‘Ev, insana istikrarlı olması için nedenler ya da yanılsamalar sunan bir imgeler yekünüdür (…) Ev dikey bir varlık olarak düşünülür (…) Dikeylik bilincimize yapılan çağrılardan biridir. Ev yoğunlaşmış bir varlık olarak imgelenir. Merkezileşmeye yönelik bilince çağırır bizi.‘
”Anavatanın tarihinde en korkunç vakalar hasıraltı edilmiş olsa bile, anavatan sevgisinin, viri patriae amantes’in, göklere çıkarıldığı Latince elkitaplarındaki çocukça tavrı takınan sahicilik jargonu bu irrasyonalitenin varisidir. Sonnemann bu fenomeni şöyle tanımlamıştır:” ‘Düzeni’ –‘hatta hiçbir şeyin yolunda gitmediği’ bir düzeni her şey pahasına savunma eğilimli iyi niyetli tutumdan vazgeçmemek”. Nedir bu yolunda gitmeyen şeyler? (…) “zehirli gazlar, baskıcı tabular, ikiyüzlülük, hınç, her tarafta üstü örtülü histeri. Bu durumda düzenin düzeninden ne kalıyor geriye? Belli ki düzenin yeni baştan kurulması gereklidir”.
Tanrı’yı bir merkez, sürekli merkezleyen olarak değil de merkezlenemeyen olarak almadıkça, mevcudiyete indirgenen, toplumsal kategorilerde dile gelen, temsil edilen Tanrı ve imanın, teizmin ortodoks yorumlarının sığlığında, ucuz bir disiplin olmanın ötesinde, bir anlam ifade etmeyeceği açıktır. Bu durumda anlamı sabit özdeşliklerden çok dur durak bilmez bir ayrım ve erteleme hareketine, dil dizgesinin transcendental ilkesi olan différance dayandırırsak, anlamı ayrımsal izlerin sonsuz ve rastlantısal oyununa bırakırsak, yerleşik bir temelden kurtarırsak ne olur?
Kim korkar bu kadar Tanrı’nın Nietzche’nin tanrısı gibi ‘raks’ etmesinden? Tanrı’yı bir Oluş felsefesi temelinde düşünmek gerekmiyor mu? Bir dile ve düşünce dizgesine yerleştirilmiş olan öznelerin; varolanın ve varlığın anlamını genel olarak buradalık ya da yokluk olarak oluşturmaya zorlanmış olan öznelerin, sınırı zorlamalarından niye korkulur? Anlamın özgür oyununa kapı açan bu belirlenimsizlik özneyi etkin bir yorumlama sürecinin içine sokacağı için mi acaba?
‘Derrida Batı metafiziğinin bir mevcudiyet temelinde, bir zemin ya da sebep, kendi kendisiyle özdeş olan mutlak bir başlangıç, köken, kendisinden zuhur eden her şeyi kontrol edip yönetme anlamında merkez olma işlevi gören bir Arşimet noktası tesis etme yönündeki çabalardan meydana geldiğini söyler.’[1]
Derrida’ya göre Batı metafiziğinin en büyük yanılgısı anlamın aşkın bir göstergeye gönderme yaptığı, dilin dışında veya ötesinde bir gerçeklik alanı, bir merkez olduğunun kabulüdür. Batı metafiziğinde, gerçekten varolanın, kendi kendisiyle özdeş ve değişmez olan evrensel özler olduğu idda edilir. Derrida bu sabitliğin dekonstrüksiyonunu yapar. Anlam’ı hapsedildiği sabitlikten söküp, kapanmış anlamı açıp, sürekli ertelenmesinden söz eder (differance).
Anlam ve gösterge arasındaki ilişki, bir göstergenin bir anlama indirgenmesi ya da anlamın bir göstergede sabitlenmesi şeklinde kuruldukça, Varlık zamana hapsedilmiş ya da fenomenolojik anlamda tarihsel olan, tüm muhafazakarlıkların yaptığı gibi, mutlaklaştırılmış olacaktır.
Şimdi, temsil, özdeşlik ve totalleşmenin hakim olduğu bu mevcudiyet metafiziğinin (Türkiye metafiziğinin) içerisinde oluşturulmuş anlamın, sabitlenmiş bu bağlamda bir Tanrı (devlet) ve iman tasavvurunun, hakikati ifade etmekten uzak olduğu ortada değil mi? Bu aynı zamanda metafiziksel bir şiddet ve buna bağlı bir tahakküm anlamına gelmiyor mu? Bu karara bağlı anlamların, Türkiye kapitalizmi ile ideolojik bağlamda ilişkisi yok mu? Bu bağlamda Türk ‘aydını’ ne zaman ‘devlet aydını’ olmaktan uyanıp mesafe etiği bağlamında, gerçek bir ‘entelektüel’ olmayı başabilecek? Yapılan organik-geleneksel aydın karışımı bir üst-yapı memurluğundan, kanaat teknisyenliğinden, bir kimlik obsesyonundan başka nedir?
Türkiye mevcut haliyle bir ‘kütle’[2] toplumu olup ve ‘kütle adamı’nın konformizminin dekadansını yaşamıyor mu? “Devleti insanîleştirmek varken hâlâ tanrılaştırmaya çalışmak kadim putperestliğin” tezahürü değil mi? Sorun, metafizik ve din içinde devletin ve tebası olarak öznesinin (nesnesinin) aşkın gösterilenlerden kurtulup yeryüzüne ne zaman ineceği sorunuyla, tanrı ve iman meselesinin devletin ortodoks teizminden kurtarılması sorunu değil mi?
Onur FENCİOĞLU
[1] Batı Metafiziğinin Dekonstrüksiyonu : Heidegger ve Derrida – Kasım Küçükalp – Sentez – 9789944037716 – Kitap.
[2] ”( (kütle) kendini herkes gibi hisseden ve bu halin kendisini düşündürmediği, gerçekte herkes gibi hissetmekle kendisini mesut hisseden herkestir. Kütle adamı, kendinin devlet olduğuna inanır ve kendini (…) rahatsız eden azınlığı, ağırlığı altında ezmek için (…) devlet makinesini harekete geçirmek temayülleri gösterir.)” Kütlelerin İsyanı – Ortega y Gasset- Erguvan yayınları – çeviren: Nejat Muallimoğlu.