda yazdıklarım. Literatürümü topladım, yaklaşık beş yüz metin belirledim, temelde Hans Blumenberg ve Martin Heidegger üzerinden yürüteceğim bu çalışmayı, ama daha çok Hans Blumenberg üzerinden. Rabbim ömür verirse tabii ki. Kendimi bildim bileli kendimi onurlu, gururlu ve teslim olmuş bir Müslüman olarak kabul ettim ve tanımladım, her zaman aynısına göre hareket etmemiş olsam da, ve bu kabul bana yetti. Elli yıl kafirlerin içinde onlarla birlikte yaşadım, fakat hiçbir zaman onlara ezdirmedim kendimi ve inancımı. Hz. Muhammed her zaman das Non-plus-ultra oldu benim için, insan olarak ondan ötesi olmayan yani. Her şart ve durumda. Hayatım boyunca hiçbir cemaate mensup olmadım, bütün cemaatlerden kovuldum. Açıkça, lütfen bir daha buraya gelme, seni aramızda görmek istemiyoruz dediler bana. Oysa kendileri davet etmişlerdi. Hatta peşime adam taktı bazıları, girdiğim yerden çıktıktan sonra belediyenin zehirlediği köpeklere yoğurt dağıtır gibi onlara göre zehirlemiş olabileceğim insanlara yoğurt diye kendi zehirlerini dağıttılar. Yabancılar değil ha, çocukluk arkadaşlarım, beraber top oynadığımız adamlar, bana artık gelme dedikleri yerden çıktıktan sonra bilmek istedikleri bir şey olunca soluğu yanımda alan tuhaf tipler. Çalıştığım bütün iş yerlerinden de kovulduğum. Sadece bir anektot: İş görüşmesindeyim, konuştuk ve anlaştık. Son bir şey dedim çıkmadan önce, ben Müslümanım ve günün belirli saatlerinde namaz kılmam gerekiyor. Şayet bunu kabul ederseniz anlaştığımız gibi yarın gelip başlayabilirim, aksi takdirde sizi anlayışla karşılarım. Tabii ki dedi muhatabım, uzun yıllar Suudi Arabistan’da yöneticilik yaptım, dolayısıyla inanarak namaz kılan biri için namazın ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Bizim için sorun yok yani. Üç ay sonra aynı yöneticiyle yine karşılıklı oturuyoruz. Kusura bakmayın dedi, fakat sizinle yollarımızı ayırmamız gerekiyor. Neden? Takım arkadaşlarınız sizinle birlikte çalışmak istemiyorlar, rahatsız oluyorlar sizden. Neden, yanlış bir şey mi yaptım? Yoo hayır; işinizde, teknik ve ahlaki açıdan, son derece başarılısınız, ben son derece memnunum sizden, fakat onlar varlığınızdan rahatsız oluyorlar. Özür dilerim fakat 14 kişinin işine son veremem, dolayısıyla sizinle yollarımızı ayırmamız gerekiyor. Ve bu 14 kişi içerisinde bilin bakalım kimler de vardı. Evet, doğru bildiniz. Üniversitede kalabilirdim fakat, ama bu sefer de hasta oldum. Henüz 12 yaşındayken yaşça benden çokça büyük öğrencilerle katıldığım bir siyer yarışmasında açık ara birinci olmuştum. O gün bugündür Hz. Muhammed’in ismini duyunca kalbim titrer. Nitekim yaşadığım ilk dünyevi gururun vesilesi o oldu. Onunla öğrendim önemli olmayı, onu tanıdığım, onu sevdiğim için önemli olduğumu anladım. Elhamdulillah. Uhrevi gururumun da vesilesi o olacak inşallah, ona olan sevgim.
İslamcılardan her zaman nefret ettim, onları hiçbir zaman kendimden saymadım, sevmedim. Utandım her zaman onlarla aynı bayrak altında buluşmaktan, aynı pasaportu taşımaktan. Onları aynılarına layık görmedim hiçbir zaman. İmanımın gereği yaptım bütün bunları. Kalitesiz buldum onları. Çocukken dahi; giydikleri elbiseler, taktıkları kravatlar, kullandıkları kelimeler, yedikleri yemekler, taşıdıkları renkler, kokuları ve korkuları, eğilmeleri bükülmeleri, bir türlü dik duramamaları, gevrek gevrek ve pişkin pişkin sırıtmaları ve daha neler neler. Her zaman midemi bulandırdılar. Hepsi son derece iptidai ve bu dünyadan olmayan şeyler gibi geldi bana; yani çirkin. Dolayısıyla zihinsel kapasitemi devreye sokmadan çok önce insan olarak sahip olduğum estetik yetimin kaynaklık ettiği bir nefretti bu. Aslında çirkine karşı duyulan bir nefret, insan olmam hasebiyle. Allah’ın bir lütfu olarak kabul ettim bu nefreti. Uzun yıllar oldu, yaklaşık kırk beş yıl, ve bu süre zarfında bazen acaba çok mu ileriye gidiyorum diye kendime yöneldiğim de oldu tabii ki. Ama Elhamdulillah şu yaşadığımız son yirmi yıl ve içinde bulunduğumuz bu gün, şu an haddizatında bu nefretin gerçekten de Allah’ın bir lütfu olduğunu gösterdi bana. Ne kadar da doğru davranmışım. Rabbime şükürler olsun ki beni o şirk bataklığına batmaktan korudu. Allah affetsin, gençlik yıllarımda çok büyük günahlar işledim ama hiçbir zaman İslamcı olmadım ve hiçbir şekilde onlara sevgi ve yakınlık hissetmedim. Benim için hiçbir zaman Ebu Cehilden bir farkları olmadı ve ona karşı ne hissettiysem onlara karşı da aynısını hissettim. Hala daha öyle. Ve bu hissimin söz konusu büyük günahlarıma kefaret olacağını umuyorum.
Bununla beraber kendimi her zaman modern bir birey olarak kabul ettim. Tabii ki bunun İslamcıların ağızlarından düşürmedikleri moderniteyle alakası yok. Cahiller, bilmiyorlar, okumuyorlar, okuyamıyorlar, kafaları basmıyor haddizatında, kognitif kapasiteleri değil sadece, teknik imkanları da müsait değil. Daha kendi dillerini, Türkçeyi, doğru dürüst konuşamıyorlar. Oturup konuşmaya kalksanız iki dakikada kayış atıyor, kilitleniyorlar. Sonra holiganlarıyla birlikte hakaret etmeye başlıyorlar. Zır cahiller, hiç ama hiçbir şeyden haberleri yok. Hocalarının da Proflarının da. Tam bir mide bulantısı. Sadece kalabalıklar. Bazen soruyorlar, bu nefret nereden kaynaklanıyor?
Immanuel Kant her insanın içinde haksızlıklara karşı diri tutması gereken bir mekanizma vardır diyor, bir uyarı sistemi adeta, biz Müslümanlar feraset diyoruz buna kısmen. Babamla bazen camilere giderdik. Babam son derece sert, kimseye minnet etmeyen bir adamdı. Ama bilmiyordu İslamcıları, ömrünün son dönemlerine kadar anlatamadım ona. Dolayısıyla bazen savunurdu onları. Ama Allah için savunurdu. Oğlum derdi onlara zulüm ediyorlar ama, İslamcı oldukları için değil Müslüman oldukları için zulüm ediyorlar onlara ama, dolayısıyla Hz. Peygambere zulüm ediyorlar aslında. Camilere getirirdi beni bazen. Namaz kılmazdı gençken. Ben öğrettim ona Namaz kılmasını. Ama sonraları çok ama çok iyi bir Müslüman oldu. Bana sormadan hiçbir şey yapmazdı. İtikatta ve amelde mezhep imamı bendim yani. Doğruydu, dürüsttü, çalmazdı her şeyden önce. Kirli Görüşün camilerine de giderdik ara sıra. Kendisi için değil, benim için yapardı bunları. Hoca dedikleri birileri gelirdi. Çocuk yaştayım daha, 14 bilemedin 15. Böyle kasıla kasıla yürürlerdi, aslında, şimdi söylediklerini düşünüyorum da, aptal ve zır ve kapkara cahil tipler, Allah’ın kitabını okurken arkalarından Şeytanın sırıtarak sırtlarını sıvazladığını görürdüm, Allah’ın lütfu işte. O yaşlı başlı adamlar kalkar kendilerinden yaşça küçük o tiplerin, haddizatında evlatları yaşındaki o soytarıların ellerini yalarlardı, önlerinde eğilir ve şekilden şekile girerlerdi. Midem kalkardı. O yaşta bile sorardım kendime, bu adamlar çocuklarının ama daha da önemlisi hanımlarının yüzüne nasıl bakıyorlar? Ya o serseri ve babaları yaşında adamlara el öptüren pislikler? Dolayısıyla o yaşta bile o koskoca adamların yapamadıklarını yapar onlar adına ben utanırdım. Böyle başladı nefretim. Daha çocukken yani. Ve çevrenize bakınca hiçbir şeyin, yapısal olarak, değişmediğini görüyorsunuz değil mi? Önceleri dine verdikleri zarar değil dolayısıyla, insana verdikleri zarar rahatsız etti beni, çok fazla, ve zihnim çalışmadan önce içimdeki o duygu karşı çıktı bu iskarpin ayakkabı içerisine tenis çorabı giyen görgüsüzlere.
Bahsettiğim kitap çalışmasından dolayı artık bundan sonra burada yazmamayı düşünüyorum, en azından kitap yayınlanana kadar. Tamamlayabilirsem o da. Dışarıyla da alakamı minimuma indirmem gerekiyor ayrıca. Ayda bir çıkıyordum, artık üç ayda bir olmalı, o da olacaksa şayet. Bu süre zarfında planladığım Japonya, İzlanda ve Grönland gezilerim var. Biraz sakinleşip söz konusu mesafeleri sükûnet içerisinde uçakla kat edebilecek duruma gelebilirsem şayet. Aksi takdirde Sarıyer neyime yetmiyor? Çok kolay irite oluyorum çünkü, çok kolay etkileniyor, çok kolay dengemi kaybediyorum. Türkiye’deki insanlar çok ama çok kötü. Kaldıramıyorum. Özellikle İslamcılar. Saf bir kötülük onlarınki, katıksız kötülük. Dolayısıyla kötülük yapmıyorlar, kötüler sadece. Ve bu çok kötü, en kötüsü bu. Uzak durmak en iyisi. Görmemek dahi, duymamak. Dengemi kaybetmem durumunda aynısını yeniden sağlamak, ayağa kalkmak ve kendimi bulmak, çok ama çok uzun süreler alıyor nitekim. Bu demek kendimi korumam, mümkün oldukça dışarıya kapatmam lazım. Psychem son derece labil anlayacağınız, yani stabilin tersi. Türkçe ne denir bilmediğim için Almanca kullandım. Yanlış anlamayın lütfen. Tabii ki Rabbimin planını bilmiyorum. Ona teslim oluyorum, kendimi onun eline bırakıyor, onun avucunda yuva kuruyorum. İnşallah diyorum, Elhamdulillah ve Hasbunallah ardından. Bakalım Rabbim neyler, neylerse güzel eyler.
Son olarak: Öncelikle sevgili Abdullah’a bana burada yazma imkânı verdiği için çok ama çok teşekkür ediyorum. Son beş yıl içerisinde tanıdıklarım arasında ümitvar olmamı sağlayan, sevgili Mustafa’yla birlikte, en önde gelen isimdir kendisi, Allah razı olsun. Şimdiye kadar burada yazdıklarımı okuma nezaketi gösteren sizlere de ayrı ayrı ve tek tek çok ama çok teşekkür ediyorum, saygılarımı sunuyorum. İncelik gösterdiniz, vaktinizi ayırdınız, değer verdiniz, kendimi değerli hissettirdiniz. Allah da, şayet onun istediği gibi bir kulsanız, size nezaket göstersin, size değer versin ve size değerli hissettirsin. Şayet henüz onun yolunu bulamamışsanız, size kendi yolunu buldursun ve değer verdiklerinden, değerli hissettirdiklerinden kılsın. Onu da istemiyorsanız, insanlara zarar vermediğiniz sürece, sevdiklerinizle birlikte, şayet onlar da sizin gibiyse ve onlar da insanlara zarar vermiyorlarsa, mutlu ve sağlıklı, başarılı ve huzurlu bir ömrünüz olsun inşallah. Aksi takdirde Allah ıslah etsin sizi. Umarım kimsenin kalbini kırmadım, üzmedim kimseyi. Şayet olduysa öyle bir şey, istemeyerek oldu, özür dilerim. Düşündüklerimi, ama özellikle de hissettiklerimi yazdım. Hakkınızı helal edin.
Hoşça kalın.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN
Mustafa bey sizi ve düşüncelerinizi tanımaktan mutluluk duydum.
Kitabın son kısmına geldiğinizde kitabı bırakmak yerine kitap çalışmanızı bitirmenizi öneririm 🙂
Hazırladığınız tahmini 500 metinde çalışmalarınız devam ederken bizimle paylaşmak isterseniz okumaktan ve düşünmekten keyif duyarım.
Şimdiden hazırladığınız kitabınızı okumak için sabırla bekliyoruz.