Korkuyorum kelimelerinden [o]nların.
Her şeyi çekinmeden açıkça söylüyorlar.
Buradakine köpek, oradakine ev diyorlar,
burası yeri sonun, orası başlangıcın.
Anlamları da koparıyor ödümü, oyunları da,
olanı olacağı her şeyi biliyorlar;
bakmıyorlar artık, dağlarda mucize görmüyorlar;
komşular Allah’a, bahçeleri, evleri yan yana.
Yaklaşmayın, benden uzak durun diyorum.
Ben şeyleri şarkı söylerken dinlemeyi seviyorum.
Dokunduğunuz her şeyi dondurup susturuyorsunuz.
Ne var ne yok her şeyi öldürüyorsunuz.
*
Ich fürchte mich so vor der Menschen Wort.
Sie sprechen alles so deutlich aus.
Und dieses heißt Hund und jenes heißt Haus,
und hier ist der Beginn und das Ende ist dort.
Mich bangt auch ihr Sinn, ihr Spiel mit dem Spott,
sie wissen alles, was wird und war;
kein Berg ist ihnen mehr wunderbar;
ihr Garten und Gut grenzt grade an Gott.
Ich will immer warnen und wehren: Bleibt fern.
Die Dinge singen hör ich so gern.
Ihr rührt sie an: sie sind starr und stumm.
Ihr bringt mir alle die Dinge um.
Rainer Maria Rilke (Çev: Mustafa Küçükhüseyin)
Başlık tartışması yapan insanlar genelde diğerlerinin yazdıklarını okumazlar. Onlar mesela derler ki ”bu ‘pozitivizmdir’, dolayısıyla üzerinde zaman harcamaya değmez.” Ama sorsan onlara ”pozitivizm nedir?” diye, alacağın tek cevap onun olumsuz bir şey olduğudur sadece. Diğer taraftan, kıta felsefesini kabul etmeyenler de onun karanlık derin bir gevezelik olduğunu söylerler. Nispeten zor bir yazım tarzına sahip olan Husserl mesela genelde o denli anlaşılmaz olarak kabul edilir ki yazdıklarını anlamaya çalışmak için zaman harcamaya değmez. […] Aynı şekilde siyasi tartışmalarda da bazı tartışmacılar insanları guruplaştırıp onlar için başlıklar kullanırlar: ”onlar Yahudi”, ya da ”onlar Müslüman” derler. Ama sorsan onlara ”Yahudi olmak ne demektir ve Yahudi olmak neden kötüdür?”, tatmin edici bir cevap veremezler. […] Başlıklar insanların meselelere derinliğine nüfuz etmelerine engel olmazlar sadece, argümanla alakası olmayan şeyler tarafından ikna edilmeye eğilimli olduklarını da gösterirler.
People who participate in label discussions usually evade reading what the other persons are writing. They say, for instance, “That’s ‘positivism’, and not worth wasting one’s time on.” If you ask them “What is positivism?” the only answer they can give you is that it is something negative. Conversely, those who reject continental philosophy tend to regard it as unclear deep sounding talk. Husserl, for example, who writes in a rather complicated way, is often regarded so incomprehensible that it is not worth the time to try to penetrate his writings. […] Similarly, in political discussion some discussants group some people together and use a label for them: “they are Jews,” or “they are Muslims.” If you ask them “What does it consist in to be a Jew, and why it is that being a Jew is bad?” they cannot give a good answer. […] It is not just that labels indicate that people are not going deeply into issues, it also illustrates that people tend to be persuaded by things that have nothing to do with the argument.
Dagfin Follesdal
Hastalığımın isminin ne olduğunu hatırlamıyorum, Althusser mi Alzheimer mı, fakat hatırlamadığıma göre Alzheimer olsa gerek.
I do not remember what my illness is called, Althusser or Alzheimer, but since I cannot remember it, it must be Alzheimer.
Willard van Orman Quine
1
Bertrand Russell‘la başlayalım:
Kant ve Hegel Felsefelerinden uzaklaştıktan sonra felsefi sorunlara analiz yöntemi aracılığıyla çözüm aradım hep ve kesin olarak kanaat getirdim ki — ilerleme dışlayıcı olarak analiz yöntemiyle sağlanabilir.
Ever since I abandoned the philosophy of Kant and Hegel, I have sought solutions to philosophical problems by means of analysis; and I remain firmly persuaded — that only by analysing is progress possible.
Analizin ne olduğu konusunda Friedrich Waismann‘a bakalım:
Analiz parçalara ayırmak demektir, parçalamak yani. Mantıki analizin şu anlama geldiğini söyleyebiliriz o halde: Bir düşüncenin en son mantıki elementlerine kadar parçalara ayrılması. Ve bu noktada çok kolayca bazı diğer alanlardan benzetmeler geliyor gözümüzün önüne: Fizikçinin beyaz ışığı prizma aracılığıyla parçalara ayırdığı gibi — Kimyacının bir maddeyi analiz ettiği gibi — yaklaşık bu şekilde düşünebiliriz bir filozofun işinin ne olduğunu da: onun işi bir düşüncenin düzenini, onun mantıki yapısını ortaya çıkartmaktır.
Analyse bedeutet Zerlegung, Zergliederung. Logische Analyse scheint also zu bedeuten: Zerlegung eines Gedankens bis in seine letzten logischen Elemente. Und hier schweben uns nun allzu leicht Analogien aus verschiedenen anderen Gebieten vor: Sowie der Physiker das weiße Licht durch ein Prisma zerlegt — wie der Chemiker eine Substanz analysiert — ungefähr so stellt man sich das Geschäft eines Philosophen vor: er soll die Struktur eines Gedankens, seinen logischen Bau bloßlegen.
Friedrich Nietzsche‘yle devam edelim o halde:
İhtiyacımız olan ve aslında ilk kez tek tek bilimlerin geldiğimiz şu noktada ulaştıkları seviyenin bize sağlayabileceği tek şey ahlaki, dinsel, estetik tasavvurların ve duyumsamaların ve aynı şekilde kültür ve toplumun yüksek ve alçak her tür ilişkilerinde ve aslında bir başınalıkta kendimizde yaşadığımız titreşimlerin bir Kimyasıdır: ya bu Kimya bu alandaki en muhteşem renklerin dahi en pespaye, haddizatında ikrah uyandıran aşağılık maddelerden elde edilmiş olduğu sonucuna varırsa ne olacak? Kim bu araştırmaların peşine düşmek ister ki? İnsanlar başlangıçlar ve kökenlerle ilgili soruları akıllarından çıkarmayı ve oradan uzak tutmayı severler: insanın neredeyse insanlıktan çıkması gerekmiyor mu tam da zıt yönde bir eğilim duyabilmesi için?
Alles, was wir brauchen und was erst bei der gegenwärtigen Höhe der einzelnen Wissenschaften uns gegeben werden kann, ist eine Chemie der moralischen, religiösen, ästhetischen Vorstellungen und Empfindungen, ebenso aller jener Regungen, welche wir im Groß- und Kleinverkehr der Kultur und Gesellschaft, ja in der Einsamkeit an uns erleben: wie, wenn diese Chemie mit dem Ergebnis abschlösse, daß auch auf diesem Gebiete die herrlichsten Farben aus niedrigen, ja verachteten Stoffen gewonnen sind? Werden viele Lust haben, solchen Untersuchungen zu folgen? Die Menschheit liebt es, die Fragen über Herkunft und Anfänge sich aus dem Sinne zu schlagen: muß man nicht fast entmenscht sein, um der entgegengesetzten Hang in sich zu spüren?
Waismann:
Felsefe ve bilim insanın zihinsel/tinsel açıdan iki farklı konum/tavır alışına tekabül eder. — Bilimsel zihin/tin idrakin peşinde olur, bu demek doğru olan cümleler arar, dolayısıyla gerçeklikle örtüşen cümleler. Daha sonra bir basamak yukarıya çıkarak kuramlar oluşturur. — Felsefeyle elde edilebilecek olan ise içsel açıklığın artmasıdır. Felsefi bir düşünce sürecinin sonucu cümleler değildir, cümlelerin açıklık kazanmasıdır.
Philosophie und Wissenschaft (sind) zwei grundverschiedene Typen menschlicher Geisteshaltung. — Der wissenschaftliche Geist sucht nach Erkenntnis, d. h. nach Sätzen, die wahr sind, die mit der Wirklichkeit übereinstimmen. Auf einer höheren Stufe erhebt er sich zur Bildung von Theorien. — Was man durch die Philosophie gewinnen kann, ist ein Zuwachs innerer Klarheit. Das Resultat einer philosophischen Überlegung sind nicht Sätze, sondern das Klarwerden von Sätzen.
