Ben dünya tasavvuru üreticisi değilim, gerçekten de [sadece] birkaç küçük hakikat üretmek istiyorum, o tek büyük hakikati değil.

Ich bin kein Weltanschauungsproduzent, ich möchte tatsachlich ein paar kleine Wahrheiten produzieren, nicht die eine grosse Wahrheit.

Jürgen Habermas

1

Metafiziğin ilk cümlesinde bütün insanların doğal olarak bilmek istediklerini söyler Aristoteles (All men by nature desire to know). Niçin bilmek istediklerini söylemez ama; belki de bu sorunun cevap gerektirmeyecek kadar açık olduğunu düşünür; kim bilir. Bu duruma, insaların bilmek istemesine yani, kanıt olarak ise insanların duyu organlarından duydukları mutluluğu gösterir (An indication of this is the delight we take in our senses); hepsinden önce görme duyusu (and above all others the sense of sight). Eğer gerçekten öyleyse ve Aristoteles haklıysa, ki öyle olmaması için bir sebep göremiyorum, bu bağlamda sorulması gereken müteakip sorular şunlar olmalı sanırım; nasıl, neyi, dolayısıyla ne kadar bilebiliriz? Immanuel Kant‘a göre işe, kelimenin her anlamıyla, sınırlarımızı, yani haddimizi, aslında bilme, bilebilme, idrak edebilme imkanlarımızı (die Bedingungen der Möglichkeit der Erkenntnis) tespit ederek, belirleyerek başlayabiliriz; başlamalıyız da haddizatında. Kant için felsefe budur zaten (wiewohl eben darin Philosophie besteht, seine Grenzen zu kennen). Aristoteles‘in yapmadığını biz yapalım o halde ve, mesela, bilmek özgür olmaktır diyerek devam edelim; onun için isitiyoruz. Ne kadar çok bilirsek öyleyse, yatay ve dikey olarak, o kadar daha fazla özgür oluruz sonucuna varalım. Da, Kant her şeyi bilemeyiz diyor ama, sınırlarımız vardır nitekim, hani biraz önce belirlediğimiz sınırlar var ya, onlar. Ve bu durumda ve noktada zorunlu olarak tesadüf giriyor devreye. Tesadüf özgürlüğümüzü kısıtlar. İşte burası Kant sonrası idealistler için kabul edilmesi mümkün olmayan bir felsefi skandaldır. Hepsinin ortak görüşü o yönde; ne ve nasıl olursa olsun bu skandal bir şekilde ortadan kaldırılmalı. Dolayısıyla, summa sumarum ve in toto (son tahlilde), felsefe tarihinin en önemli empiristlerinden biri olan Hegel için, mesela, felsefi bakış ya da yaklaşım dışlayıcı olarak tesadüfi olanı ortadan kaldırmak için vardır (die philosophische Betrachtung hat keine andere Absicht, als das Zufällige zu entfernen). Kant kötü bir insan, bana göre en azından; evlat olsa sevilmez cinsinden yani. Fakat birçok konuda olduğu gibi bu konuda da haklı olma ihtimali oldukça yüksek. Her şeyi bilememek, bir taraftan ve aslında, dolaylı olarak, bir yerde ve belirli bir açıdan, Rene Descartes‘ın projesini devam ettirmek demektir de aynı zamanda. Bilgiyi, her şeyi (knowledge of God) kapsamasa da ve tam da o yüzden haddizatında, en sonunda ben’in bilgisi kılmaktır (point of view of man); dolayısıyla ben’i öne çıkartmak, ayaklarını sağlamlaştırmaktır.

2

Alasdair MacIntyre için ya istiklal (Friedrich Nietzsche) ya ölüm (Aristoteles), ya da, isimler bağlamında, vice versa; tertium non datur. Soru mu bu şimdi? Tabii ki, pace Aristoteles, Nietzsche. Aristoteles bir approximation‘dan, hakikatlemekten (aletheuein) söz eder; Nietzsche de. Nietzsche felsefeyle aramızdaki ilişkide yeni olan şey artık o bir hakikate, yani hakikatlemenin telos’una, sahip olmayışımızdır der fakat (das Neue an unsere jetzigen Stellung zur Philosophie ist, dass wir die Wahrheit nicht haben). Bu aslında Descartes‘tan, en geç ama Kant‘tan sonra böyleydi zaten, yani aslında o kadar da yeni bir şey değil. De, Hegel‘in hakikati kendisiyle ilişkilendirmesi (Selbstbezüglichkeit), dolayısıyla kendisine çevirmesi, harekete geçirmesi aslında, hakikatin, bu şekil bir hakikatin ve tabii ki bu şekil bir hakikatin hakikat olmayanının (Negation), kullanımını mümkün kılıyordu yine de. İşte tam bu noktada işi devralıyor Nietzsche. Hegel‘in yürüyen hakikatinin, ama hareketin bizzat kendisine el atmadan, zorunluluğunu, telosunu yani, iptal ediyor, yok sayıyor. Dolayısıyla dışarıda yol alması artık mümkün olmayan felsefeyi, ki telos yoksa yol da yok, içeri alıyor. Hakikat (Wahrheit) değil, ölümüne samimiyet artık (Wahrhaftigkeit), tutku; çılgınlık bu. Tanrının, maalesef, öldüğünü duyurduğu noktadaki dışa vuruş şekliyle tam isabet, ki durum artık tam olarak bundan ibaret. Ne yaptık ki biz bu dünyayı güneşinden çözerek? Nereye doğru gidiyor o şimdi? Biz nereye gidiyoruz? Sürekli düşmüyor muyuz? Geriye, yana, ileri ve her tarafa? Kaldı mı bir yukarısı, bir aşağısı var mı? (Was taten wir, als wir diese Erde von ihrer Sonne losketteten? Wohin bewegt sie sich nun? Wohin bewegen wir uns? Fort von allen Sonnen? Stürzen wir nicht fortwährend? Und rückwärts, seitwärts, vorwärts, nach allen Seiten? Gibt es noch ein Oben und ein Unten?) Yürümek değil bizimkisi artık, ilerlemek hiç değil; düşmek, takılarak düşmek sadece. Nihilizm işte tam olarak böyle bir şey. Mesele bu hiç ve hiç yok içinde ve bir şekilde, kelimeye takılmayalım lütfen, var ola ve kalabilmek yine de. Düştükten sonra kalkmak, yeniden düşmek, kalkmak, sonra daha iyi düşmek (fail (fall) again, fail (fall) better, Samuel Beckett). Niçinleri ve, dolayısıyla, nasılları yeniden yeniden keşfetmek, keşfedebilmek. Yapboz oyunu bu, başka bir şey değil. Fjodor Michailowitsch Dostojewski‘nin Tanrı, yani hakikat, yoksa her şey mübah, yani mümkündür, dediğini söylüyorlar. Evet, eğer doğruysa, tam olarak öyle gerçekten. De onun kastettiğinin tam tersi. İş başa düştü demektir bu aslında. By the way; kendisini samimi, yani ihlaslı bir ateist (frommer Atheist) olarak tanımlayan  Herbert Schnädelbach Dostojewski‘nin söylediği söylenilen söz konusu bu cümleyi bugüne değin söylenmiş en aptal cümlelerden biri olarak kabul eder (einer der dümmsten Sprüche, die es gibt); bence haklı. Nitekim, der, Tanrı yoksa da vergimi vermek, kırmızı ışıkta durmak ve karımı, varsayalım ki yapabilirim, dövmemek ve, bu da benden olsun -vatandaşlık görevi, başka bir şey değil- maskemi takıp mesafeyi korumak zorundayım. Anyway. O halde; Ne yapmalı? (Что делать?/Tschto delat?, Wladimir Iljitsch Lenin) Ya da; Kleiner Mann – was nun? (Küçük adam, eee… Şimdi ne bok yiican?, Hans Fallada).

3

Schnädelbach felsefeyi bir düşünceli olma kültürü olarak tanımlar (Philosophie ist eine Kultur der Nachdenklichkeit). Haliyle; bu noktada öncelikle kültür nedir sorusunu sormak ve cevaplamak gerekir, fakat o iş uzun sürer. Şu kadarını söyleyerek yetinelim ve ardından da devam edelim; kültür, en anlaşılır tanımıyla, kişi, dolayısıyla kişilerden oluşan birlikteliklerin sorun çözme tarzlarıdır. Bir örnek; acıkmak, dolayısıyla enerji ihtiyacının giderilmesi bir sorundur, acilen çözülmesi gereken bir sorun. Dolayısıyla bu sorunu nasıl çözdüğümüz, ki bu konuda herkes ve her birliktelik öncelikle içinde bulunduğu coğrafi çevreyi ve diğer bazı faktörleri de hesaba katmak zorunda olarak farklı bir yol izleyebilir, bizim açlık sorunuyla başa çıkma tarzımızı, dolayısıyla yemek, haddizatında birkaç adım ötede mutfak kültürümüzü oluşturur. Bu şekilde, ki bildiğimiz gibi hayat tümüyle sorun çözmekten ibarettir maalesef (All life is problem solving, Karl Popper), diğer bütün sorunları da içine alarak ortaya çıkan çözümlerin toplamı belirli bir birlikteliğin bir bütün olarak kültürünü oluşturur. Dolayısıyla, felsefe de bu belirli kültürün bir parçası olarak bu belirli birlikteliğin belirli bir sorununu çözmeye çalışır. Bu arada, din de öyle üstelik. Schnädelbach‘a göre düşüncelerimiz, fikirlerimiz, kanaatlerimiz ve davranışlarımız üzerinde düşünürken, düşünerek peşlerine takılıp onların temeline inerken felsefe yaparız (Wir philosophieren, wenn wir über unsere Gedanken, Meinungen, Überzeugungen und Handlungen nachdenken, ihnen hinterher denken und dabei grundsätzlich werden.) Almancada düşünmek (denken) ve bir şeyin düşünerek arkasından gitmek (nachdenken) arasına fark koyabiliriz. Dolayısıyla felsefe yapmak bir yerde sadece düşünmek, düşünebilme yetimizi (cogitation) uygulamak, kullanmak ve hatta hayata geçirmek değil, belirli bir şey üzerinde düşünmek, düşünerek o şeyin peşine düşmek ve o şeyi o şeyin üzerinde yükseldiği temele kadar takip edip o noktadan itibaren entegre etmek demektir. Bunu neden yaparız, yani felsefeyle hangi sorunumuza çözüm ararız? Schnädelbach bunun sebebini genelde aniden ortaya çıkan emin olamama durumları ve şüphelerde görür; yani, bir nevi, düşeriz. Yapıp etmelerimizin doğruluğu ne derece mevcut, bütün bu olup bitenler ne derece birbiriyle uyum içindedirler sorularını sorarız (Anlass dafür sind in der Regel plötzlich auftretende Unsicherheiten und Zweifel, ob es bei dem allen seine Richtigkeit hat und wie es zueinander passt.) Bu demek, basite indirgeyerek, alışılagelmiş yaşantımız içerisinde bir şekilde bir noktada söz konusu yaşantımız, düşündüklerimiz ve yaptıklarımız; hatta sevdiklerimiz, nefret ettiklerimiz, korktuklarımız ve umutlarımız; bildiklerimiz ve inandıklarımız, kısacası bir bütün olarak kendimiz kendimize yabancılaşırız ve kendimizi yeniden sahiplenebilmek, kendimize sahip çıkabilmek için düşünmeye, kendi temelimize, üzerinde durduklarımıza inmeye cesaret ederiz. Kendi peşimize düşeriz yani. Evet, bu cesareti gerekli kılar, nitekim ne ile karşılaşacağımızı bilemeyiz, ki kendimizi yeniden sahiplenerek, kendimize sahip çıkarak, belki de sadece bir ya da birkaç tarafımızı bırakarak değil, bir bütün olarak kendimizden vazgeçip, kendimizi orada bırakıp, kendimizsiz de geri dönebiliriz.

4

Namı diğer Pascal Mercier Peter Bieri de Schnädelbach‘a yakın düşünüyor felsefenin neliği konusunda, fakat o meseleye, içinden geldiği gelenek dolayısıyla olsa gerek herhalde, biraz daha analitik yaklaşıyor. Ona göre felsefe insan yaşantısının önemli tecrübelerini kavramsal açıdan aydınlatma çabasıdır (Philosophie, wie ich sie verstehe, ist ein Versuch, begriffliches Licht in wichtige Erfahrungen des menschlichen Lebens zu bringen.) Tecrübeleri kavramsal açıdan aydınlatmak demek, onları belirli bir şekilde görünür kılmak, Bieri‘nin ifadesiyle söylersek, onlar üzerinde düşünebilmek ve konuşabilmek, dolayısıyla söz konusu tecrübeleri değerlendirebilmek için aynılarını kavramlara aktarmak, en bilinen ifadesiyle ise, onları kavramsallaştırmak demektir (Um über diese Erfahrungen nachdenken und sprechen zu können, haben wir Begriffe erfunden…) Ki söz konusu kavramlar, Bieri‘de de, hayatın gündelik alışılagelmiş akışı içerisinde kendilerinden anlaşılır, dolayısıyla herhangi bir sorgulamaya kapalıdırlar aslında (…die uns in gewöhnlichen Zusammenhängen als etwas Selbstverständliches zur Verfügung stehen.) Martin Heidegger‘nın çekicini andırırcasına bir nevi. Çivi, duvar, çekiç ve insan, bir tabloyu duvara asma işlemi bağlamında, en tepede hayatın kendisi gibi haddizatında, bir bütün oluşturur, dolayısıyla kendileri olarak bu bütün içerisinde yok olur, kaybolurlar. Ta ki bu birliktelik bir şekilde, ki çivi yamulabilir, duvar ya da çekiç kırılabilir, sekteye uğrasın; yani güneşini kaybetsin. Ancak o zaman bütün bu şeyler kendileri olarak ortaya çıkar, görünür olurlar. Hayat da öyle; küçük bir kriz yaşamı patır patır döker önümüze yığar. Hiçbir şey hiçbir şeyin arkasında saklanmaz artık ve hiçbir şey hiçbir şeyi taşımaz. İşte o zaman her şeye yakından bakmak ister bilmek isteriz ne deyip ne ettiğimizi; niçin deyip niçin ettiğimizi (Doch manchmal geschieht es, dass wir genauer wissen möchten, wovon wir eigentlich reden, weil Wichtiges auf dem Spiel steht, sowohl im Verstehen als auch im Handeln). Bu durumda dilsel alışkanlıklarımızın bir adım arkasına geçer, araya mesafe koyar ve kavrama yoğunlaşırız Bieri‘ye göre. Ve şaşırarak görür, ya da anlarız ki, Bieri devam eder, aslında ne dediğimizin o kadar da farkında değilmişiz. (Wenn wir dann einen Schritt hinter die sprachliche Gewohnheit zurücktreten und uns auf den Begriff konzentrieren, stellen wir verwirrt fest, dass uns gar nicht klar war, was wir da die ganze Zeit gesagt hatten.) Bana bu bir adım geri çekilme işi, daha gündelik bir tabirle, hayatı kızağa çekme, felsefi terminolojide fenomenolojik indirgeme (phänomenologische (eidetische) Reduktion) ya da paranteze alma (Einklammerung (epoche)) dedikleri şey, ki Heidegger‘nın eleştirisi bu yönde, bize istediğimizi verebilir gibi gelmiyor. Nitekim masa sadece üzerinde yemek yiyen, yazı yazan, ya da başka bir şekilde üzerine bir şeyler koyan olursa ve bütün bunlar yapılırsa ve özellikle de ve haddizatında yapılırken masadır. Bunları çek al, ister paranteze ister başka bir yere koy, geride kalan masa değil, birkaç geometrik şekil ve bir yığın odun, yani tahtadan ibarettir. De meselemiz bu değil.

5

Hayret (θαυμάζειν/thaumazein), bilgeliği samimice seven bir adamın tutumudur, ki felsefenin bundan başka bir başlangıcı da yoktur. Platon‘a göre mesele bundan ibaret. İnsanın ulaşabileceği en yüksek yükseklik hayrettir (Das Höchste wozu der Mensch gelangen kann ist das Erstaunen.) Bu da Johann Wolfgang von Goethe‘den. Bernhard Waldenfels, hayret edebilmek için öncesinde oldukça fazla bir şey bilmek gerekir diyor (Man muß einiges wissen, um […] staunen zu können). Ki ona göre tesadüf, yeniden tesadüfe dönmek gerekirse, ancak bu şekilde mutlu sıfatını elde edebilir; şanslı bir tesadüf olur yani (Nur unter diesen Voraussetzungen wird aus dem Zufall ein glücklicher). Aristoteles‘te de öyle aslında. Bu demek hayret onda da ikincildir temelde. Nitekim önce biliriz, daha doğrusu bildiğimizi sanırız (δόξα/doxa), ardından meseleye yaklaşır, yakından bakar ve işin sandığımızdan çok farklı olduğunu görür ve hayret ederiz. Hegel Fenomenoloji’nin girişinde farklı bir şekilde dışa vurur aynısını; her tanınan (bilinen), sadece tanınıyor (biliniyor) olduğu için idrak edilmiş sayılmaz der (Das Bekannte überhaupt ist darum, weil es bekannt ist, nicht erkannt), bu demek biliyor sanmanın aslında idrak etmenin önünde bir engel teşkil ettiğini, zayıflatalım, edebileceğini dile getirir. Descartes için ise mesele o değil, tam da budur haddizatında; ona göre hayret, dolayısıyla, felsefenin başlangıcı değil, idrakin önünün bizzat kesilmesi, Waldenfels’in aktarımıyla, felç edici bir kendinden geçmedir (lähmendes Entsetzen). Hayretin en temel akordu, Heidegger’ya göre, olağan olanın olağanüstülüğünü bir safi kabule zorlamaktır (Die Grundstimmung des θαυμάζειν nötigt in die reine Anerkennung der Ungewöhnlichkeit des Gewöhnlichen). Tabii ki kendimi Descartes ve de özellikle Heidegger‘nın yanında görüyorum bu meseleyle ilgili olarak, en azından bu söylenenler bağlamında. Fakat bu konuda bana en yakın duran, haddizatında benim çok yakın durduğum başka bir isim var; Odo Marquard. Marquard felsefe değil metafizik der ama; biz de öyle diyelim o halde. Anladığım kadarıyla o da eleştirir biraz önce sözü geçen kızağa çekme meselesini. Dolayısıyla metafiziği, kızağa çekme bağlamında, inkar edilen, aslında önü kesilen bir tarihin yerine geçen bir stepne olarak kabul eder (Metaphysik […] ist unter der Bedingung der Geschichtsverweigerung Surrogat der verweigerten Geschichte.) Ona göre metafiziğin, felsefenin yani, temelinde yatan, bir şey, bir mesele değil (objectum proprium), bir bozukluktur (Defekt). Hayret değildir yani, daha çok ve aslında hayatın, var olmanın açtığı yaralardır metafiziğin kaynağı ve dolayısıyla hedefi hakikat değil, dindirmek, acıyı, acıları dindirmek, görevi ise idrak sağlamak değil, tazmin etmektir (Nicht das Staunen […], sondern Wunden sind Ursprung der Metaphysik: ihre Aufgabe ist nicht Wahrheit sondern Linderung, ihr Pensum nicht Erkenntnis, sondern Kompensation). Bana çok sempatik geliyor bu söylenenler, fazla söze gerek yok. Ayrıca da siz Türklerin şu sözünü hatırlatıyor; ayranı yok içmeye, taht-ı revanla gider sıçmaya. Türk olmasa da, belki Viyanalı olduğundandır, kim bilir, söz konusu Türk atasözünü adeta içselleştirmiş bir diğer filozofun sözleriyle bitirmek istiyorum:

Bir şeyi hiçbir zaman unutmamalıyız: en iyi, en rasyonel insanlar dahi, hatta ‘Tanrıya çok yakın duranlar’ bile, bu dünyada diğer herkes gibi acınası bir köpektir. Bu onları mütevazi kılmalı ve bu onlara, başkalarının kendi yaşamlarını anlama ve anlamsız bir var oluşun kuraklığına biraz olsun renk katma çabalarına karşı hoşgörülü olmayı öğretmeli. Onlara ‘iptidai düşüncenin’ anlamsız bir dünyayı anlatılarla güzelleştirme ve katlanılır kılabilme çabalarına karşı hoşgörülü olmayı öğretmeli. Bizim bugünkü rasyonalistlerimiz bu tarz bir hoşgörüyü gösteremiyorlar. Bu onların gayri-akliliklerinin en zavallı tarafıdır.

(Wir dürfen eines nie vergessen: selbst die besten, rationalsten Menschen, selbst die Menschen, die ‘Gott ganz nahe stehen’, sind in dieser Welt genauso arme Hunde wie jedermann sonst. Das sollte sie bescheiden machen, und das sollte sie Toleranz lehren den Versuchen anderer gegenüber, ihr Leben zu verstehen und die Öde eines sinnlosen Daseins mit einigen wenigen Bildern auszuschmücken. Es sollte sie Toleranz lehren gegenüber den Versuchen des ‘primitiven’ Denkens, eine sinnlose Welt durch Erzählungen zu verschönern und tragbar zu machen. Unsere heutigen Rationalisten zeigen keine solche Toleranz. Das ist der letzte und traurigste Zug ihrer Unvernunft.)

Paul Feyerabend