Il faut commencer quelque part où nous sommes…
Bir yerden -nerede duruyorsak oradan- başlamak gerek…
Jacques Derrida
One of the most fundamental aspects of Heidegger’s discourse is his emphasis on the state of thrownness as a condition of being-in-the-world. We do at times engage in conscious reflection and systematic thought, but these are secondary to the pre-reflective experience of being thrown in a situation in which we are always already acting. We are always engaged in acting within a situation, without the opportunity to fully disengage ourselves and function as detached observers. Even what we call `disengagement’ occurs within thrownness: we do not escape our thrownness, but shift our domain of concern. Our acts always happen within thrownness and cannot be understood as the results of a process (conscious or non-conscious) of representing, planning, and reasoning. Heidegger argues that our being-in-the-world is not a detached reflection on the external world as present-at-hand, but exists in the readiness-to-hand of the world as it is unconcealed in our actions.
Heidegger’nın tartışmasının en önemli noktalarından biri onun dünyada olmak’ın şartlarından biri olarak atılmışlığa yaptığı önemli vurgudur. Bazen bilinçli yansıtma ve sistematik düşünme faaliyeti içinde bulunabiliyoruz, fakat bu durumlar ikincildir. Birincil olan durumlar ise yansıtma öncesi içinde sürekli ve halihazırda davrandığımız belirli bir durumun içine atılmış olmayı yaşantılamamızdır. Biz her zaman belirli bir durum içinde davranırız ve bu durumda kendimizi ondan tamamen bağımsız kılarak onu gözlemleyici bir işlev üstlenemeyiz. Kendimizi bağımsız kılma dediğimiz şey dahi atılmışlık içinde gerçekleşir: Hiçbir zaman atılmışlığımızdan kaçamayız, fakat dikkat alanımızı değiştirebiliriz. Davranışlarımız her zaman atılmışlık içinde gerçekleşirler ve hiçbir zaman (bilinçli ya da bilinçsiz) temsil etmek, planlamak ve akıl yürütmekten müteşekkil bir sürecin sonucu olarak anlaşılamazlar. Heidegger’ya göre bizim dünyada olmamız, kendimizi bağımsız kıldığımız ve muhatap olduğumuz bir dünyanın bir uzaktan yansıtması değildir fakat davranışlarımızda kendisini bize açan ve ele gelen bir dünyada var olmaktır.
Fernando Flores/Terry Winograd
Mesele en temelde Kartezyen res cogitans, yani süje ve res-extensa, yani obje, dolayısıyla cogito ergo sum’la Heidegger’yen Dasein, yani insan ve Welt, yani dünya, dolayısıyla in-der-Welt-sein arasındaki fark üzerinde cereyan ediyor. Gerçekten, bütün mesele ya o ya bu. Kartezyen süje Francisco Varela’ya göre dünyaya gökten paraşütle inmiş gibidir, dolayısıyla onun o anlamda bir dünyası yoktur. O sürekli sıfır noktasından başlar işe. Dışardadır ve bu dışarıdan dünyaya her seferinde yeni bir epistemik giriş sağlar. Dünyayı bedeni vasıtasıyla algılar önce, sonra algıladığı dünyanın -onu temsiller aracılığıyla dondurarak ve merkezi birime, yani beyne, aktararak- bir modelini oluşturur, ardından oluşturduğu bu model üzerinde davranışını planlar -ki buna aslında hesap eder demeliyiz- ve son olarak davranır. Rodney Brooks buna SMPA, yani sense, model, plan, act modeli diyor. Ak pak tertemiz arı durudur o yani. Dünyaya dokunmaz, dünyanın kirinden aridir. Onun için kesindir haddizatında zaten. Oysa Heideggeryen Dasein yerden bitmiş ve serpilmiştir. O sürekli bir yerdedir, kirlidir o, kirlenmiştir halihazırda, kire, dünyaya batmıştır. Kirlenmek iyidir ama. Dolayısıyla onun kökleri vardır, bir ağaç gibidir o adeta, bir yere sahip ve bir yere aittir. Taş yerinde ağırdır diyoruz ya biz Türkler. İnsan da öyle. O sürekli bir yerden başlar, durduğu yerden. İnsan sorun çözen bir varlıktır. İnsan sürekli sorun çözer. O uyurken dahi sorun çözer, her ne kadar bunun farkında olmasa da. Martin Heidegger Sorge diyor bu işe. O sürekli bir şeyle meşguldür yani, sürekli bir şeyin peşinden koşar, bir şeyle meşgul olur, bir şeyi işgal eder, dolayısıyla, tekrarlıyorum, bir yerde durur, kendini bir dünyada bulur. Hermeneutik’in çıkış noktası da tam olarak burasıdır haddizatında: Vorurteil, durduğumuz yer. Dolayısıyla önyargı kötü bir şey değildir genel geçer kabulün iddia ettiği gibi aslında. Önyargı olmadan, yani bir yerde durmadan, ilerleyemeyiz nitekim, olamayız haddizatında. Önemli olan önyargıların yargılara dönüşmemeleridir. Ve biz hep bir yerde, belirli bir yerde dururuz. Bizim sıfır noktamız yoktur. Aynı şekilde ötekileştirmek de, birilerinin ağızlarından emzik gibi düşürmedikleri ötekileştirmek de, kötü değildir. Ötekiyiz çünkü, hepimiz öteki. Bizi birbirimizin ötekisi ve ötesinde, öte yerde yaratan Allah’a hamd olsun. Biz sürekli bir yerde durmak zorundayız. Heidegger in-der-Welt-sein diyor. Atılmışlık, Geworfenheit. Da bu atılmışlık öyle bir kerelik bir atılmışlık değildir. Yani ne o ilk atılmışlığımıza vurgudur bu sadece, cennetten atılmışlığımıza, ne de kendimizi içinde bulduğumuz ve kendi farkımıza vardığımız o ilk ana. Bu, Heidegger’nın değimiyle söylersek, insanın bir varoluşsalıdır, Existenzial. Biz kendimizi sürekli atılmış olarak buluruz, bu sürekli bir atılmışlık, sürekli bir yerde bulunmaktır haddizatında. Her zaman farklı bir durumun içine atılmış buluruz kendimizi. Farklı bir bağlamda, farklı bir dünyada ve farklı bir sorun peşinde. Dışardayız sürekli. Biz dünyayla içiçeyiz, biriz ve bu bizim isteyerek tercih ettiğimiz bir durum değil. Yani istesek kendimizi dünyanın dışına çekemeyiz. Immanuel Kant binlerce yıldır süregiden Batı kültürü içerisinde hiçbir filozofun psikolojik idealizmi ret etme bağlamında sağlam ve ayakları yere basan bir argüman ileri sürememiş olmasını felsefenin ve genel olarak insan aklının bir skandalı olarak kabul eder. Şu soruya cevap bulunamadı ona göre: “Kendi öznel bilincim dışında herhangi bir şeyin olup olmadığını nasıl bilebilirim?” Heidegger’ya göre ise felsefenin skandalı bu tarz bir kanıtın şimdiye değin verilmemiş olması değil, haddizatında talep edilmiş ve tekrar tekrar denenmiş olmasıdır. Çünkü biz zaten ve halihazırda dışardayız.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN