Hermeneutik -hermeneuein- Antik Yunanca bir kelimedir ve ‘açıklamak‘, ‘yorumlamak‘ ve ‘tercüme etmek‘ anlamlarını taşır. Genel olarak, önceleri en azından, yazılı metinleri, daha çok yazılı metinlerde karşılaşılan anlama zorluklarını çözmeye yönelik yöntemsel uygulamaları kapsar. Antik dönemin kurucu metinleri olan Homer yazınlarını, dolayısıyla mit, yani efsaneleri çözümlemek, anlamak, haddizatında aktuel zihne tercüme, bu demek entegre edebilmek adına geliştirilen açıklama ve yorumlama şekilleri çerçevesinde takip edilmesi gereken süreci alır içine ilk olarak. Burdan bakınca çıkış noktası itibarıyla, en azından retrospektif açıdan, seküler bir uğraştır diyebiliriz.
İlerleyen zamanlarda Hristiyanlığın kutsal metinleri bağlamında da kullanıma uygun görülmüştür fakat. Sadece kutsal kitabın içinde var olan, belki de sadece var oldukları sanılan ve inanılan karanlık noktaları aydınlatmak amacıyla değil, aynı zamanda Eski Ahit’le Yeni Ahit arasındaki uyumsuzlukları giderme doğrultusunda da yoğun bir şekilde ismine rastlanır. Bunların yanı sıra farklı ve diğer bir kullanım alanı da hukuk olmuştur her zaman. Doğası gereği, kelimenin tam anlamıyla, yüzsüz olması gereken hukuka, bu demek yasalara, yüz kazandırma adına oldukça faydalı işler görmüştür.
Öyleyse bu noktada hermeneutiği, söylenenlerden yola çıkarak, bir ilk adımda;
- a-hermeneutica profana (Klassik metinler/Edebiyat),
- b-hermeneutica sacra (Kutsal metinler/Teoloji) ve
- c-hermeneutica iuris (Yasal Metinler/Hukuk)
olarak üç’e ayırabilir, ardından ikinci bir adımda, adı geçen ve genel kuralların yanı sıra kendilerine has yöntemlere de sahip olan söz konusu bu özel hermeneutiksel çabanın yanı sıra, yine bir ilk adımda ve müteakiben genişlediğini göz önünde bulundurarak sadece ve ayrıca, bütün yazılı metinleri içine alan genel bir hermeneutikten söz edebiliriz.
Genel hermeneutik tanımını Friedrich Scheleirmacher‘nın gündeme taşıdığını biliyoruz. Friedrich Ast’ta henüz, daha önce de ifade edildiği gibi, sadece yazılı metinleri nesnesi olarak tanıyan hermeneutik, Schleiermacher’yla birlikte (Romantik hermeneutik) yazının sınırlarını aşar ve bir ilk adımda sözel metinleri, bu demek sözün kendisini de nesnel malzemesi içine dahil eder. Bu noktada hermeneutiğin nesnel alanının genişlediğini görüyor ve bu genişlemeyi açıklamak, haddizatında söz konusu genişleme üzerinden ilerlemek istiyoruz.
Klassik hermenuetiğin çıkış noktası, genel bir ifade ile, bir anlamama, hatta bir anlayamama durumudur ve (klasik hermenuetiğin) çabası; bu anlamama, dolayısıyla anlayamama durumunu bir anlama, yani anlayabilme ve son tahlilde bir anlamış olma durumuna transforme etmek, dönüştürmektir. Bu demek, yüz yüze bulunulan bir metinde içsel olan anlamın bir türlü tespit edilip entegre edilemediği bir durum söz konusudur ilk olarak ve bu durum aşılmalı, bu demek söz konusu anlam tespit ve entegre edilebilmelidir. Klassik hermeneutiğin görevi ve işlevi bunu sağlamaktır haddizatında.
Bu çerçevede bahse konu olan genişlemeyi, yazılı metnin söz konusu anlayamama durumunu aşmak adına yeterli olmadığı noktalarda, sözel metni, yani sözün kendisini destekleyici bir güç olarak sürece dahil etmek olarak anlayabiliriz belki. Fakat söz konusu genişlemeyi, yine Schleirmacher’ya ait bir terkipten yola çıkarak -‘die Wut des Verstehens’/’Anlamanın öfkesi‘-, bir ihtiras, varlığa toptan bir el atma, aynısını bir el altına alma, varlığın üzerinde hakimiyet, egemenlik, tahakküm kurma; Jacques Derrida’nın, mealen, ifadesiyle, ‘var olanı anlayarak aynısına sahip olma, aynısını mal edinme ve aynısını emrine amade kılma‘ ve bütün bunları, hareketi adım adım genişleyen bir alana yayarak ve aynısını son noktada varlığın tümünü tümden kapsayacak bir şekilde gerçekleştirerek gerçekleştirme olarak da anlayabiliriz, ki belki de sadece böyle anlayabiliriz ve anlamalıyız da. Bu durumda söz konusu genişlemeyi, ki aynısı bu noktada durmamıştır, takip ederek hermeneutiği bu genişleme bağlamında, ki farklı bir yol da takip edilebilir, ortaya koymaya devam edelim.
Hermeneutiğin bu minval üzere ilerleyen müteakip sürecinde bazıları yanı sıra aynılarına nispeten daha önemli olan iki isimle kaşılaşıyoruz: Johann Gustav Droysen ve Wilhelm Dilthey. Droysen’ın birincil olarak tarihçi olması ve daha ziyade tarihselcilik (Historismus) bağlamında ele alınması gerektiği düşüncesinden yola çıkarak kendisini bu noktada ele almak istemiyorum; fakat Dilthey, hermeneutik bağlamında, daha önce sözü edilen genişleme sürecine aktif bir şekilde katkı sunması açısından önemlidir.
Ast’da yazılı metnin sınırında kalan, Schleiermacher’yla birlikte aynısını aşarak dilsel olanı bütünüyle kapsamı içine dahil eden hermeneutik, Dilthey’la birlikte dilin sınırını da aşarak insani dışavurumların tümünü, şimdi ve geçmişi içine alacak şekilde, işgal eder (Tarihsel/Bilimsel hermeneutik). Tarihi bilgimizin temelini oluşturan somut kalıntıların, bu demek bilinçli ve bilinçsiz olarak geride bırakılan elle tutulur ve gözle görülür, yani ölçülebilir olan nesnelerin yanı sıra, mimiklerimizden gestiklerimize, hareket ve davranışlarımızdan duygusal dışavurumlarımıza kadar ne varsa Dilthey’la birlikte artık anlamanın objesi haline gelmiştir. Burada açıkça Friedrich Hegel‘in etkisini ve daha sonra Hans-Georg Gadamer hermeneutiğinin, Dilthey’ı bütün eleştirmelerine rağmen, önemli bir unsurunu görmek mümkündür. Şöyle ki.
Hegel için var olan sadece Vernunft, bu demek akıldır. Bu noktada Hegel’in ‘Hukuk Felsefesinin Temelleri‘nin giriş bölümünde dile getirdiği o meşhur cümleyi hatırlamak gerekir: ‘Was vernünftig ist, ist wırklich, und was wirklich ist, ist vernünftig’. Bu demek, ‘akli olan gerçek, gerçek olan aklidir‘. Tabii ki bu cümle, bir çoklarının iddia ettikleri gibi, muhafazakarlığın omuriliğini ifade etmez. Haddizatında aynı cümle etse etse, en radikal idealizmin son tahlilde en çıplak realizm olduğunu ifade eder sadece, ki konumuz bu değil. Eğer var olan sadece akılsa, ki Hegel bunu iddia ediyor, anlamak sadece, ve bu nokta daha sonra Gadamer hermeneutiğinin sözü edilen önemli unsurunu teşkil edecektir; aklın anladığı nesnede kendisini bulması demektir. Ve zaten Dilthey için anlamayı mümkün kılan da bu olgudur. Adım adım kendisini dışarı akıtarak somutlaştıran akıl, bu demek Geist, anladığında sadece kendi somutlaşmış tarafını tanır ve anlar. Aksi takdirde anlamak zaten mümkün olmaz, ki nitekim anlamak, anlayan ve anlaşılanın, öncesinde ve önceden var olan ortak bir noktada buluşması, haddizatında söz konusu ortak noktayı bulmasıdır, ki bu aklın kendisidir. Bu durum sonraları Gadamer tarafından, ‘her anlamak son tahlilde bir kendini anlamaktır‘ şeklinde dile getirilecektir.
Dilthey’ı hermeneutik bağlamında ele alınmaya değer kılan diğer bir mesele -ki Gadamer’nın Dilthey eleştirisi bu mesele üzerinde yükselir ağırlıklı olarak ve baş yapıtının ismini oluşturan Wahrheit ve Methode kelimeleri söz konusu bu eleştiriyi son derece subtil bir şekilde dışa vurur- Tinsel Bilimler (Geisteswissenschaften) için de, Doğa Bilimleri (Naturwissenschaften) alanında sahip olunan ve sağlam ve sağlıklı bilgiye ulaşmayı mümkün kılan bir metodolojiye ulaşma çabası ve hermeneutiği bu görevi yerine getirebilecek metodoloji olarak görüp ileri sürmesidir.
Doğa Bilimlerinin metodolojisini ‘erklaeren‘, bu demek ‘açıklamak‘ olarak belirleyen Dilthey, Tinsel Bilimler için ‘verstehen‘, yani ‘anlamak‘ı ve aynısına ulaşma uğraşı olarak da hermeneutiği belirler. Oysa Gadamer hakikatin herhangi bir metoda sığmayacak kadar ele gelmez olduğunu, ne olursa ve nasıl olursa olsun hiçbir metodolojinin hakikati ele geçiremeyeceğini, her zaman bir şeyin, bu tarafta eksik, öteki tarafta ise fazla kalacağını –ki aynı düşünceyi, ‘her zaman daha az ve aynı zamanda daha fazla anlarız‘ diyerek ayrıca dile getirir- söyleyerek bu çabayı eleştirir. Bu bağlamda Aristoteles’ten sonra tarihin en önemli mantıkçısı olarak bilinen Kurt Gödel ismini zikrederek aynısının, doğru, kanıtlanabilir olandan fazladır ileri sürüşünü dile getirmek gerekir belki. Fakat bu da konumuz dışında kalan bir mesele.
Dilthey’la birlikte hermeneutiksel genişleme, doğal olarak tabii ki, son bulur nihayet; aslında son bulmaktan da daha fazla olarak kendi içinde bir kırılma yaşar aynısı: Ontolojik kırılma (Felsefi hermeneutik). Bunu daha iyi anlayabilmek için yukarda klassik hermeneutiğin çıkış noktası olarak belirlediğimiz düşünceyi hatırlamamız gerekir. Klassik hermeneutiğin çıkış noktası olarak, aynısının bir anlamama durumunu ön koştuğunu ve çabasını söz konusu bu durumu bir anlamış olma durumuna dönüştürmek üzerinde yoğunlaştırdığını söylemiştik. Martin Heidegger ile birlikte bu hiyerarşi tersine döner ve artık çıkış noktası anlamama durumu değil, bir anlamış olma, haddizatında anlıyor olma durumudur. Heidegger’e göre biz sürekli anlarız çünkü. Bu demek anlamak, kendi dışımızda bir nesnesi olan, istediğimiz zaman başlayıp, dolayısıyla başlatıp istediğimiz zaman sonlandırabileceğimiz ve yöntemsel tekniklerle kontrol altında tutup başarıyla sonuçlandırabileceğimiz veyahut da başarısız olabileceğimiz zamansal ve noktasal bir aktivite olmanın aksine, insanın temelsel bir varoluşudur. Sürekli ve sadece kendimizi anlarız biz her hâlükarda. Heidegger’nın dediği gibi ya da; konuşur sürekli insan. Bu nokta aynı zamanda özne, yani anlayan ile nesne, yani anlaşılanın ikiden bire indiği noktadır da. Tabii ki bazen kesilir bu anlayışımız ve biz geçiçi olarak rayından çıkan varoluşumuzu yeniden rayına oturtur ve devam ederiz. Fakat arızi olan anlamak değildir, anlamamaktır.
Burdan ötesi, Heidegger’in de dediği gibi, artık Gadamer’nın işidir.
Gadamer ve Felsefî Hermeneutik yazısını okumak için tıklayın.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİNOĞLU