Her devletin tarihte gerçekleşen olayları kendi kuruluş felsefesine göre değerlendirmesi “resmi tarih” anlayışının temelini oluşturur. Resmi tarih anlayışı, yeni kurulan ve tarihi dayanak arayan devlete, mevcut malzemeyi gözden geçirerek, kendini tarihte anlamlı kılacak meşruiyet zemini oluşturur. Ağırlıklı olarak okullarda okutulan tarih tezinin böyle bir niteliği vardır. Buna karşılık olayların sanıldığı gibi, resmi tarihin anlamlandırdığı çerçevede gerçekleşmediğini savunan farklı okuma biçimleri de vardır. Gayrı resmi tarih olarak adlandırabileceğimiz bu tür yaklaşımların ilgi çekici ve heyecan veren yönleri, tarihe meraklı olanların daima ilgisini çekmiştir.

Tarihte gerçekleşen olaylar, gerçekleştiği zaman ve mekana göre olgusal gerçeklik değerine sahiptir. Bu olaylardan yola çıkılarak oluşturulan tarihi anlayışlar ise objektif olamazlar. Tarihi anlayışlar, gerçek olayların belli bir yönde okunması ve yorumlanması sonucu oluşmuştur. Burada amaç tarihsel malzemeyi devletin kuruluş felsefesiyle uyumlu hale getirmektir. Üniversitelerin temel fonksiyonu da bilim ve düşünce üretmekten çok elde edilen tarihsel malzemeyi devletin kuruluş felsefesiyle uygun hale getirmektir.

Olayları değerlendirirken temel alınan dünya görüşü, ideoloji, din ve içinde yaşanılan kültür tarihi oluşturmada aranılan çerçevelerin oluşturulmasını sağlar. Buradan yola çıkarak yeni kurulan devletin ideolojik temellerini oluşturmak mümkün hale gelir. İdeolojik tarih okumaları yeni kurulan devlete meşru bir kimlik oluşturma anlayışın ürünüdür. İdeolojik tarih oluşturmada temel amaç olayların gerçekliğini açıklamak değil, devletin kuruluş felsefesine uygun hale getirmektir.

Türkiye’deki resmi tarih tezi Osmanlı’yı inkar üzerine kurulduğundan onu hatırlatacak her olay bu çerçevede ele alınır. Son dönemlerde yaşanan Vahdettin’in vatan hainliği ve Lozan etrafında yürütülen tartışmaları da böyle anlamak gerekir.

Süreklilik ve Değişim

Buradaki temel problem tarihe yaklaşım tarzında ortaya çıkmaktadır. Tarihi değerlendirmede “değişme” ve “süreklilik” kavramları birlikte ele alınmalıdır. Bu kavramlardan birinin gözden kaçırılması tarihi malzemenin yanlış yorumlanmasıyla sonuçlanır. Oysa tarih süreklilik ve değişimin birlikte oluşturduğu bir süreçtir. Sabri Orman, tarihi anlamlandırmada iki temel kavram olan süreklilik ve değişim hakkında  “İktisat, Tarih ve Toplum” adlı eserinde önemli bilgiler vermektedir: “Hangi anlamıyla olursa olsun tarih kavramının hemen çağrıştırdığı kavramlardan biri “değişme”dir. Denilebilir ki değişmenin olmadığı yerde tarih de yoktur… Ancak diğer taraftan, tarihte bir sürekliliğin olduğuna da şüphe yoktur… Eğer değişme, tarihi sürecin bariz bir özelliğini teşkil ediyorsa, süreklilik de onun ortak paydasını teşkil eder… Tarihi süreç, tabir caizse, “süreklilik” ve “değişme” kategorilerinden oluşan iki ayak üzerinde yürüyüşünü sürdürmektedir. Bu realite hükmünden, bir değer hükmü de çıkarılabilir: Realiteler karşısındaki tavır alışlar, onların yapısına uygun olmalıdır. Bu, diğer alanları dışlama anlamına gelmemek üzere, özellikle realiteler konusundaki tespitlerin iktisadi, sosyal ve siyasi hayata tercüme edildiği ve mütekabil norm ve standartların dayandığı ve hareket noktasını teşkil ettiği durumlar için geçerlidir. Aksi halde, sosyal realitelerle onlara tekabül eden sosyal normların çatışma halinde olduğu, sağlıksız ve verimsiz bir sosyal ortama yol açılmış olur.”[1]

“İdeolojik tarih okumaları yeni kurulan devlete meşru bir kimlik oluşturma anlayışın ürünüdür. İdeolojik tarih oluşturmada temel amaç olayların gerçekliğini açıklamak değil, devletin kuruluş felsefesine uygun hale getirmektir.”

Türkiye’de tarih alanında yaşanan gerilimlerin kaynağında da bu tür sağlıksız yaklaşımların büyük etkisi vardır. Bunun sonucunda oluşturulan hukuksal düzenlemeler ile sosyal yapı arasında sürekli gerilimler oluşmaktadır. Gerilimlerin en önemli sebebi, tarihi sadece değişim ilkesini temel alarak değerlendirip, süreklilik ilkesini bilinçli bir şekilde gözden kaçırmakla ortaya çıkmaktadır. Oysa tarih süreklilik mantığını da içinde taşıyarak oluşan bir süreçtir. Tarih felsefecisi İbn Haldun “geçmiş geleceğe suyun suya benzediği kadar benzer” görüşüyle tarihteki süreklilik olgusuna vurgu yapar.

Dünyada Durum

Tarihte yaşanan olayların farklı şekillerde değerlendirilmesi sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Bütün dünyada yaşanan siyasi ve sosyal olayların anlatıldığından farklı gerçekleştiği anlayışı yaygındır. Bu durum olayların belli bir tarzda anlatımına dayalı tarihçi yaklaşımından daha çok, olayların arka planını açıklamaya çalışan strateji uzmanlarını ön plana çıkarmıştır. Amerikayı derinden sarsan 11 Eylül saldırılarının çeşitli kesimler tarafından değerlendirilmesi de bu nedenle farklı olmuştur. Amerika’nın saldırıyı Bin Ladin liderliğindeki El Kaide örgütü tarafından gerçekleştirildiği iddiası çok sayıda strateji uzmanı tarafından tatmin edici bulunmadı. Uzmanlar bu açıklamanın Amerika’nın dünya üzerinde gerçekleştireceği yeni operasyonlar için zemin oluşturduğu konusunda birleştiler. Nitekim 11 Eylül olaylarının arkasından gerçekleştirilen Afganistan ve Irak operasyonları bu gerçeğe işaret etmektedir. 11 Eylül saldırılarında yüksek teknolojinin hatasız kullanımı, binanın çökme biçimi, saldırı sırasında Yahudi çalışanların binada bulunmaması gibi faktörlerden hareket eden araştırmacılar olayın çok profesyonel bir örgüt tarafından gerçekleştirilmiş olabileceğinde ısrar ettiler. Bu anlayışa göre asıl savaş büyük güçlerin dünyayı paylaşma konusundaki politikalarının uygulanmasında görev alan istihbarat örgütleri arasında geçmektedir. El Kaide ise bu istihbarat örgütleri tarafından kullanılan paravan bir örgüttür.

Vahdettin ve Lozan

Son Osmanlı Sultanı ve Halifesi Vahdettin’in yurt dışına çıkmasının kaçış, kurtuluş savaşındaki tavrının ihanet olarak değerlendirilmesi, hiç şüphesiz yeni kurulan bir devlete meşru bir zemin kazandırmaya dönük ideolojik bir tarihi yaklaşımın ürünüdür. Tarihin tabu sayıldığı, olayların oluşumu konusunda saydamlığın olmadığı, tarihin ideolojik olarak temellendirildiği bir ortamda sağlıklı tartışmanın imkanı yoktur.

Vahdettin ve Lozan etrafında yürütülen tartışmalar resmi tezlerin epeyce sarsılmasına yol açmasına rağmen ilericilik-gericilik ikilemine sıkışmaktan kurtulamadı.

En çok eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in “Vahdettin hain değildi” ve “Ülkeyi terk ederken devleti soyması” şeklindeki değerlendirmeleri büyük tartışmalara yol açtı. Ecevit, katıldığı bir TV programında bugüne kadar savunulan resmi tezlerden çok farklı açıklamalar yaptı. “Ayrılırken de devleti soymamış. İstanbul’dan ayrılıp Avrupa ülkelerine gittikten sonra kısa bir sürede malı mülkü elinden gitmiş, o kadar ki cenazesini yakınları hastaneden kaçırmak zorunda kalmışlar.”

Ecevit’in bu sözlerine I.Bozdağ ve Cemal Kutay gibi Atatürkçü kimliği öne çıkan tarihçilerden destek gelmesi tartışmayı daha da alevlendirdi. İsmet Bozdağ “Mustafa Kemal tarihi doğru anlatmıyor, yani hepsini anlatmıyor bir parçayı vermiş üst taraf karanlık” diyerek, Atatürk’ün Vahdettin hakkındaki sözlerinin gerçekçi olmadığını söylüyor. Cemal Kutay’da resmi tarihin temel tezlerini veren Nutuk hakkında şu bilgileri veriyor: “İlk yapılacak şey, Nutuk’un bir tarih olmadığını açıkça ortaya koymak.” Yani Nutuk’a isnad ederek bir hadisenin tek başına Nutuk çerçevesi içinde izahı mümkün olmadığı kabul edilmelidir. [2]

C.Kutay ve İsmet Bozdağ; Vahdettin’in milli mücadeleye karşı çıkmak şöyle dursun, Atatürk’e para vererek Anadolu’ya gitmesi için desteklediğini belirtiyorlar. Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın “Ben bunları 50 yıldır söylüyorum kimse dinlemiyor.” şeklindeki sözleri de anlamlıdır. Çünkü Türkiye’de söylenilen bilgi değil, kimin söylediği daha çok dikkate alınıyor. Bu durum da tartışma Türkçü-Osmanlıcı, ilerici-gerici gibi formülasyona sokularak anlamsızlaştırılmaya çalışılıyor.

Vahdettin vatan haini olduğuna göre onu savunanlarda öyledir gibi yüzeysel genellemelere gidiliyor. Bu bakımdan resmi tarihin tezlerine itirazın Atatürkçü kimliği ile tanınan kişilerden gelmesi eleştiriyi anlamlı kılıyor. Ne yazık ki tartışmayı gündeme taşıyan Ecevit bile gericilerin ekmeğine yağ sürüyor eleştirilerine muhatap olmaktan kurtulamadı.

Benzer bir yaklaşım Lozan antlaşmasının yıl dönümü dolayısıyla yapılan değerlendirmelerde de ortaya çıktı. Lozan Antlaşmasının 82. yıl dönümü dolayısıyla yürütülen etkinlikler çerçevesinde İsviçre’nin Lozan kentinde yapılan törenler, özellikle katılanların kimlikleri dolayısı ile tartışmalara yol açtı. Tartışmaya yol açan konu Lozan’ın kutlanması değil, farklı siyasal kökenlerden gelen siyaset adamları ve aydınların “kuvay-ı milliye” diye adlandırılan hareket çerçevesinde oluşturdukları birlikteliğe yönelik tepkilerdir. Buradaki asıl amacın Lozan’ı kutlamak değil onu kullanarak iç politikaya dönük mesajlar vermek olduğu açıktır.

“Vahdettin’in milli mücadeleye karşı çıkmak şöyle dursun, Atatürk’e para vererek Anadolu’ya gitmesi için desteklediğini belirtiyorlar.”

Toplantıya katılan kişilerin politik çeşitliliğine karşın; Avrupa Birliği karşıtlığı ve ulusalcı kimlikleri ile iç politikada oynadıkları rol göz önüne alındığında olayın nasıl bir istismara dönüştüğünü göstermektedir. Verilmek istenen mesaj, Avrupa Birliği, hukuk ve demokrasi bahane edilerek Lozan’da alınan kazanımların delinmek istendiğidir. Toplantıya katılanların kimliklerine bakarsak bir araya gelmeleri oldukça zor görünmesine karşın, otoriter ve elitist zihniyete sahip olmaları, Avrupa Birliği karşıtlığı ve ulusalcılık ortak payda olarak görülmektedir. MHP eski milletvekili Mehmet Gül, İP genel başkanı Doğu Perinçek, Yargıtay eski başkanı Vural Savaş, Hür Parti Genel Başkanı Yaşar Okuyan, ADD Başkanı Ertuğrul Kazancı, İ.Ü.eski rektör Kemal Alemdaroğlu, Kıbrıs eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın statükoyu ve bürokratik devleti önceleyen siyasi görüşleri kutlamanın nereye çekildiği konusunda ipuçları vermektedir. Buradaki temel amacın milli değerler üzerinden yürüyerek siyasi anlayışlara meşruiyet sağlama çabası olarak görülebilir.

Türkiye’de resmi tarih tezinin özellikle Osmanlı konusunda bütün sathiliğine rağmen, isteniyor ki bu görüş bütün toplumu kuşatsın ve herkes tarafından paylaşılsın. Oysa resmi tarih tezinin gerçeği ortaya çıkarmak yerine yeni gerilim alanları ürettiği, uluslar arası ilişkilerde fazla işe yaramadığı görülüyor. Tarihsel olarak, İstanbul’un tarihi ve kültürel özelliklerde mistik havasının Cumhuriyet sonrası çarpık yapılaşma ile bozulduğu görüşü bile hiç alakası yokken irtica olarak değerlendirilebiliyor. Bu durum tarihin ne kadar sert bir ideolojik kalkan ile sarmalandığını da açıkça gösteriyor.


[1] Orman Sabri; İktisat, Tarih ve Toplum, Küre y.
[2] Atlan Mehmet, Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar, Birey y.