Bir emeksiz zafer, bir çilesiz utku bekler gibiyiz. Söylediğimiz ve söylemediğimiz, yaptığımız ve yapmadığımız her şeyin kayıt altında olduğu bu seyir, söylediğim beklentiyi karşılamak niyetinde gözükmüyor. Zira deva için dert, çözüm için problem gerekli. Ve sahip olmak için de çile. Öyle ki çilesi çekilmeyen herhangi bir şey sahiplenilemez. Dolayısıyla varlığından şikayetçi olduğumuz bir durum, eylem vs. imha edilmelidir. Fakat tahrip anlamında değil ‘yok’ anlamında imha etmeliyiz o durumu, eylemi. Nitekim öyle düşünüyorum ki yokluğu ziyan olmayan bir şeyin varlığı kıymet ifade etmez. Bu cümle, dünyamızda -gerek bireysel gerek toplumsal olarak- mevcut olan şeyler için sarf ettiğim bir cümle.
Kanımca utku, bir tutkunun hedefi olabilir veya iştiyakın. Fakat her halükarda göz önünde bulunmalı ki bu, bir savaşı kabuldür. Bireyin kendine rağmen bir savaşın değil kendisi ile beraber bir savaşın kabulü. Silahla, tank ve mermiyle değil manevi referansın gerekli kıldığı teçhizat ile yapılan bir savaş bu. Asırların kalbini sökerek bugüne değin getirilen, kıyama dek sürecek olan bir cenkten bahsediyoruz. Süreğen olduğu için dinamik ve diri olan ve hatta öyle olmak zorunda bulunan bir tarafın savaşçılarıyız biz. Evet, biz tarafız. Biz, hakikat medeniyetinin çöle serpilen su tanecikleriyiz. Hakikatin karşısında ne varsa onun varlığını kabul eden ve fakat hoş görmeyen mizaç ve üsluba sahibiz. Hoş görmüyoruz, çünkü inancımızın telkini -jargon tabirle- o denli geniş mezhepli değil.
Zamana gebe olan ‘an’ın durmak bilmez eylemi içinde feveran eden her ne olursa olsun teyakkuz ile hareket edip, emniyet ışığı dağıtan bir aydınlatıcı olmamız gerektiğinin şuuru ve idrakiyle yaşıyoruz bu dünyada. Yazgımızın bize bahşettiği yükümlülüğü yerine getirme çabasındayken ne bir sitayiş beklentisindeyiz ne de başka bir şeyin. Nitekim her şeyden önce böyle bir beklentiyi sahiplenmek mevzubahis yükümlülüğe ihanettir, sahteciliktir. Bunun için Nurettin Topçu, “İyilik yapan mükafat beklediği an tefecidir.” demişti.
Sözün burasında belirtmek gerekir ki, İslam medeniyeti, toparlanacağı günleri soyut bir varlık gibi değil somut bir canlı gibi gözlüyor.
İnşanın ibadet, ‘yer’in yurt olmasını temenni ederiz. Baş eğmenin, yalnızca Tanrı’ya karşı bir ödevi yerine getirme olması gerçeği, salt ferd hürriyetini değil toplum hürriyetini de sağlar. O ibadet, o yurt, o hürriyet bile mutlak değilken hakikati kabul etmek niye zor olsun ki?
İlham Edebiyat Dergisi Editörü Yusuf Aydın