Birçoğumuz, özellikle siyasi ve idari meselelerde kavram karmaşası yaşarız. Bu karmaşanın sebepleri arasında hiç şüphesiz birbirine yakın anlamlı olan kelimeler vardır. Misal verecek olursak, “büyük” ve “güçlü” kelimelerini günlük hayatımızda sıklıkla kullanırız ve kimi zaman birini ötekinin yerine tercih etmekte bir sakınca görmeyiz. Zira, herhangi bir varlık büyükse muhtemelen güçlüdür, yahut güçlüyse onun küçük olmasını ihtimal dahilinde tutmayız. Peki ya bu mefhumların siyasi ve idari olarak karşılıkları nedir?
Siyasi literatürde bir devletin büyüklüğü, genellikle o devletin nüfusunun, siyasi sınırlarının, askeri gücünün vs. büyük olmasıyla kendine anlam kazanır. İngilizcede bu tür devletler “great” olarak nitelendirilir. Bundan maksat, büyük olan devletin hudutlarının genişliği, nüfusunun çokluğu ve bunun yanında çevresine yaptığı etkinin kapsamıdır. Hindistan bunun en güzel örneğidir. Nüfus olarak da, toprak olarak da, askeri güç olarak da Hindistan büyük bir devlettir. Üstelik, bölgesinin en etkin ülkesi olması da onun büyüklüğünü kanıtlar niteliktedir. Fakat, Hindistan güçlü bir devlet midir?
İşte anlam çatışması burada ortaya çıkmaktadır. Kimilerine göre Hindistan büyüktür ama güçlü değildir. Kimileri Hindistan’ın güçlü olduğunu ama yeterince büyük olmadığını ima eder. Kimileri de hem güçlü hem de büyük diye tarif eder. Dünya siyasetine baktığımızda Hindistan’ın büyük olduğunu fakat güçlü olmadığını görmekteyiz. Nitekim, hem büyük hem de güçlü olan devletler “superpower“, yani “süper güç” olarak nitelendirilirken, güçlü devletlere ise “strong state” olarak betimlenir. Bundan dolayı, bu durumun sebebini sorgulama ihtiyacı ortaya çıkar.
Güçlü devlet, ekonomisiyle, eğitim sistemiyle, askeri imtiyazıyla, teknolojisiyle ve hem bölgesel hem de evrensel olarak yaptığı hamlelerle adından söz ettiren devlettir. Siyasi gelişmelere karşı gösterdiği refleksler yüzünden gücünün azalmadığı aksine tazelendiği devletlerdir. İşte bu devletler güçlüdürler ve büyük devletlerden ayrılırlar. Büyük devletler ise güçlü olmadığı sürece kan kaybetmekte daha cüretkardırlar. Bu tip devletler, küçük devletlere nazaran daha risktedir. Küçük bir devletin stratejileri zaten kendi kendisini idare etmeye yöneliktir. Büyük devletler ise, nüfuzu derin ve geniş olmadığı müddetçe küçülmeye mahkumdurlar. Bu yüzden, biz hem güçlü hem de büyük devletleri “süper güç” olarak adlandırıyoruz.
Güçlenmeden büyüyen bir devletin, büyüklüğüne güvenerek attığı adımlar, o devletin ekonomik ve toplumsal olarak ağır bir yara almasına sebep olabilmektedir. Sovyetler Birliği bunun en mükemmel örneğidir. Sınırları, askeri gücü, ideolojisi ve nüfusu büyük fakat kendisinden kat be kat küçük ama güçlü bir ABD karşısında daha fazla dayanamayan güçsüz bir devlet.
Bundan dolayı, bir devletin büyüklüğü mühimdir, fakat güçlü olmayan devletin büyüklüğü o devlet için büyük bir tehlikedir. Büyük bir devlet kendisine tehdit unsuru olabilecek odakları bertaraf etmekle kalmamalıdır. Bu siyasetin neticelerine de katlanacak güce sahip olmalıdır. Bu tür devletlerin, büyük olmasalar bile güçlü oldukları sürece ömürleri uzun olacaktır.
Bu iki kavramın yanında çok karıştırılan ve anlamı tam olarak algılanamayan diğer bir kavram “eksen ülke” dir. Eksen ülke kavramı genellikle “bölgesel güç” olarak boy gösteren devletler için kullanılır. Bu devletler, komşu ülkeler üzerinde belirli bir nüfuza sahiptirler. Özellikle, aynı coğrafyayı paylaşan başka bir devletle çekişme içerisindedirler. Bunun da en iyi örnekleri kuşkusuz ki, Türkiye ve İran’dır. Gerek mezhepsel, gerekse siyasi olarak Orta Doğu’da adeta bir “köşe kapmaca siyaseti” icra eden bu iki devlet “eksen ülke” statüsündedir. Zaten bölgesel güç olamayan devletler güçlü devlet olamazlar.
Bir coğrafyada kendi hegemonyasını kabul ettiren devlet dünya üzerinde güçlü devlet olmaya adaydır. Bu iki devlet büyüklüklerinin yanı sıra güçlü olma hayalleri içindedir. Öyle olmasaydı, ikisini de statükocu bir stratejiye odaklanmış, yani “bekle ve gör” politikasını benimsemiş biçimde görür olurduk. Fakat her ikisi de kendi sınırları dışında siyaset üretmekte, büyük ve güçlü devlet olmanın hayalini kurmaktadır.
Sonuç olarak, bir devletin büyüklüğü onun huzurunu ve refahını, istikbalinin parlak olduğunu göstermekte yeterli değildir. Büyük olmak güçlü olmayı da gerektirir. Bir ülkenin bilhassa dışarıda benimsediği siyaset ülkesini olumsuz anlamda etkiliyorsa o ülke güçlü değildir. Bir ülkenin ekonomisi güçlü değilse ve büyüklüğüyle örtüşmüyorsa o ülke güçlü ülke değildir. Teknik olarak kendini geliştirmeyen devletler de büyüklüklerinin kurbanı olmaya adaydırlar. Eğer bir tercih hakkı varsa, büyük devlet olmanın yerine güçlü devlet olmanın arayışı içerisinde olmak gerekir. Her ikisini de başaran devletler dünya siyasetine yön verir ve bu devletlerin stratejileri ülkelerini derinden etkilemez.
Gökhan KARA