Bu ikiliyi farklı bir taraftan da ele alabiliriz:
Paul Redding‘e kulak verelim:
Dil felsefesi alanında tanınmış bir analitik filozof tarafından yazılan teknik bir çalışmanın, Robert Brandom’ın Making it Explicit’i, analitik felsefeyi Kant’çı zeminden Hegel’ci zemine taşınma çabası olarak tanımlanması bizi şaşırtmalı mı? Şaşırabiliriz, eğer kafamızda analitik felsefeyle Alman İdealizmi arasındaki ilişki bağlamında belirli bir tasavvur varsa. Bu belirli tasavvur Analitik Felsefenin yaratılış efsanesi olarak adlandırılmış ve Bertrand Russell tarafından sağlamlaştırılmıştır.
Should it come as a surprise when a technical work in the philosophy of language by a prominent analytic philosopher is described as ‘an attempt to usher analytic philosophy from its Kantian to its Hegelian stage’, as has Robert Brandom’s Making It Explicit? It can if one has in mind a certain picture of the relation of analytic philosophy to ‘German idealism’. This particular picture has been called analytic philosophy’s ‘creation myth’, and it was effectively established by Bertrand Russell.
Richard Rorty meseleyi biraz daha açıyor:
Robert Brandom’ın kısa süre önce yayınlanan kitabı Making it Explicit Sellars’ın düşüncesinin devam ettirilmesinin ilk sistematik ve kapsamlı örneğini sunuyor. Daha özelinde ”aydınlanmadan itibaren süregelen ve temel kavramı olarak temsili belirleyen” yönteme alternatif olarak ”inferenece’i temel kavramı olarak ileri süren semantiki açıklayıcı bir stratejiyi” teklif ediyor. Brandom’ın kitabını Analitik Felsefeyi Kant’çı zeminden Hegel’ci zemine taşıma çabası olarak görmek mümkündür.
A recent Book by Robert Brandom, Making It Explicit, offers the first systematic and comprehensive attempt to follow up on Sellars’s thought. More specifically, it offers a “semantic explanatory strategy which takes inference as its basic concept,” as opposed to the alternative strategy “dominant since the Enlightenment, which takes representation as its basic concept.” Brandom’s work can usefully be seen as an attempt to usher analytic philosophy from its Kantian to its Hegelian stage.
Rorty devam ediyor:
Hegel’in durduğu yerden bakınca Kant’ın algıların kavramsız kör oldukları iddiasını satın almak İngiliz ampiristlerindeki Descartes’tan tevarüs eden kötü bir felsefi alışkanlıktan vazgeçmenin ilk adımıdır. Zihnin bir şekilde dünya ile aralıksız bir ilişki kurmakta başarılı olup olamayacağını sormak ve bilgi iddialarının konumlarına böyle bir ilişkinin varlığı kanıtlanana kadar şüpheyle yaklaşmak. Bu alışkanlık (Kant, Frege ve sonraki Wittgenstein gibi) inferentialist filozofların aksine Brandom’ın temsilci olarak tanımladığı filozofların özelliğidir (Descartes ve Locke gibi mesela). Sonuncular kavramları Kant’ın yaptığı gibi bir şeyin nasıl yapılmasını özelleştirici şeyler olarak değil de gerçekliğin birer temsilleri (ya da temsilleriy-miş) olarak kabul ederler.
From Hegel’s point of view, taking Kant’s point that intuitions without concepts are blind is the first step toward abandoning a bad philosophical habit which the British empiricists took over from Descartes – the habit of asking whether mind ever succeeds in making unmediated contact with world, and remaining skeptical about the status of knowledge-claims until such contact can be shown to exist. That habit is characteristic of philosophers who, in Brandom’s terms, are “representationalist” (like Descartes and Locke) rather than “inferentialist” (like Leibniz, Kant, Frege, the later Wittgenstein, and Sellars). The former take concepts to be representations (or putative representations) of reality rather than, as Kant did, rules which specify how something is to be done.
Şunu eklemek gerekir. Rorty’e göre Kant’ın bu tarafı meselenin sadece bir yarısıdır, dolayısıyla bu noktada her ne kadar kendisinden öncekilerden ayrılsa da, ki Friedrich Hegel bu ayrılışı takdir ediyor, diğer tarafıyla o hala daha kendisinden öncekilere dayanır, bu nokta Hegel’in Kant’ın ötesine geçtiği noktadır.
Robert B. Brandom‘a verelim sözü:
Inference’i temel kavramı olarak kabul eden bu semantiki açıklayıcı strateji, Aydınlanmadan bu tarafa dominant olan ve temel kavramı olarak temsili kabul eden ötekiyle çatışır. İnferentialist yaklaşımın öncülleri vardır — her ne kadar büyük ölçüde dar bir platform olduysa da. Aslında geleneksel olarak bir tarafta Spinoza ve Leibniz gibi kıta rasyonalistleri ile diğer tarafta Locke ve Hume gibi ada ampiristleri arasında çekilen çizgi birçok sebepten dolayı daha açıkça olarak inferentialist bir açıklama düzeni taraftarlarıyla temsil düzenli açıklama taraftarları arasında çekilebilir.
This semantic explanatory strategy, which takes inference as its basic concept, contrasts with the one that has been dominant since the Enlightenment, which takes representation as its basic concept. The inferentialist approach is by no means without precedent – though it has been largely a minority platform. Indeed, the distinction canonically drawn between Continental rationalists such as Spinoza and Leibniz, on the one hand, and British empiricists such as Locke and Hume, is for many purposes more perspicuously rendered as a distinction between those endorsing an inferentialist order of explanation and those endorsing a representationalist order of explanation.
John McDowell‘la bitirelim:
Şeyleri burada bir araya getiriş şeklim çok fazla Brandom’ın izlerini taşıyor. Hegel’in Tin’in Fenomenolojisi ile ilgili 1990da verdiği zihin açıcı semineri öne çıkartmam gerek her şeyden önce. Brandom’ın o zaman bende harekete geçirdiği düşünceler burada söylediklerimin birçok noktasında gösterirler kendilerini, fakat onun etkisi bundan çok daha derindir; o denli ki burada yaptığım okumaları Tin’in Fenomenolojisine bir prolegomenon olarak değerlendirmek istiyorum, Brandom’ın yakında yayınlanacak olan Making it Explicit’in olduğu gibi aynen.
The way I put things here bears substantial marks on Brandom’s influence. Among much else, I single out his eye-opening seminar on Hegels Phenomenology of Spirit, which I attended in 1990. Thoughts Brandom elicited from me then show up explicitly at a couple of places in this lectures, but the effect is pervasive; so much so that one way that I would like to conceive this work is as a prolegomenon to a reading of the Phenomenology, much as Brandom’s forthcoming Making It Explicit […] is, among many other things, a prolegomenon to his reading of that difficult text.
Neymiş efendim? Hegel olmadan Felsefe yapmak masturbasyon yapmak gibi bir şeymiş? Olduğu kadar değil, her şey olması gerektiği gibi. Ya da Martin Heidegger‘nın dediği gibi, bıçağı sürekli bilemek fakat bir türlü kesmeye gelememek.
… wie nicht […] Hegelianer sein?
… Hegelyen olmamak mümkün mü?
Michel Foucault
2
Cehennem demek ne demek?
Ateş = Cehennemde taşları ve insanları yakar.
Eziyet = Cehennemde çekilir.
Utanç = Cehennemde yaşanır.
Günah = İşlersen bütün bunlara maruz kalırsın.
Ölüm = den sonra Cehenneme gidilir.
Yaşam = da kazanılır Cehennem.
Cennet = e Cehenneme gidemezsen gidersin.
Mutluluk = Cennette verilir.
Şarap = Cennette içilir.
Huri = Cennette sevilir.
Üzüm = Cennette yenilir.
Köşk = Cennete ihsan edilir.
Ve bu listeyi sonsuza kadar uzatabilirsiniz. Fakat bütün bunların hiçbir anlamı yok, çünkü her durduğunuz nokta peki neden bütün bunlar sorusunu çıkartır karşınıza. Eğer bu soruyu gerçekten de ciddiye alıyorsanız, alabiliyorsanız şayet, dolayısıyla bir kimyacı hassasiyetiyle hakikat diye bildiklerinizi çözümlemeye tabi tutabiliyorsanız, buna hazırsanız, son noktada elinizde kalacak olanların öyle çok da hoş olmayan şeyler olacaklarını bilmelisiniz. Aslında Nietzsche’nin söylediği şey bir başka açıdan da çok önemli. İnsan olabilmek, dolayısıyla insan kalabilmek için belki de bu soruları sormamak gerekir, never change a running system. Ya Allah diyerek bir nokta koyacak, duracaksınız, ya da türlü daleverelerle rasyonel bir açıklama getirmeye çalışacaksınız. Fakat son tahlilde her iki durumda da eğer gerçekten samimiyseniz, eliniz boş kalmak zorunda. Bu çok acı, fakat, ne dersiniz siz Türkler, dost acı söyler ve gerçekler acıdır.
Kimse buradan gelip de geçemez, hele de bir ölünün haberiyle. — Ama sen, oturmuş pencerende onu hayal ediyorsun akşam yaklaşırken.
Niemand dringt hier durch und gar mit der Botschaft eines Toten. – Du aber sitzt an deinem Fenster und erträumst sie dir, wenn der Abend kommt.
Franz Kafka
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN