Anlamak, yorumlamak, analiz etmek, anlamlandırmak… Zihnin farklı aktivitelerinden, aklın işlevlerinden olan kavramlar. Eskiler idrak etmek de derdi. Anlamak ortak olana ulaşmak ise anlamlandırmak bireysel kalmak, kişisel yorumda kalmaktır. Bazen de bütün çabalara rağmen anlaşılmayan, anlamlandırılamayan durumlarla karşılaşırız. Sahte yaşamlar, rollere bürünme, karakter dışına çıkma, sahicilikten uzaklaşma gibi sebeplerle karşılaştığımız bu durumlara anlam vermek bir hayli güçtür.

Mesela dudak büzerek, değişik ağız hareketleri ve yüz ifadeleri ile fotoğraf çektirenleri anlamıyorum. Bir garip hal… Ördek dudağı pozu verince çekici olmuyorsunuz bayanlar. Sizi inandırmışlar, kandırmışlar. Gayet itici, görene bu kızda bir hastalık veya rahatsızlık var hissini veren lakayt, edep dışı görüntüler. Hatta bu tarz bir hareketin şizofren cinsinde bir hastalık başlangıcı olduğu dahi tartışıldı. Ne diyelim, Allah şifa versin.

Ne yaparsak yapalım devlet ve millet olarak yaranamadığımız, yine ne yaparsak yapalım muhalefet olmaktan öte her şeye itiraz siyaseti ile yaklaşan bir grup var ülkemizde. Muasırız derler hakikatte muarız olmuşlardır. Hiçbir şekilde mutlu ve tatmin olmuyorlar, çocukların dahi gözleriyle görüp akıl ve zekâları ile muhakeme edebilecekleri durum ve olayları izah etmenize, anlatmanıza rağmen anlamayan, algılamayan değişik bir grup. Allah onlara şifa, onlara katlanmak zorunda olanlara sabır versin. Her iki kesim için zor, katlanmak açısından ikinci kesim için daha zor bir durum. Ülkeye hayırlı olan ne varsa kabullenmek istemeyen bunun da ötesinde siyasi, sosyal, askeri ve ekonomik alanda bir başarı elde edilmesin diye çabalayan, kaos ve endişenin gölgesinde, ihanetin kapısında siyaset yapmaya çalışan bu kesim için her şey kolay: “Kabullenme, itiraz et.”. Başka bir şey yapmana gerek yok. Doğu Akdeniz, Somali, Libya, Suriye… Gitmezsin herkes orada biz neden yokuz derler, gidersin bizim oralarda ne işimiz var derler. Savaşa da karşılar barışa da. Sözde teröre de karşılar terörle mücadeleye de karşılar. Yıllardır mültecileri ülkemizde istemiyoruz, Suriyeliler gitsin dediler şimdi de neden gidiyorlar bu bir dramdır diyorlar. Çok ilginç değil mi? Literatürde yapılan her şeye bu kadar itirazın, bu kadar kıvırmaya karşılık gelen bir kavramı yok. İbretlik-sosyolojik bir vakıa… Psikolojide karşılığı var mı onu da bilmiyorum. Yıllardır gitsinler “istemezük” deyip şimdi duyar kasıp gitmesinler demelerinin sebebi ne olabilir diye çok düşünmeyin. Neden olacak, elbette tamamen insani ve vicdani nedenlerden dolayı… Devamını getiremeyeceğim uzun bir şaka oldu… Onlar mültecilerin gitmemesini değil, Avrupa’ya gitmemesini istiyorlar! Devşirilen akılları ve akıl hocaları Avrupa’da mültecilerle uğraşmamalı.

Anlayamadığım, anlamladıramadığım bir başka husus: Okullarda öğrencilere dağıtılan kitapların her sene tekrar tekrar basılıyor olması. Biz ne ara bu kadar tüketen, israf eden bir millet olduk bilen anlatsın. Birçok ülkenin nüfusundan daha fazla nüfusa sahip milyonlarca öğrencimiz var. Bu kitaplar her sene geri dönüşüme toplatılıp yeni basım olarak dağıtılacağına öğrenciye zimmetletilip sonraki sene gelecek öğrencilere bırakılsa zamandan da maddiyattan da tasarruf sağlanmış olmaz mı? Üç kardeş aynı dönemde okuduğumuz zaman babam bir aylık işçi maaşını kitaplara verirdi. Üstelik iki ayda bir kitapları kontrol ederdi. Kitabın kaplığında veya sayfalarında yırtık, çizik çıkarsa hem kızar hem ders verirdi. İnsanoğlunun fıtratında nankörlük vardır. Bu bir yaratılış gerçeğidir. İnsan, para ve emek harcamadan sahip olduğu hiçbir şeyin kıymetiniz bilmez. Okullar açılır, sene başı kitaplar dağıtılır. İki hafta sonra ara ki kitap bulasın. Talebenin başının tacı yapacağı kitaplar sınıfın veya okulun çöp kutularını doldurmuş. İlme-bilime-kitaba verilen değer… Yine çok esaslı bir konuya giriş yapacakken frene basıp durdum.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü… Kimse kusura bakmasın, dinen ve vicdanen benim kabul etmediğim, edemeyeceğim bir gün. Bizim de eşimiz, annemiz, kız kardeşlerimiz var. Bizim dinimiz kadınımıza gereken değeri vermiş, biz erkeklere de bu değerlere sahip çıkmamızı emretmiştir. Koca koca ülkeleri, devlet adamlarını titreten Hz. Ömer dahi kadınlar konusunda Hz. Peygamber’in emir ve tavsiyelerinden dolayı Allah’tan korktuklarını ifade etmiştir. Mahlûkatın en zalimi ve açık düşmanı yine kendi cinsinden olanıdır. Malumunuz, böyle bir günün temelinde 19.yüzyılda ABD’de emeklerinin karşılığını isteyen kadınların ölümü ve kanı vardır. Böyle bir gün kutlanmaz ancak anılır. İlginçtir ki bu acı olay ve ölen kadınların üzerinden tüm dünya kadınları böyle bir günde eğlenebiliyor, sahte cümlelere kanabiliyor. Üstelik kadınlar her gün biraz daha sömürülüyor hatta öldürülüyor. Anlamıyorum… Böyle bir günde nasıl bir akıl, iz’an, muhakeme dine, vatana, aile gibi mukaddesat ve mefhumlara hangi mantık ve anlayışla dil uzatıyor? Hayâ edip ağzımıza alamayacağımız hakaret ve küfürleri nasıl ellerinde pankart olarak taşırlar? Bunun kadınla, kadınlar günü ile bağlantısı ve alakası nedir? Bizim değerlerimizde kadınlarımız topraklarımız kadar önemli iken kadınlarımızın kendi eliyle kendilerini değersizleştirmeleri, polise tekme atmaları hangi mantığın tezahürüdür? Devlete ve mukaddesata başkaldırırcasına, Allah’ın gazabını celbedici fiil ve söylemlerin perde arkası herhâlde masum bir kadınlar günü değildir.

Çok nadir boş zamanlarımdan birine denk gelen bir akşamda Türkiye’nin büyük haber ve tartışma kanallarından birini açtım. 6 tane profesörün bir tane de tanınmış siyaset bilimcinin olduğu bir platformda konu Türkiye’nin geleceği idi. Konuya dikkatinizi istirham etmek adına tekrar belirtiyorum; Türkiye’nin geleceği.. Yarım saat katlanabildim. Çünkü akademi dünyası ve ülkem adına büyük bir hayal kırıklığı içerisinde üzüldüm, kahırlandım. Ülkemin geleceği ile alakalı yapılan bir programda büyük etiketli, allame-i cihan profesörlerimizin konuştuğu konu 80 darbesi idi. Evet, 6 tane profesörümüzün programın muhtevasından daha önemli gördüğü konu geçmişteki bir darbe idi. Siyasi açıdan elbette önemli bir mevzu lakin gecenin konusu o değildi. Demek ki profesörlerimizin gelecek adına söyleyecek bir sözü ve fikri yoktu. Üniversitelerimiz neden dünya sıralamasında gerilerde sorusunun cevabı bir nebze de olsa ortaya çıktı. Akademyada gençlerimize gelecek adına söylenecek söz yoksa vay ülkemin haline.

Bir başka mevzu… Bir virüs mü daha çok öldürür bir silah mı? Son günlerde tüm dünyanın gündemi Corona Virüs. Kimine göre sadece bir virüs olmakla beraber ben de dahil olmak üzere birçok kişiye göre de üretim bir virüs, yani biyolojik bir silah. Bu yazının yazıldığı 09.03.2020 tarih, 23:08 itibari ile tüm dünyada virüsten ölenlerin sayısı 3.825. Oysa Ekim ayından beri ABD’de gripten ölenlerin sayısı ise 30 bine yaklaştı. Ama yeterince konuşulmadı, ABD imajını yine korumayı başardı. Hal böyle iken virüs için mi yoksa grip için mi daha çok endişelenmeli? Ha bir de şöyle bir şey var: Haçlı işgaliyle Afganistan’da 3.6 milyon, Irak’ta 1.2 milyon insan öldü, 9 yıldır Suriyeliler ölüyor kimin umurunda! Virüs gündeminin milyonda biri olsaydı bu ölümler olur muydu? Yani öldürülen milyonlarca Müslüman virüs kadar dünyanın ilgisini çekmedi. Victor Hugo boşuna dememiş: “Paris’te bir adam öldürülürse bu bir cinayettir, doğuda elli bin insan boğazlanırsa bu sadece bir meseledir.” Acaba bu virüs sadece Ortadoğu’da olsa idi yine tüm dünyanın umrunda olur muydu?

Son olarak yaklaşan bir tarihten bahsetmek istiyorum. 25 Mart 2009… Herkesin üşüyeceği (!) zamanın buz tuttuğunu belirteceği (!), dağ yürekli bir adamın öldürüldüğü, şehit edildiği bir tarih. O gün tanıyan tanımayan, bilen bilmeyen, destek veren vermeyen birçok kişi onu anacak. Sosyal medya hesapları onun veciz sözleri ile donanacak. Yaşarken kıymet bilmeyen, ölüyü pek seven bir milletiz. Nereden bakarsak bakalım ciddi bir tutarsızlık var. Birçok şeyin kıymetini kaybedince anlıyoruz. Çünkü elimizde iken hiç kaybetmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Muhsin Yazıcıoğlu hakkında güzellemeler yapan birçok kişi o hayatta iken kendisini desteklemedi. Ölümünün üzerindeki sis perdesi hala kaldırılmış değil. Bizde yaşayan değil, ölen insan kıymetlidir. Bunu da anlamıyorum, anlamlandıramıyorum.

Yukarıda verilen örneklerde görüldüğü üzere –ki örnekler daha da çoğaltılabilir- anlamlandıramadığımız, anlamakta zorlandığımız birçok durumla karşı karşıyayız. Milletçe ciddiyet ve tutar sorunu yaşıyoruz. Ciddiyet; manevi hasletlerden, toplumu bir araya getiren değerlerden, nebevi yoldan uzaklaşmakla azalır. Ciddiyet; Allah’ı unutmamak, yaratılış gayesini göz ardı etmemek, fani olduğumuzu akıldan çıkarmamak ve amellerimizin hesabını vereceğimiz düşüncesinden kopmamak ve hayatı doğru okuyup anlamak ile mümkün olur.

Cemil UYSAL