Bedenim bu dünyayı kaldıramayacak kadar hassastı belki. Bu yüzden kaçtım zorluklardan, benliğimden. Ruhumun acısına karşılık canımın acısını tercih ettim, söküp attım kalbimi. Ruhumun acısına son verdim, kıydım canıma. Gözlerimin önünden geçen onlarca bölük pörçük anı silsilesinden bir kareyi tutup çekti ellerim. Ellerim bir anımı nasıl tutup çekebilirdi ki? İçinden çıkamadığım, sesimi duyuramadığım bir girdaptaydım galiba. Yaşıyor muydum, muamma. Bir yanda tuhaf ritmik bilgisayar sesi, bir yanda hareket dahi etmeden izlediğim kendi geçmişim yahut kâbusum vardı. Kendimi başka bir boyutta izlediğim bir sahne ilişti yine gözlerime:

Yağmur çiseliyor, her adımda git gide şiddetleniyordu. Sanki yeryüzünde olup bitene öfke ve kinini kusarcasına arttırıyordu şiddetini. Kötülüğe dair her ne iz kalmışsa silmekti amacı sanki. Oysa nasıl silinebilirdi ki kötülük insanoğlundan? Her ölümden zevk alan biri nasıl vazgeçebilirdi öldürmekten? Gözyaşının her damlasında mutlu olan biri nasıl bırakabilirdi mutluluğunu? Her bencillikten kendine bir pay çıkartan biri, nasıl vazgeçerdi ben, sadece ben demekten? İnsanlığın canına sinmiş kötülük, nasıl silinebilirdi bir asırdan?

Çıkmazı olmayan kötülükler dolu insanların ruhu ve bedeni, biçare kıvranıştalar. İnsan kurtarıcısı, kahramanı bulunmayan öykünün içinde kendine rol arıyor. Hiç olmadığı, olamayacağı suretlere bürünüyor; onu yansıtıyor, asıl kendini yaşamıyor. Kendimce insanlara en çok da bunun için acıyorum diyorum. Ömür bir acıyı bitiremeden bir diğerine başlıyordu.

Dedim ya ömür bu, bir kötülüğü sindiremeden bir diğerine şahit oluyor. Alıştığından değil mecburiyetinden. Düşüncelerim acımasızlığa başkaldırırken kırpışan gözlerimle zar zor ilerleyebiliyordum. Şiddetlenen yağmura karşın adımlarım yavaşlıyordu, bir damla daha ister gibiydi bedenim gökyüzünden. Her damlasına o kadar yüklenmişti ki acı, öfke, sanki her damlası yakıyordu yerin canını. Bugün de ağlıyordu gökyüzü içimde olup biten savaşa. Her şeyle empati kurmaya çalışma çabam, aldığım her nefes, usul usul bazen hiddetli olan rüzgârla, acıyla dalgalanan denizle, utanıp kızaran gökyüzüyle de empati kurmaya çalışır gibiydi. Her baktığı surette bir telaş görüyordu gözlerim: kimisi işe geç kalmış, kimisi okula, kimisi sevdiğine, umuduna, özlemine; kimisi yarınına yahut dününe…

Adımlarımı sıklaştırırken düşüncelerimden arınacağımı sanıyordum. Umudun rengi diye tabir ettiğimiz mavi bir binaya ilişti gözlerim. Bir zamanlar herkese umut olabilecek o mesleğe başladığım ilk yerdi bu bina. O gün bir hastamın acısına ortak oldum ya da olduğumu düşündüm. Sadece onu derin ve yoğun bir şekilde hissetmek istedim, başardım mı orası meçhul. Randevum olmadığı bir saatte tam tamına on ikiyi otuz üç geçe odamın kapısı tıklatılmadan açılıverdi. Yanakları al al olan genç kızı, havanın bunaltıcı etkisi ruh halime de yansımışçasına çatık kaşlarımla karşılamış oldum.

Henüz yirmilerinde olan gözleri her an ağlamaya meyilli, beti benzi atık, uzun siyah paltosunun içinde kaybolmuş ufacık bedenli genç kız, kapıyı ardından kapattı. Bakışlarımız birleşince, karşımda bulunan koltuğa usulca bedenini salıverdi. Bir özür beklercesine bakışlarımı yönelttim fakat pek umurunda olmamıştı. Açık seçik duruyordu benliği karşımda bir buyurun dememi bekler gibiydi. Sanki tek kelimemle atacaktı kalbinin bedeninin taşıyamadığı yükleri. Öfke ve sinirle karışık ama her zaman ağır basan şefkat tonuyla sesimin:

“Buyurun?” dedim.

Ayazda kalmışçasına titreyen omuzları eşliğinde, acı yüklenmiş sesiyle, hep bu anı bekledim dercesine, kelimeler dökülmeye başladı dudaklarının ucundan.

“Ne kadar anlatsam da anlaşılmadım, çabalarım hep yetersiz kaldı, duyuramadım o cılız, korkak benliğimi kimseciklere. Belki yazınca birileri beni anlar dedim. Habersizce, sessizce acıma ortak olur belki biri; birkaç damla bırakır yapraklarına dert ortağımın, bir tutam sevgi, şefkat iliştirir kuytu köşesine… Ne bilim işte, belki anlar biri beni karşılıksız, canıyla canıma değer, usulca, incitmeden.” dedi.

Paltosunun altında sarıp sarmaladığı, gece karanlığı rengine bürünmüş defteri çekingen şekilde uzattı. Narince açtım, gecenin karanlığına sığınmış defteri. Sanki onun dile getiremediği elem dolu öyküsünü, siyah kâğıtlara ince ince dizilmiş kelimeler anlatıyordu.

Her uzvuna kadar işlemiş karanlıkları kelimeler tane tane aydınlatırken, kelimelerin bir karanlığın üzerine çökmüş olduğunun farkında lığına az buz varmışken hayat öyküsü, gece gibi zifiri karanlık üzerine kurulmuştu bile. Gözlerim kelimeler üzerinde gezinmeye başladı, sol yanım buruk vaziyette okumaya koyuldum. “Benim uçurumum” diye başlıyordu satırları.

Devamı gerçekten içimde bir merak, heyecan uyandırmıştı. İyice derinleşip okumaya devam ettim.

“Yavaş yavaş tırmanıyordum ama bir türlü sonu gözükmüyordu yolun. Git gide azalıyordu farkındaydım acılarım, yaşanmışlıklarım, bu yollarla iniş ve çıkışlarım.

Hikâyemde yer etmiş birçok insan görüyordu gözlerim, beyhude dudaklarım ve mantığım devam etmemi söylüyorlardı. Yavaş yavaş kat ettiğim yollarca ağırlaşıyordu omuzlarım. Bana bakışları da, manasız ve şaşkınlaşıyordu insanların. Kulaklarım fısıltılar işitiyor, hepsini bir araya getiriyordu insanların ağızlarından tane tane dökülen kelimeleri. Evet, behemehâl itiraf ediyorlardı. Biri beni yalnızlığa terk ettiğini, diğeri beni sevgisizlikte öldürüp, tekrar tekrar diriltip bir sonsuzluk içinde uçuruma attığını söyleyip af diliyor. Ve bir diğeri beni sadece yalanları ile bitirdiğini ve benim bir budala olup bunu fark edemediğimi anlatıyor, nispet edercesine affının kolay olmayacağını dile getiriyordu.

Yol kat ettikçe, içim daha bir soğuyor, hissiyatlarım terk edilişlerimin içine dönüp dımdızlak bırakıyor benliğimi; bu kışın ve yazın birleştiği, bilinmez bir mevsiminde dünyanın. Artık ben olarak devam etmiyordum yola. Yüklerim mi desem, hiç hissetmiyorum.

Duygusuz bir benlikle yol alıyorum, yollar beni yoruyor, kalbimi yavaş yavaş kemiriyor, iliklerime kadar soğukluklarını hissettiriyor, beni bensizliğe salıyordu. Artık yola devam etmek için devam ettiğimi biliyor, bir yolum kalmadığı için devam ediyordum.

Kalemimim kâğıda değdiği an, tutuşuyordu içimdeki bütün yaşanmışlık birikintileri.

Her şey eşlik ediyordu acı çekmeme sanki. Hatırlatıyordu her attığım adım, koşa koşa vardığım bütün yolları ayrılırken çektiği acıları bu ayakların. Her şeyi hatırlatıyordu rüzgârın kokusu, ağlarken burnumu sızlatan o koku: özlenmişlikleri, özlenenleri… Yandığım, yanıldığım her şeyi anımsatmak için var olmuş bütün yüreksizler, yüreklerini avuçlarının içinde bana acı çektirmek için saklamışlardı sanki. Her gün aynı sual, her gün cevapsızlık beynimdeydi. Yaşıyordum, ama yaşayabiliyor muydum? Nefes alıyordum, ama ruhum nefes alabiliyor muydu? Uyuyordum ama unutmak için, ama hayal etmek için. Sahi uyuyabiliyor muydum? Kapatıyordum gözlerimi her ertesi acı için; ruhlarını kaybedip can çekişenler için acıyla kıvrandığım dünlerim için doğru öğrendiğim yanlışları unutabilmek için. Adımlarım sağa sola savururken çaresiz bedenimi; bedenime eşlik edercesine savrulan saçlarımın ayrı kalmaya ihtiyaçları vardı. Son defa okşaması lazımdı rüzgâr elleriyle saçlarımı.

Zift gibi kalpler ayaklarıma dolanıyordu: kimisin derdi kurtulmak, kimisi acı çektirmek, kimisi bencillik, kimisi kim bilir, kimisi bilmem başka ne. Bir sürü minik cesetler üst üste birikmiş, kimisi yaşıyor ama kalbi alınmış, kimisi ölmüş ama gözünde yaş kalmış, kimisi annesiz, babasız kalmış bu acının, vicdansızlığın çoğaldığı, insanın insanı gözünü bile kırpmadan ruhunu çekip aldığı dünyada!

Biri elime dokunuyor hissediyorum ama tutunamıyorum. Neden diyorum, neden tuttuysan bırakacaksın, neden bırakacaksan tutacaksın ellerimi? Ya bırak ben gideyim ya da tut çek beni zifiri karanlığımdan. Ben de çekildim o dibi bulunmaz zifiri çukura. Git gide yaklaşıyordum sonlarıma, ömrümün beklenmişliklerine. İnsanların kahkahaları alay edercesine atılan kahkahaları kulaklarıma varıyordu. Aynadaki suretim bile acıyordu bana. Öyle bir hiçlik kaplıyordu ki içimi, yakıyordu kavuruyordu sol yanımı. Ömrümün bütün mevsimlerini yaşıyordu kalbim, can evim. Son durak diyordu, kulağıma sessizce mırıldanıyordu rüzgârın hışırtısı. Sanki hiç tatmamış gibiydim nefes almayı, tenime değen rüzgârları. Yüreğimi kora çeviren acıların tesiri kalmamıştı. Atılmıştım sonuma, sonuma sadece bir adımla, hevesle, buruk bir tebessümle. Kapanmıştı gözlerim, sanki hiç akmamışçasına damlaları. İlk anını bile hissetmeden silinmişti tane tane bütün bakışlar, bakışmalar kapkara gözlerimin ardındaki karanlıklara doğru. Son adımı atmıştım, hiç sevmeden sevilmeden. Ulaştığım bir nebze sonsuzluk, atıldığım acı, yuvarlandığım uçurum… Kat ettiğim yol sadece yolun sonu değil; benim ömrümün, her uzvuma kadar işleyen nefretin, kinin, naçizane yalnızlığın, bir tutam sevginin, benliğimin sonuymuş. Benim hazin, acı sonummuş. Bu benim uçurumumdu, bu defa benim terk edip gidişimdi, kayboluşumdu. Bütün gitmelere inat…” diye sonlandı cümleler.

Bu kadarı içimi yakmaya yetti diye iç geçirdim. Odayı soğuk can yakan bir duygu sarıp sarmaladı. Canım, yaramın üzerine tuz basılmış gibi acıyordu. Sesim titriyordu.

“Bu kadarı kâfi” dedim.

Kız yerinden doğrularak telaş içinde ayaklandı. Adımlarını küçük küçük atıp, usulca odanın camını açtı. Son nefesini soluyormuş gibi çekti içine gökyüzünü. Bakışları hasret dolu ama bir o kadar acımasızca bakıyordu dışarıda olup bitene. Usulca doğruldum yerimden.

Adımlarım ona doğru götürüyordu bedenimi. Ne diyeceğini bilemeyen dilim sükût içinde çaresiz, kalbim acıyla kıvranıyordu. Tutun bana her şey geçecek diyebilmeyi o kadar isterdim ki; ama diyemedim sadece ellerimi uzatabildim. Sanki bir ayna vardı karşımda ve ben kendimi görüyor gibiydim onun kayıp duygularında, gözlerinde. Sustukları, söyleyemedikleri her kelimesi beni anlatıyordu sanki. Kimseciklere söyleyemediğim sustuklarım oydu sanki.

Gözlerime dikti bakışlarını: bedeninin ölümden kurtulmasının ona hiçbir faydası olamayacağını anlamamı istercesine.

“Ne olacak ki iki adım daha atsa bedenim, ruhum olmadan ne olacak ki yaşasa bu bedenim.” diyebildi titrek, ürkek, ağlamaklı bir sesle.

Sonbahar dolmuş bir tebessüm yerleştirdi suretine. Dudağının kenarındaki can alan çukur eşlik etti tebessümüne. Ellerim sıkıca tutmuşken ellerini, hışımla camın diğer tarafına attı bedenini… Korkuyla karışmış bir heyecanla çarparken kalbim, istemsizce dökülüverdi kelimeler ağzımdan,

“Yapma ne olursun, bırakma beni!”

Sen de kimsin der gibi yöneltti bakışlarını.

“ Gitme ne olursun benim için kal, sen gidersen yaşayamam, nasıl nefes alırım, sen gidersen nasıl sevebilirim, nasıl acılarım terk eder beni, nasıl kurtulurum kimsesizliğimden, kimsesiz kalmış benliğimden, nasıl tutunurum hayata gitme ne olur bırakma beni!” diyebildim.

Sözcüklerin tesiriyle öyle baktı ki, bakışları değdiğinde bakışlarıma, ruh bedenden ayrılırken ki duyulan acıyı duydum, sanki canım yandı.

Her yeri karanlık kaplayıverdi. Ufacık bir ışık belirdi ta derinliğinde karanlığın.

Karanlığın yoğunluğuna karışan bağırışlar, haykırışlar. Canları çekilircesine acıyla haykırıyorlardı. Gözlerim karanlığa alışırken kan içinde kalmış suretler beliriyordu. Derince ağlaşmalar işitiyordum. Acımasızca bir arayış kaplamıştı karanlığı, kaybolmuş benlikler sağa sola savruluyordu. Karanlık kendini vicdansızlığın eline bırakmıştı.

Küçük loş bir ışık aydınlatırken gözlerimi, bulanıklıklar yapboz gibi birleşiyordu.

Gözlerim bir rüyadan uyanıp bir rüyaya daha açılıyordu. Uzun sürecek bir rüya daha bekliyordu. Acılı, arayışlı, kıvranış içinde geçecek bir rüya daha perdelerini açıyordu. Hani vardır ya bağırıp yardım isteyip de bir türlü sesini duyuramayan, duyulamayan o rüyalar, hani o koşmak isteyip de koşulamayan kavuşulamayan sevilenler…

Bir rüyaya daha atılmıştım istemsizce, düşüp düşüp uçurumlarından ölemeyeceğim; beklenmedik bir anda kapanacağı perdelerinin. Bir rüyaya daha kavuşmuştu gözlerim, âşık olup da hiç kavuşamayan Leyla’nın ardındaki Mecnunlarla dolu. Gündüzleri acımasızca sarıp sarmalayan, gecelerle dolu… Kötülerin kazandığı, iyilerin kaybettiği hikâyelerle dolu bir rüyaya daha…

Esra ÇETİNÇAKMAK