En parlant de dialogue, je me sers ici d’un mot dont j’avoue qu’il restera longtemps, pour mille raisons, bonnes ou mauvaises, dont je vous épargnerai ici l’exposé, étranger à mon lexique…
Dialog’dan söz ederken benim dünyama kendileriyle sizi burada meşgul etmek istemediğim iyi veya kötü binlerce sebebe binaen her zaman yabancı kalacak bir kelime kullandığımı itiraf etmek isterim…
Jacques Derrida
Wer den Mund auftut, möchte verstanden werden. […] Wird er enttäuscht sein, daß wir uns nicht recht verständigen können? Aber nein […] [er] wird […] befriedigt sein, weil er in der privaten Erfahrung der Enttäuschung seine Metaphysik bestätigt sieht. Doch vermag ich nicht zu sehen, daß er damit auch nur für sich selbst recht hat und mit sich selbst im Einverständnis ist. Daß er sich dabei auf Nietzsche beruft, verstehe ich freilich sehr gut. Aber eben, weil sie beide gegen sich selbst unrecht haben: Sie reden und schreiben, um verstanden zu werden.
Ağzını açan anlaşılmak ister. Anlaşamıyor olduğumuz için Derrida hayal kırıklığı yaşar mı? Tabii ki hayır, memnun kalacaktır daha çok, nitekim hayal kırıklığının kendine has tecrübesinde kendi metafiziğini onaylanmış bulacaktır. Da bu şekilde kendisi için bile haklı olduğunu ve kendisiyle bir noktada buluştuğunu görmekte zorlanıyorum açıkçası. Böyle yaparken sırtını Nietzsche’ye dayadığını ama pek ala görebiliyorum. Ama sadece ikisinin de kendilerine haksızlık yaptıkları için: Anlaşılmak için konuşup yazıyorlar [nitekim].
Hans-Georg Gadamer
Man will nicht nur verstanden werden, wenn man schreibt, sondern ebenso gewiß auch nicht verstanden werden.
İnsan yazarken [ve konuşurken] sadece anlaşılmak için yazmaz [ve konuşmaz], tabii ki aynı zamanda anlaşılmamak için de yazar [ve konuşur].
Friedrich Nietzsche
1
İki tür diyalogdan söz edebiliriz: Bir tarafta prensipte kapatılabilir, kapanabilir yani, dolayısıyla önü alınabilir ve sonucu özneler arası fikir birliği olan bir diskur, dolayısıyla bir pozitif, müspet bir diyalektik varsayalım burada, diğer tarafta ise önü alınamaz, yani açık, dolayısıyla kapatılması mümkün olmayan, haddizatında kapatılması istenmeyen ve öylece süregiden bir diskur, burada da bir negatif, menfi bir diyalektikten söz edelim. Diyaloğun bu iki türü arkalarındaki akıl kavramı doğrultusunda farklılaşırlar aslında. Dolayısıyla akıl işlevinde özneler üstü düzenleyici, ara-, aslında arayı-bulucu (-belirleyici) bir görev üstlenirse durum başka, ama yok aklın bu işleviyle görev alması kabul edilmezse durum başka. Bu durumda aklın işlevi diyaloğu mutlu sona erdirmek değil son bulmasını engellemektir, açık tutmak dolayısıyla. Çok kötüysek eğer ve de kimseden korkmuyorsak, yapıcı (Konstruktion) değil, yıkıcı (Dekonstruktion) bir aklı favorize ettiğimizi bile söyleyebiliriz. Bu şekilde ama sadece akıl zayıflamaz, onunla birlikte aynı zamanda akıllı özne de zemin, yani değer kaybeder zorunlu olarak.
Friedrich Nietzsche’nin arasının ebedi barış elçisi(!!!) Immanuel Kant’la iyi olmadığını, onu öyle çok da sevmediğini, eleştirdiğini, ama son derece sert eleştirdiğini, biliyoruz; onu ti’ye alır o; ‘ich habe Gelehrte kennengelernt…’ der, ‘…die Kant für tief hielten.’, ‘Kant’ı derin sanan derin adamlar tanıdım ben’. Laf sokarcasına Kant’a bir ‘Automat der Pflicht’’ten, bir ‘görev makinası’’dan söz eder. Kant’ın düşüncesini bir bütün olarak bir ‘Philosophie der Hintertüren’, bu demek bir ‘arka kapılar felsefesi’ olarak tanımlar. Ve Kant’ı Alman çürümüşlüğünün felsefi görünümü olarak belirler (Die deutsche décadence als Philosophie – das ist Kant!; vurgular Nietzsche’nin). Çok fazla detaya girmek istemiyorum, gerek de yok zaten, fakat bütün bunları ve burada zikretmediğim diğer bazılarını bir araya toplar ve sonra yola çıkarsak varacağımız son noktada Kant’ın felsefesini bir bütün olarak boğucu ve mide bulandırıcı bir ‘sağduyu’, ya da bir ‘aklıselim felsefesi’ olarak görmekten başka çaremiz kalmaz. Öyle de zaten. Nietzsche başka bir yerde ‘Kant yırtınırcasına ve kafasına vura vura bütün dünyaya bütün dünya haklıdır düsturunu kanıtlamaya çalıştı durdu’ der (Kant wollte auf eine alle Welt vor den Kopf stossende Art beweisen, dass alle Welt recht habe). Bizim Hoca Nasreddin gibi adeta: Sen de haklısın. Mesele en temelde şu aslında; bu zevata, bu demek aydınlanmacı ve modern dangalaklara göre, ki günümüzde bunların en önde gelenlerinden biri Jürgen Habermas’tır, birbirimizle yeteri kadar konuşursak, ve tabii ki bu konuşmalarımızı rasyonel bir zeminde yürütür ve sürdürürsek, aklımızı gerektiği gibi kullanırsak, birbirimizi dinlersek, birbirimize kulak verirsek, iyi niyetli ve yapıcı olursak, adaleti ve hakkaniyeti gözetirsek ve kullandığımız dil ve konuştuğumuz meselelerle ilgili olarak gerekli ama yeterli de insani, ahlaki, teknik ve bilgisel donanıma haiz isek, konuşarak çözemeyeceğimiz, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur bu dünyada. Aklın yolu bir ya hani ve hani hayvanlar koklaşa koklaşa insanlar da konuşa konuşa der ya bizim, pardon sizin atalarımız, ha işte, tam olarak öyle. Kardeş kardeş yaşayıp gideriz (Trump, Netanyahu ve Başkan gibi mesela) ve kimsenin burnu bile kanamaz (dolayısıyla Filistin). Öyle ki, ki Habermas’a göre Verständigung wohnt als Telos der menschlichen Sprache inne zaten, anlaşmak dil’in bizzat varlığı dolayısıyla konuşmanın hedefi, varması gereken son nokta olarak zorunludur zaten; ilki ikincisine içkindir yani. Yani anlaşmaktan başka çareniz yok. Ya anlaşacaksınız ya da anlaşacaksınız. İletişimi bir bütün olarak kastederek ve de mecazen, ve farkında olup kabul etseniz de bunu farkında olmayıp reddetseniz de, söylemek gerekirse, ağzınızı açtığınız ilk anda, ve bunu sadece nefes almak için yapmıyorsanız şayet, Gadamer’nın dediği gibi anlaşılmak istediğinizi beyan edersiniz aslında. Ve bu da anlaşabilir, haddizatında anlaşmak zorunda olduğunuza delalet eder. Yani, dedim ya … Dangalak bunlar …
Ne demişti Habermas’ın ‘Theorie des kommunikativen Handelns’’ının yayınlanmasını müteakiben aynısıyla ilgili olarak Paul Feyerabend’a yazdığı 2. Haziran 1982 tarihli mektubunda Hans-Peter Duerr:
Habermas, ja, das ist auch einer dieser Sesselfurzer, die die Welt mit der Macht des Gedankens verandern wollen, neuerdings mit einem 1400-Seiten-Werk [Theorie des kommunikativen Handelns].
Habermas, evet, o da dünyayı düşüncenin gücüyle değiştirebileceklerine inanan koltuk osurucularından birisi, hem de, daha yeni, 1400 sayfalık bir metinle [İletişimsel Eylem Kuramı.]
Feyerabend’ın cevabı da ilginçti ama:
Gestern war ich beim Bischof zu einem Abendessen eingeladen mit dem Habermas. Habe lange gezogert, dann aber doch abgesagt und statt dessen zuhause die Toten Augen von London mit dem Fuchsberger und dem Kinski angesehen, viele schöne Morde.
Dün Habermas’la birlikte Piskoposta akşam yemeğine davetliydim. Uzun süre tereddüt ettim, ama sonra gelmeyeceğimi söyledim. Onun yerine evde oturup Fuchsberger ve Kinski’nin oynadığı Die Toten Augen von London adlı filmi izledim. Çokça güzel cinayetler.
2
Vakti zamanında ama, Nietzsche’yle birlikte, bu metafiziki özneyle arasındaki bağı çekip koparıp attı insan. Yeni bir insan söz konusu oldu ondan sonra artık. Ve bu insan Platon’u ve Metafiziği yok sayarak iki yeni kavram altında buluşmaya karar verdi: Pluralität (çokluk) ve Inkommensurabilität (karşılıksızlık). Biz buna ipini koparmışlık diyelim. İpini nereden kopardı bu yeni insan? Aklın ebedi ve değişmeyen hegemonyasından. Nietzsche’nin Gott ist tot derken tam olarak bu aklı hedef aldığını, haddizatında aynı akılla birlikte, ve zorunlu olarak tabii ki, aynısının taşıyıcısı ya da kullanıcısı ya da uygulayıcısı olan insanı aslında, Michel Foucault’dan öğrendik biz çok sonraları. Yoksa Alemlerin Rabbi’yle derdi yok kimsenin. Çok ilginç aslında. Bu demek Allah Allah olarak, dolayısıyla idrak ötesi bırakılsaydı, ona akli bir yapı izafe edilerek insanın kullanımına verilmeseydi, yani içeri alınıp akıl üzerinden bir taraf olarak devreye sokulmasaydı, daha basit söylemek gerekirse ona inanabilmekle yetinebilseydi insan ve onu ne pahasına olursa olsun bilmek ve anlamak istemeseydi, bugün Filistin’de ve de daha önce Srebrenica’da yaşanılan zulümler yaşanmazdı. İnsan Allah’ı bilerek onu tükettiğini, Hegel’in dediği gibi aslında, öldürdüğünü anlayamıyor bir türlü. Yine Hegel’in dediği ve onu müteakiben Nietzsche’nin inatla ve bıkmadan tekrarladığı gibi; bu işler böyle yürüyor, dolayısıyla insan anladığı her şeyi geride bırakıyor, altına alıyor ve onun üzerine basarak yükseldiğini sanıyor. Ona artık ihtiyacı olmadığını düşünüyor. Anlayarak efendileşiyor insan yani. Qur’an’nın ifadesiyle Güneş’e Ay’a ulaşmak, kelimenin tam anlamıyla onu idrak etmek (لَا الشَّمْسُ يَنْبَغٖي لَـهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ), yakışmazdı, ama insan Güneş kadar bile olamadı, Allah’ı idrak etmeyi yakıştırdı kendisine. Eski Yunanlılar ὕβρις diyor bu duruma, biz وَاسْتَكْبَرَ. Lütfen, ama gerçekten lütfen: Yok işte Qur’an’da Allah durmadan aklınızı kullanın, anlayın, düşünün ve ve ve diyor ama diyorsanız şayet, gidin tarlaya mısır ekin, bir faydanız olsun insanlara, kalabalık etmeyin ortalıkta.
Bu yeni insan kendisini artık, dışlayıcı olarak, kendi hikayesinin yazarı, dünya ve kendisi hakkındaki bilgisinin kaynağı olarak görmüyor. O aslında bu açıdan bakılırsa hayatını yaşamıyor bile, yaşanıyor daha çok, bu demek aynısının sahibi değil aynısında, olsa olsa, sadece pay sahibi son tahlilde. Bu arada: Geçen yüzyılın ortalarından itibaren klasik yapay zeka (GOFAI) çalışmalarında adım adım yaşanan paradigma değişikliği, dolayısıyla merkezi bir işlem biriminin (Otonom Özne/CPU/res cogitans) ve haliyle aynısının zorunlu kıldığı temsillerin (Dış dünya/ Representations/res extensa) devre dışı bırakılarak zekayı bütün bedene yayma ve aynısını anında ve bedenin dış dünyayla karşılaştığı o ilk noktada hayat bulan bir süreç olarak anlama çaba ve düşüncesi (‘In-der-Welt-sein’ (Martin Heidegger)/‘Intelligence without Representation’ (Rodney Brooks)), en temelde tam olarak, ama Heidegger üzerinden, Nietzsche’yle hayat bulan bu kopmaya (…sich von der Sonne losketten…) dayanır.
İnsanın bir şekilde bir düzen ve anlam arıyor olması, buna ihtiyaç duyması, gerçekten de bir düzen ve anlamın varlığına, var olmaları gereğine, delil teşkil etmez. Bu noktada Celal Şengör haklı dibine kadar, herhangi bir düzen yok ortalıkta…
…ama Allah var, o yeter zaten.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN
Saygıdeğer Hüseyin Bey, emeklerinize sağlık.
Kapatılabilir (Pozitif Diyalektik) Diyalog:
“Çok kötüysek ve de kimseden korkmuyorsak,” burada yapıcı (konstruktion) değil, yıkıcı (dekonstruktion) bir aklın favorize edildiği açı şekilde söylenebilir.
Kapatılamayan (Negatif Diyalektik) Diyalog:
Aklın işlevi, diyaloğu mutlu sona erdirmek değil; onun son bulmasını engellemektir — yani diyaloğu açık tutmaktır.
Bu bağlamda, insanın Allah’ı bildiğini sanarak onu tükettiği, hatta Hegel’in ifadesiyle “öldürdüğü” ifade edilir. Bu, insanın anlama ve bilme çabasıyla Tanrı’yı kendi zihinsel çerçevesine hapsetme ve böylece O’nun aşkınlığını yok etme eğilimini gösterir.
İnsan, anladığı her şeyi “geride bırakır”, “altına alır” ve “üzerine basarak yükseldiğini sanır.” Bu süreçte, anladığı şeye artık ihtiyacı olmadığını düşünerek “anlayarak efendileşir.” Böylece, Tanrı’yı anlama arzusu, insanı O’na karşı üstünlük ve bağımsızlık yanılsamasına sürükler.
Modern insan ise, bilme ve anlama yoluyla Tanrı ile ilişkisini dönüştürür: O’nu “idrak” etmeye, rasyonel bir çerçeveye oturtmaya çalışır ve böylece O’nu kendi “efendiliğinin” altına alır.
Diyaloğun rasyonel bir zeminde yürütülerek tüm sorunların çözülebileceğine olan inanç, aklın ve akıllı öznenin zemin yani değer kaybetmesine yol açar…
“Yeni insan” kendini; geleneksel, metafiziksel ve rasyonel bağlardan kopmuş; tek bir hakikatin ya da bilginin kaynağı olmadığını kabul eden, yaşamın ve bilginin çoğulluğunu benimseyen ve kendi varoluşunu daha çok deneyimleyen bir varlık olarak tanımlıyorsa aşağıdaki iman açıklamasının doğruluk değerini merak ettim doğrusu ?
İman; neyin bilinmesi, neyin bilindiği ve neye inanılması gerektiği konusunda bir farkındalıktır. Her elde edilen bilgi, kişiyi imana yaklaştırır. Ne kadar çok bilgiye ve tecrübeye (experience) sahipseniz, inancınız da o ölçüde güçlü ve sağlam bir temele oturur.