Modernite ve Düşünmek ve biraz da Enis Doko ve Immanuel Kant
We are here on earth to do good to others. What the others are here for, I do not know.
Biz yere başkalarına iyilik yapmak için düştük, başkaları niye düştü yere bilmiyorum.
Matthew Arnold
>>> BEŞİNCİ YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<
0
I′m the one for a “good time call”
Phone’s blowin’ up, ringin′ my doorbell
I feel the love, feel the loveOne, two, three, one, two, three, drink
Throw ′em back ’til I lose countI′m gonna swing from the chandelier
From the chandelier
I’m gonna live like tomorrow doesn′t exist
Like it doesn’t existI′m gonna fly like a bird through the night
Feel my tears as they dryBut I’m holding on for dear life
Won′t look down, won′t open my eyes
Keep my glass full until morning lightSun is up, I’m a mess
Gotta get out now, gotta run from this
Here comes the shame, here comes the shameFahişeyim ben
Telefon çıldırmış, kapıda kuyruk
Seviyorlar beni, istiyorlar
Bir, iki, üç, bir, iki, üç, devir,
devir gitsin, sonu gelmesin
Asılırım avizeye,
sallanırım durmadan
Hayat bu işte,
Yarın yokmuş gibi yaşamak
Dalarım bir kuş gibi geceye sonra
Kurur gözyaşlarım yavaş yavaşAyakta kalmalıyım, yıkılmamalıyım
Aşağıya bakma, açma gözlerini sakın
Güneş doğana kadar bardaklar boş kalmasın
Güneş doğar sonra, ben rezil,
kaçmak isterim sadece, yok olmak
ve utanırımSia/Chandelier
Modernite deyince bazılarının aklına bu tarz bir şeyler geliyor, nasıl ki İslam deyince bazılarının aklına İslamcılar geliyorsa. Her ikisi arasındaki ilişki de hemen hemen aynı gibi oysa, dolayısıyla Modernite ne kadar bu şarkıda anlatılan hayat ise, İslam da en fazla o kadar İslamcıların yaşadıkları hayattır. İlginç bir şarkı, dinlerken gerçekten de kadıncağızın yaşadıklarını sesinde duyuyor gibi oluyor insan. Peki modernite nedir? Çok kolay aslında:
Kant drückt die moderne Welt in einem Gedankengebaeude aus. Das bedeutet freilich nur, daB sich in Kants Philosophie die wesentlichen Züge des Zeitalters wie in einem Spiegel reflektieren, ohne daB Kant die Moderne als solche begriffen haette. Erst aus der Retrospektive kann Hegel Kants Philosophie als die maBgebliche Selbstauslegung der Moderne verstehen.
Kant modern dünyayı bir düşünce yapısı içerisinde dışa vurur. Bu demek, zamanın belirleyici çizgileri kendilerini Kant’ın felsefesinde bir aynada gibi yansıtırlar sadece, ki bu noktada Kant Moderniteyi Modernite olarak henüz daha kavrayamamıştır. İlk kez Hegel geriye dönük Kant’ın felsefesini modernitenin kendi kendisini belirleyici şekilde dışa vurumu olarak anlar.
Jürgen Habermas
Kant spoke of himself as having effected a “Copernican revolution”, but he would have been more accurate if he had spoken of a “Ptolemaic counter-revolution”, since he put Man back at the centre from which Copernicus had dethroned him.
Kant kendisinden bahsederken bir Kopernikan devrimine yol açtığını söylemişti, fakat bir Ptolemeyan karşı devriminden söz etmiş olsaydı daha doğru olurdu. Nitekim o, insanı Kopernik’in indirdiği tahtına, dolayısıyla merkeze yeniden oturttu.
Bertrand Russell
Haliyle, Sir Russell’ın, sıklıkla olduğu gibi, meseleyi doğru anlamış olmaktan oldukça uzak olduğunu söylemeye gerek yok sanırım, ya da iş olsun işte, gevezelik yapıyor her zamanki gibi. Ne demişti Jean Jacques Rousseau ve Friedrich Hegel için?
Hegel, who owed much to Rousseau, adopted his misuse of the word “freedom,” and defined it as the right to obey the police, or something not very different.
Rousseau’ya çok şey borçlu olan Hegel yine onun çarpıttığı “özgürlük” kelimesini de ondan almıştır, dolayısıyla özgürlüğü polise itaat etme hakkı olarak ya da bundan çok da farklı olmayan bir şekilde tanımlamıştır.
Klaus Vieweg Hegel biyografisinin alt başlığını der Philosoph der Freiheit olarak vermiş, dolayısıyla Özgürlüğün Filozof’u demiş; yaklaşık 700 sayfalık bir metin. Oysa Russell tek cümlede çözmüş meseleyi, halletmiş. Bu mu yani Hegel diyesi gelmiyor değil insanın hani? Hepsi bu mu? Evet, bu. Russell öyle diyor. O halde sen de Hegel’i, aslında sadece Hegel’i değil bir bütün olarak felsefeyi, Anglosaxonlardan, dolayısıyla, en azından Hegel bağlamında, bir tarafta Binjamin Netanyahu’yu dahi aratacak cinsten bir Yahudi olan Karl Raimund Popper diğer tarafta yaşlı bunak Russell ikilisinden öğrenirsen, yırtık dondan çıkıp bakar gibi yırtık dondan çıkmak ve bakmak zorunda kalırsın. Bak Celal Şengör ve İlber Ortaylı’ya; onlara mı benzemek istiyorsun? Allah korusun. Gerçi Türkiye’de ziyanı da zararı da olmaz, kim ne fark edecek, kim ne anlayacak ki; salla gitsin. De kimden öğreneceksin felsefeyi? Yo bana hiç bakma, ben uğraşamam sizinle. Dolayısıyla biz işimize dönelim en iyisi. Karşı devrim de ne demek Allah aşkına? Ama her yanlış anlamada olduğu gibi burada da biraz doğru var. Modernite gerçekten de bu noktada başlar, en azından resmen, dolayısıyla insanın evrenin merkezine yerleşmesiyle. Hani Hoca Nasreddin’e sormuşlar ya dünyanın merkezi neresidir diye, o da durduğu yeri işaret etmiş, sonra da inanmıyorsan ölç de bak demiş, tam anlamıyla öyle işte. Herkesin dünyasının merkezi tam olarak onun durduğu yerdir. Bunu kabul eden herkes moderndir, etmeyen ise … neyse.
1
Life cannot wait until the sciences have explained the universe scientifically. We cannot put off living until we are ready.
Hayat bilimlerin evreni bilimsel olarak açıklamasını bekle(ye)mez. Hazır olana kadar yaşamayı bir kenara bırakamayız.
Jose Ortega Y Gasset
The subject I will discuss for these two nights – tonight and tomorrow night -just as announced, is religion vs. religion. There may be an ambiguity in this phrase. The ambiguity is a consequence of the fact that we have, up until now, thought that religion was continuously opposed by disbelief, and that throughout history, the struggle has been between religion and non-religion.
Bu ve yarınki akşam, dolayısıyla önümüzdeki iki gün üzerinde konuşacağım mesele ilan edildiği gibi Din’e karşı Din meselesidir. Bu cümle anlamı belirsiz bir cümle gibi duruyor. Ki bu durum şu ana kadar dahi Din’in karşısında sürekli olarak Dinsizliğin durduğuna, dolayısıyla tarih boyunca inancın inançsızlığa karşı mücadele verdiğine olan inancımızdan kaynaklanıyor.
Ali Shariati
Ortega Y Gasset’nin dediğinden yola çıkarak, ve de sayın Shariati’nin söylediklerini kulağımıza küpe yaparak, İslamcılara, dolayısıyla Dar-ul Harp’çılara, ki hemen hemen aynı kafa, şunu diyebiliriz: Allah siz devlet kurana kadar sizi beklemez –kaldı ki yalancısınız siz, kan emicisiniz; fıskınız, nifakınız, fücurunuz, şirkiniz ve küfrünüz ortalığı bok etti, nitekim kurduğunuzu değil ama, ki hiçbir zaman kuramayacaksınız Biiznillah ve Elhamdulillah, idare ettiğiniz, haddizatında 23 Nisan’da koltuğa oturtulan çocuklar gibi oturtturulduğunuz koltuklardan idare ettiğinizi iddia ettiğiniz devleti gördük, biliyoruz; aslında Bedir’den bu tarafa, atalarınızın alemlere rahmet Hz. Muhammed ibn Abdullah’a kılıç kaldırdığı o ilk andan itibaren tanıyoruz sizi biz, değiştirdiğiniz milyonlarca gömleğin farkındayız– dolayısıyla devlet kurana kadar İslam’ı bir kenara bırakamazsınız. Haram her zaman ve her yerde haram, mesela faiz, mesela dolaylı olarak içki üreticiliği, kumar işletmeciliği, içki içilen bir marketten alışveriş yapmak, aynı markete ruhsat vermek, hatta içki içilen bir mekanda, bir masada oturmak, ya da o mekanın ruhsatını uzatmak, Mescid-i Dırar’larda namaz kılmak, öncesinde tabii ki aynılarını inşa etmek, orospulardan, ayyaşlardan, tefecilerden vergi toplamak, Müslüman halkın parasıyla tefeciliğin reklamını yapmak, önce halk sonra bankayız demek mesela, Müslüman halkın parasını üç beş soytarıya peşkeş çekmek, dizilerden bahsediyorum, putların önünde saygı duruşunda bulunmak, kedili yollardan elinde çiçeklerle huzura çıkmaktan söz ediyorum, çalışmak ama çalmak, Allah düşmanlarını övmek, Allah’ın hoşnut olmadığı yerlerde bulunmak, Allah’tan başkası üzerine and içmek, millete milli kumar oynatmak, Veliefendi’de at koşturmak mesela, mesela, mesela, mesela. Bence siz bunları bir düşünün, hesabınızı ona göre yapın. Allah bana sorarsa şayet bunlar bütün bu pislikleri yaptı mı diye yarın mahşerde, vallahi de billahi de tallahi de evet Allah’ım yaptılar, hem de senin adını kullanarak yaptılar ve utanmadılar diye şehadet edeceğim haberiniz olsun. Benden söylemesi.
Merhum babamın endişeli bir şekilde eve girdiğini hatırlıyorum, alışık olmadığım bir durumdu bu. Ya gülerek ya da kızarak girerdi eve o. Yanına çağırdı beni sonra ve karşısına oturmamı istedi. Düşünceliydi. Oğlum dedi, dün gece neredeydin? Evdeydim baba dedim, anneme sor istersen. Birileri birilerinin posta kutularına bildiri gibi bir şeyler atmışlar, biraz önce yolumu kestiler ve bunu senin yaptığını söylediler. Sen mi yaptın? Hayır baba dedim, ben evdeydim. Peki kimin yaptığını biliyor musun? Biliyorum baba dedim, tanıyorum. Ben de onlarla olacaktım aslında fakat bir şekilde olamadım. Tamam oğlum dedi babam bunun üzerine ve meseleyi kapattı. Ertesi gün annemden öğrendim meselenin aslını. Emin olun, çok güzel bir duygu. Allah düşmanlarının aklına Allah adına yapılan güzel bir işte ilk sizin isminizin düşmesi gerçekten de çok güzel bir duygu; büyük bir gurur. Özellikle, bu bağlamda, Hz. Peygamberin yaşadığını neredeyse, şeklen tabii ki ve öyle de olsa, birebir yaşamış olmanız söz konusu gururu ikiye katlıyor en azından. Mekkeli müşriklerin bir araya gelerek Ebu Talib’in kapısını çaldıklarını biliyoruz. Ya dediler sen durdurursun yeğenini ya da biz ne yapacağımızı biliriz. Ve tabii ki her Müslüman için örnek teşkil eden Peygamber sünnetini unutmak mümkün mü? Değil iktidarı, bir elime güneşi bir elime de ayı verseler ben yolumdan dönmem. Bu cümle döküldü Hz. Muhammed’in mübarek dudaklarından amcası kendisinden biraz daha dikkatli olmasını isterken. Ona benzemek ne büyük bir onur, onun yolunda ilerlemek, sürünerek de olsa, ne büyük bir şeref.
Annemin anlattığına göre aynen Mekkeli müşrikler mele güruhunu andıran ve Kirli Görüş, Hıyanet, Lambacılar, dolayısıyla Lağımcılar, Ağlayan Adam ve Saz Arkadaşları, Paltolu erbabı ve sarıklılar çetesi ve başka daha ne kadar varsa, ki Almanya’da en küçük köyde bile neredeyse on tane Mecid-i Dırar vardır, en azından aynılarının taraftarları, hepsinin ileri gelenlerinden oluşan bir bok yığını babama giderek beni şikâyet etmişler. O zaman henüz birbirlerini yemeye başlamamışlardı daha. Kardeş kardeş pay ediyorlardı Müslümanların kanını, alın terini ve göz yaşını. Bak Salim. Seni severiz, Mustafa’yı da ama bize, devletimize hakaret ediyor demiş bir kısmı, dinimizi beğenmiyor, atamıza/putumuza küfrediyor demiş ötekiler, siz müslüman değilsiniz müşriksiniz diyor bize demiş berikiler ve diğerleri bize de müşrik diyor, particilikle suçluyor diye dert yanmışlar. Bir şey söyle ona, yoksa biz farklı davranmak zorunda kalırız diyerek ve tehdit ederek en sonunda hep bir ağızdan koro halinde bitirmişler sözlerini. Tam da adamına söylemişler. Kaldı ki ben bunları o zaman babama da söylüyordum, ki o da o zaman onlardandı, onlardan tam olarak kopmamıştı henüz yani, dolayısıyla daha önce duymadığı şeyler değildi bunlar babamın. Ne yaparsınız diye sormuş babam önce, sonra da hele bir kılına dokunun Mustafamın, o zaman ben de farklı davranmak zorunda kalırım demiş ve meseleyi kapatmış. Çağrı filminde Anthony Quinn, alias Hz. Hamza ibn Abdulmuttalib’in yayıyla Ebu Cehil’in çenesini dağıttığı sahne geldi aklıma. Nitekim babam o günden sonra bana daha bir başka kulak vermeye başlamıştı. Annem korkmuştu ama, fakat babam korkma, havlayan köpek ısırmaz diyerek teskin etmişti merhumeyi.
2
Die Menschen haben Vernunft, aber es kommt darauf an, wie sie sich derselben bedienen.
[Tamam,] insanların aklı var,[ kabul,] da önemli olan onu nasıl kullandıklarıdır [ona sahip olmaları değil.]
Immanuel Kant
Akıllı olmak, Kant’ın da bu noktada işaret ettiği gibi, yetmiyor maalesef. Bunu unutmazsak iyi olur sanırım, dolayısıyla da ben akıllıyım diyerek ortalıkta dolaşıp kimseye hava atmaya gerek yok. Biliyoruz, akıllısın. Rahat takılmak istiyorum bu sefer, ki ben zaten hep rahat takılırım. Geçen ilginç bir şey oldu. Bir tanıdığımla konuşuyoruz, birden sinirlendi ve abi ya dedi bir hışımla yerinden kalkarak, sen de çok abartıyorsun ama. Bu İslamcılar içerisinde bir tane de mi kafası basan yok? Evet, yok dedim. Nitekim kafası bassa İslamcı olmaz. Öncelikle şunu bilmemiz gerekir ki, bu güruhun, dolayısıyla İslamcıların, Allah’ın ak pak diniyle, onun alemlere rahmet Peygamberiyle en ufak bir alakaları yok. Ne demişti William Shakespeare:
What’s in a name? That which we call a rose
By any other name would smell as sweet.İsimde ne var ki? Gül’e ne dersen de
O yine gül gibi kokar.
Dolayısıyla, tersinden bakarsak, Ebu Cehil’e istediğin kadar Ebul Kasım, ya da Receb’e istediğin kadar bilmem ne de o yine küfür kokar gül değil. Kimse ben Müslümanım demekle ya da ismi Recep ya da Necmettin diye müslüman olmuyor çünkü. Başka bir zaman başka bir yerde yine bir tanıdığımla konuşuyoruz, bir süre sonra tanıdığımın bir tanıdığı katıldı bize. Önce aptal bir espri yaptı. Tanışma faslı esnasında ben ilkokul mezunuyum dedi. Ya dedim öyle mi, tesadüfe bak, ben de ilkokul mezunuyum. Üstelik, tanıdığıma işaret ederek o da. Güldü, ama, o kadar da aptal değilmiş yani, meseleyi anladığımı anladı. Ben Müslümanım dedim kendimi tanıtırken sonra, ben demokratım dedi kendisini tanıtırken o ve devam etti, ne olacak bu memleketin hali, sizinkiler batırdılar ortalığı. Kiminkiler dedim, sizinkiler işte dedi Müslümanlar. Onlar Müslüman değil dedim, İslamcı, dolayısıyla bana sana olduğundan daha uzaklar. Niye ki dedi bu sefer, adamlar Müslüman olduklarını söylüyor, sen mi karar vereceksin kimin ne olduğuna? Ya dedim, öyle mi? O adamlar demokrat olduklarını da söylüyorlar, hatta demokrasi bayramı kutluyorlar. Devam ettim: Sen kendini bir demokrat olarak onlarla aynı kefeye koyar mısın? Takiye yapıyorlar dedi bu sefer, bunu hepimiz biliyoruz. Ha dedim, sana gelince takiye, bana gelince benimkiler öyle mi? Sen o şeytancıkları demokrasiye bile layık görmezken, dolayısıyla demokrat olmadıklarına çok kolayca karar verirken, benden onları Alemlerin Rabbi Allah’ın ak pak dinine layık görmemi istiyorsun? Yok, bu olmaz. Emin ol dedim son olarak ve ayağa kalktım ayrılmak için, onlar ne kadar demokratlarsa o kadar da hatta daha da az Müslümanlar. Ve daha önce de dediğim gibi, sana bana olduklarından çok daha yakınlar. Siz aynı gömleğin farklı renklerini kullanıyorsunuz nitekim, oysa ben gömlek giymeyi sevmem. Ben ismiyle müsemma Mustafa. Elhamdulillah. Anlamadı salak.
قُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَسَلَامٌ عَلٰى عِبَادِهِ الَّذ۪ينَ اصْطَفٰىۜ آٰللّٰهُ خَيْرٌ اَمَّا يُشْرِكُونَۜ
3
Heureusement que je ne comprends pas Dieu… Je n’ai pas besoin d’un Dieu que je comprendrai. Si cela était, il serait à ma taille. Il ne serait plus.
İyi ki de Allah’ı idrak edemiyorum … İdrak edebildiğim bir Allah’a zaten ihtiyacım olmazdı. Öyle ya, o da benim kadar olurdu o durumda, daha fazla değil.
Jean Bottero
I want atheism to be true and am made uneasy by the fact that some of the most intelligent and well-informed people I know are religious believers. It isn’t just that I don’t believe in God and, naturally, hope that I’m right in my belief. It’s that I hope there is no God! I don’t want there to be a God; I don’t want the universe to be like that.
Ateizmin doğru olmasını istiyorum ve tanıdığım en akıllı ve en bilgili insanlardan bazılarının dini inançlara sahip olmaları beni tedirgin ediyor. Mesele sadece Allah’a inanmıyor oluşum ve tabii ki bu inanışımda, doğal olarak, haklı olduğumu umuşum değil. Daha çok bir Allah’ın olmadığını umut ediyorum. Bir Allah’ın olmasını istemiyorum. Evrenin bu şekil olmasını istemiyorum.
Thomas Nagel
Ateizm böyle bir şey, dolayısıyla Allah var mı yok mu değil onun derdi aslında. Adamlar istemiyorlar. Hepsi bu; fazlasına gerek var mı? Yok. Ben de tam tersi, dolayısıyla Allahsız bir evren istemiyorum. İslamcıların yaptıklarının yanlarına kalmasını istemiyorum. Ebu Cehil ile birlikte aynı ateşin içerisinde cayır ve cayır sonsuza dek, ne demekse bilemiyorum ama, yansınlar istiyorum. Derileri değil sadece, yürekleri de. Mesele olup biteni nasıl açıklayacağız, Allahla mı Allahsız mı? Dolayısıyla, yeri gelmişken söylemek istiyorum, Evrim Kuramı bu yüzden İslam’la uyuşmaz, nitekim onun derdi olup biteni Allahsız açıklamaktır. Evrim Kuramı demek bu demek, başka bir şey değil. Sadece alternatif bir açıklama. Yoksa tabii ki Allah her şeyi istediği gibi yaratabilir, kimin haddine O’na neyi nasıl yapacağı konusunda yol göstermek. Mesele bu değil. Quran’da olan her şeyi Allah söylemiştir, amenna, ama Allah her şeyi söylememiştir. Dolayısıyla Allah’ı Quran’la kayıtlayamayız, onu Quran’a indirgeyemeyiz. Allah Quran’dan daha fazladır, çok daha fazla, sonsuzca, ne demekse bilmiyorum ama, fazla. O ister ol der her şey birden oluverir, ya da yaratmayı bir şekilde başlatır ve her şey yavaş yavaş oluşur. Ya da başka bir şekilde görür işini. Orası bizi ilgilendirmez, ilgilendiremez haddizatında. Burası önemli değil. Dolayısıyla Evrim Kuramının boş bıraktığı yere Allah’ı koyarak aynısı İslam’a uygun kılınamaz. Ki, dediğim gibi, adamlar orayı oraya Allah’ı koymak istemedikleri için bile isteye boş bırakıyorlar zaten. Yoksa Allah oraya sığmaz ya da uymaz diye değil. Yeri gelmişken şunu da söylemek istiyorum: Din de bir kuramdır bu bağlamda, dolayısıyla o da bir alternatif açıklamadır sadece. Yoksa olup bitenin gerçekte ve hakikaten nasıl olup bittiğini birebir bize veren bir kurum değil. Zaten herhangi bir şey olup bitiyor mu o daha belli değil. Ki orası da bizi ilgilendirmez haddizatında. Kimin haddine Allah’ın neyi, nasıl ve niçin yaptığını kavramak. Biz Peygamberimize güveniyoruz, onun doğru söylediğine inanıyoruz, söyledikleriyle yetiniyoruz, çünkü onun bize getirdiği açıklamalar hoşumuza gidiyor, bizi tatmin ediyor. Aklımıza yatıyor yani söyledikleri. Peki niçin bütün bunlar, dolayısıyla bu açıklamalar?
Seit je hat Aufklärung im umfassendsten Sinn fortschreitenden Denkens das Ziel verfolgt, von den Menschen die Furcht zu nehmen und sie als Herren einzusetzen.
En başından beri aydınlanmanın en genel anlamda hedefi, insandan korkularını almak ve onu yeryüzünün efendisi kılmaktır.
Theodor Adorno/Max Horkheimer
Dolayısıyla efsaneler, hikayeler, masallar, aynen dinler ve bilim gibi birer aydınlanma aracıdırlar. Ve hepsi de kelimenin en gerçek anlamıyla karanlığı aydınlatırlar, bu demek olup biteni, varsayalım ki bir şeyler olup bitiyor, en azından bize öyle geliyor, tek bir resim içerisinde açıklarlar ve insana kontrol onun elindeymiş, dolayısıyla korkmasının hiç de gereği olmadığını anlatırlar. Din biraz daha uzaktan, bilim ise biraz daha yakından bakar meseleye diyebiliriz belki, hepsi o. Diğerleri durdukları yerden.
4
Philosophie kennt keine Entwicklung.
Felsefede gelişme/ilerleme olmaz.
Martin Heidegger
Ich sitze mit einem Philosophen im Garten; er sagt zu wiederholten Malen ‚Ich weiß, dass das ein Baum ist‘, wobei er auf einen Baum in unserer Nähe zeigt. – Ein Dritter kommt daher und hört das, und ich sage ihm: ‚Dieser Mensch ist nicht verrückt. Wir philosophieren bloß.‘
Bir filozofla birlikte bahçede oturuyorum; bilmem kaçıncı kez eliyle yakınımızda duran bir ağaca işaret ederek ‘bunun bir ağaç olduğunu biliyorum’ diyor. – Bu sırada biri yaklaşıyor bize ve denilenleri duyuyor. ‘Şu gördüğün adam deli değil ha’ diyorum ona ‘biz sadece felsefe yapıyoruz’.
Ludwig Wittgenstein
Wenn wir das Fenster aufmachen und uns die Leute auf der Straße hören, landen wir entweder im Gefängnis oder im Irrenhaus.
Camı açsak ve yoldan geçen insanlar konuştuklarımızı duysa, sonumuz ya hapishane ya da tımarhane olur.
Hans Hahn
Felsefe aslında böyle bir şey, de bu şekil bir felsefeden eser kalmadı artık. Aptal Anglosaxonlar sağ olsun; lafın gelişi söylüyorum ha, yoksa gebersinler tabii ki. Sadece paralarıyla ve silahlarıyla değil, dar kafalarıyla da işgal ettiler her yeri. Ben yine de rahat takılmak istiyorum dediğim gibi, ama şimdiden rahatım kaçtı nedense, ama neyse, hele bir başlayalım gerisi gelir belki. Martin Heidegger, [i]m Schriftlichen büBt das Denken leicht seine Beweglichkeit ein, dolayısıyla düşünmek yazıya inince kolayca hareketliliğini kaybediyor demişti bir zamanlar. Mesele temelde geçen sefer Taha Abdurrahman’dan söz ederken ileri sürdüğüm akıl ve antropoloji eleştirilerinin ne menem bir şey olduklarıyla ilgili aslında. Yeni bir şey değil haliyle de sıklıkla akla getirilmesi gereken bir husus. Heidegger’nın cümlesine dönersek kısaca, söz konusu eleştirinin tam olarak merkezine inen bir cümle kendisi, her ne kadar bu bağlamda o maksatla dışa vurulmuş olmasa da. Ama öyle. Almancada çok güzel bir kelime var; die Tragweite. Çevirmek gerekirse taşınılabilecek uzaklık diyebiliriz belki, dolayısıyla, bu çerçevede, bir düşüncenin, bir sözün, bir iddianın, hatta bir davranışın nereye kadar gidebileceğine dikkat çeken bir kelime. Karşımdaki kitaplıktaki kitaplardan herhangi birini açınca karşıma çıkan ilk örneği vermek gerekirse:
Heidegger ist es, der die Tragweite im Wagnis Platons bemerkt, «für das, was in allem und jedem west, das Wort εἶδος zu gebrauchen».
Heidegger’ydı Platon’un «her şeyde ve herkeste öz’leyen şey için εἶδος kelimesini kullanma» cesaretinin taşınabilir uzaklığını farkeden.
Böyle bir şey işte geleneği sahiplenmek, yani onu bire bir tekrarlamak değil, onda içsel olan taşınabilir uzaklıkları fark ederek onu bir sonraki taşıyıcılar için oralara kadar taşımak. Aslında anlamak da böyle bir şey. Neyse burası kalsın şimdilik. Sayın Abdurrahman’ın felsefesini tanıtan kısa bir metinde şu kısa ama hoş cümlelere rastladım:
Taha Abdurrahman contends that Muslim thought has uncritically accepted the view that human beings differ from all other animals by virtue of their capacity to reason. He believes there is no valid argument against considering human reason the same kind of sensory power as that which enables animals to differentiate between what is beneficial or harmful to them. Thus, reason would not be an exclusively human characteristic, but rather an attribute shared by all living beings, perhaps in differing degrees. For Taha Abdurrahman, humans are foremost moral beings, and it is this trait that differentiates them from all other animals.
Taha Abdurrahman Müslüman düşüncenin insanları diğer hayvanlardan ayırt eden özelliğin onların akledebilme yetenekleri olduğu kabulünü eleştiriye tabi tutmadan kolayca kabul ettiğini iddia ediyor. Ona göre insan aklının hayvanların lehlerine ve aleyhlerine olanı ayırt edebilmek için sahip oldukları sensörik donanımdan farklı olduğunu söylemek için geçerli hiçbir argüman yoktur. Dolayısıyla akıl dışlayıcı olarak insana has bir özellik olmaktan çok bütün canlı varlıklar tarafından farklı derecelerde de olsa pay sahibi olunan bir niteliktir. Taha Abdurrahman için insanlar öncelikle ahlaki varlıklardır ve budur onları diğer bütün hayvanlardan farklı kılan.
Sayın Abdurrahman’ın Alman İdealistlerini, ama özellikle de Kant’ı, okuyup anladığını, en azından o zor metinleri yazan adamların ne istediğini, dertleri neymiş onu, kısmen de olsa, kavradığını söyleyebiliriz. Buna Türkiye’de rastlamak, ki kendimi dışarıda tutarak söylüyorum bunu tabii ki, oldukça imkânsız.
5
Ne demişti Türkiye’nin sayılı filozoflarından (!) Enis Doko daha geçen birkaç gün önce yılışık bir genç hekimle yaptığı bir röportajda:
Tanrıyı çıkar[t]ın Kant’ın felsefesinden onun pratik aklı çöker yani.
Merhum Kemal Sunal geldi yine aklıma: Allah Allah. Nereden buluyorlar, nereden çıkarıyorlar bunları. Kant’ın kendisini okumadıklarını biliyoruz da, kimi, ya da neyi okuyorlar? Okuyorlar mı …??? Ne bileyim, 19cu dangalakların Muta tartışmalarına moderatörlük yapmaktan vakit kalırsa okuyordur sayın Doko belki birkaç sayfa herhalde. Abi ya, bunların işi gerçekten gırgır şamata, başka bir şey değil. Türkiye ekonomisinden daha berbat bir şeyin olabileceğini düşünmek neredeyse mümkün değil gibi derken Türkiye felsefesine muhatap oluyor ve susuyorsunuz. Bunun daha dibi de vardır belki, kim bilir.
Kant inançlı mıydı?
Immanuel Kant died on February 12, 1804, at 11:00 A.M. […] Though he was still famous, German thinkers were engaged in trying to get ‘beyond’ his critical philosophy. He had become almost irrelevant […] Urging philosophers not to go ‘beyond’ his critical philosophy, but to take it seriously not only as his own last word, but also as the final word on metaphysical questions in general, he, in effect, took leave of the philosophical scene. Nothing more, certainly nothing different was to be expected from him. German philosophy, and with it the philosophy of Europe as a whole, was taking a course he could not appreciate […]
The furneal itself was a solemn and grand affair […] Scheffner, Kant’s oldest surviving friend, ‘liked it very much’.
Scheffner was only too much aware of Kant’s belief that there was nothing to be expected after death. Though in his philosophy he had held out hope for eternal life and a future state, in his personal life he had been cold to such ideas. Scheffner had often heard Kant scoff at prayer and other religious practices. Organized religion filled him with ire. It was clear to anyone who knew Kant personally that he had no faith in a personal God. Having postulated God and immortality, he himself did not believe in either. His considered opinion was that such beliefs were just a matter of ‘individual needs’. Kant himself felt no such need.
Kant 1804, 12 Şubat sabah saat 11’de öldü. Her ne kadar hala daha tanınmış, dolayısıyla meşhur olsa da, Alman filozoflar onun eleştirel felsefesinin ötesine geçmekle meşguldüler artık. Neredeyse hiçbir önemi kalmamıştı. [Nitekim] filozofları kendi eleştirel felsefesinin ötesine geçmemeye, dolayısıyla aynısını sadece kendisinin değil bir bütün halinde metafiziki sorunlar hakkında söylenilebilecek son sözler olarak kabul etmeye zorlayarak o pratik olarak felsefe sahnesine veda etmişti. Bir şeyler, özellikle de farklı bir şeyler söylemesi beklenmiyordu kendisinden. Alman felsefesi ve aynısıyla birlikte bütün Avrupa düşüncesi onun onay vermeyeceği bir yola girmişti.
Cenaze son derece manevi ve devasa bir olay olmuştu. Scheffner’nın, Kant’ın yaşayan en eski arkadaşının, çok hoşuna gitmişti.
Aslında Scheffner çok iyi biliyordu ki Kant ölümden sonra herhangi bir şey beklemiyordu. Her ne kadar felsefesinde ebedi yaşam, dolayısıyla ölümden sonra var kalma umudunu ayakta tutmuş olsa da, özel hayatında bu tarz düşünceler hiçbir zaman ilgilendirmedi onu. Scheffner Kant’ın sıklıkla dua ve diğer dini pratikler hakkında alaycı konuştuğunu duymuştu. Organize dinden her zaman nefret etti. Kant’ı tanıyan herkes biliyordu ki, şahsi bir Tanrıya iman ona son derece yabancıydı. Tanrıyı ve ölümsüzlüğü postule etmişti etmesine de kendisi her ikisine de inanmıyordu. Kesin inancı oydu ki, bu tarz inanışlar kişisel ihtiyaca binaen sahip olunan inanışlardı. O kendisi böyle bir ihtiyacı hissetmiyordu.
Manfred Kühn
Hani Cem Yılmaz diyor ya: Ne dedi, ne dedi…?
Kant kendisi bu konuda metinlerinde ne dedi bir de ona bakalım:
Die Moral, sofern sie auf den Begriff des Menschen als eines freien, eben darum auch sich selbst durch seine Vernunft an unbedingte Gesetze bindenden Wesens gegründet ist, bedarf weder der Idee eines anderen Wesens über ihm […] noch einer anderen Triebfeder als des Gesetzes selbst. (Immanuel Kant, Die Religion innerhalb der Grenzen bloBer Vernunft, BA III)
Dolayısıyla sayın Doko, Magister Kant diyor ki:
Ahlak, özgür ve onun için de kendisini pratik aklı vasıtasıyla kayıtsız yasalarla bağlı kılabilen bir insan kavramından yola çıktığı sürece, ne onun üzerinde olan bir şey ideasına, ne de yasanın kendisinden başka itici bir güce ihtiyaç duyar.
Ve Jürgen Habermas şöyle yorumlamış bu pasajı:
Weder der Glaube an Gott als den Schöpfer der Welt noch der Glaube an Gott als den Erlöser mit der Aussicht auf ein ewiges Leben sind erforderlich, um das Sittengesetz zu erkennen und als schlechthin verbindlich anzuerkennen.
[Dolayısıyla] [n]e dünyanın yaratıcısı ne de ebedi bir hayat vaad eden kurtarıcı olarak bir Allah’a inanmak, ahlak yasasını idrak ve bütünüyle bağlayıcı olarak kabul edebilmek için gereklidir.
Hani çöküyordu? Fakat bu noktada Kant’ın önemli bir noktaya işaret ettiğini söylemeliyiz, ki gerçekten de din hakkında Kant ne dedi diye sorulsa, bir bütün olarak din sadece kişisel bir ihtiyaçtır dedi diyebiliriz. Yani, karnı aç olan bir insana istediğin kadar argüman ileri sür onu aç olmadığına ikna edemezsin, karnı tok olanı da aç olduğuna ikna edemezsin. Bu iş bilişsel değil, daha çok psikosomatik bir mesele. Neyse burayı fazla uzatmayalım.
Bir de şunu demişti Doko:
Hatta öyle diyenler de var, Kant aslında dinsizdi, işte evde annesi veya hizmetçisi üzülür diye dini …
Öncelikle, Kant’ın annesi 1737 yılında vefat etti, bu demek annesi öldüğünde kendisi henüz daha 13 yaşında, dolayısıyla annesini eledik. Geriye Lampe kaldı, hizmetçisi.
Immanuel Kant hat bis hier den unerbittlichen Philosophen tragiert, er hat den Himmel gestürmt, er hat die ganze Besatzung über die Klinge springen lassen, der Oberherr der Welt schwimmt unbewiesen in seinem Blute, es gibt jetzt keine Allbarmherzigkeit mehr, keine Vatergüte, keine jenseitige Belohnung für diesseitige Enthaltsamkeit, die Unsterblichkeit der Seele liegt in den letzten Zügen – das röchelt, das stöhnt – und der alte Lampe steht dabei mit seinem Regenschirm unterm Arm, als betrübter Zuschauer und Angstschweiß und Tränen rinnen ihm vom Gesichte. Da erbarmt sich Immanuel Kant und zeigt, daß er nicht bloß ein großer Philosoph, sondern auch ein guter Mensch ist, und er überlegt, und halb gutmütig und halb ironisch spricht er: “Der alte Lampe muß einen Gott haben, sonst kann der arme Mensch nicht glücklich sein – der Mensch soll aber auf der Welt glücklich sein – das sagt die praktische Vernunft – meinetwegen – so mag auch die praktische Vernunft die Existenz Gottes verbürgen.”
In Folge dieses Arguments, unterscheidet Kant zwischen der theoretischen Vernunft und der praktischen Vernunft, und mit dieser, wie mit einem Zauberstäbchen belebte er wieder den Leichnam des Deismus, den die theoretische Vernunft getötet. Hat vielleicht Kant diese Resurrektion nicht bloß des alten Lampe wegen, sondern auch der Polizei wegen unternommen? Oder hat er wirklich aus Überzeugung gehandelt? Hat er uns eben dadurch, daß er alle Beweise für das Dasein Gottes zerstörte, recht zeigen wollen, wie mißlich es ist, wenn wir nichts von der Existenz Gottes wissen können?
Immanuel Kant şimdiye kadar en sağlam duran filozofu oynadı, o gökyüzüne saldırdı, gökyüzünün bütün mürettebatını kılıçtan geçirdi, dünyanın Rabbi kanıtlanamamış bir şekilde kendi kanında yüzüyor, artık merhamet diye bir şey yok, baba şefkati de, bu tarafta el ayak çektin diye öte tarafta mükafat da, ruhun ölümsüzlüğü son nefeslerini veriyor -hırlıyor, inliyor- ve yaşlı Lampe kahrolmuş bir seyirci olarak kolunun altında şemsiyesiyle birlikte kenarda duruyor, yüzünden korku terleri ve gözyaşları akmakta. Ve Kant acıyor ona, dolayısıyla sadece iyi bir filozof değil iyi de bir insan olduğunu gösteriyor. Ve düşünüyor: yarı iyiniyetli yarı da ironikçe konuşmaya başlıyor: ‘Yaşlı Lampe’nin bir Allah’a ihtiyacı var, yoksa mutlu olamayacak zavallı – ama insan dünyada mutlu olmalı- pratik akıl bunu söylüyor -öyle olsun diyelim-, dolayısıyla pratik akıl Tanrının varlığına kefil olsun o halde.
Bu argümanın uzantısı olarak Kant teorik akıl ile pratik akıl arasında bir ayrım yapar ve aynısıyla, pratik akılla yani, sihirli bir değnekle gibi, teorik aklın öldürdüğü Deizmin cesedine yeniden can verir. Acaba Kant bu yeniden dirilişi sadece Lampe için değil de polisten dolayı da gerçekleştirmiş olmasın? Yoksa gerçekten de inandığı için mi öyle davrandı? Dolayısıyla bu şekilde bize, yani Tanrının varlığı için sahip olunan bütün delilleri parçalayarak, göstermek mi istedi yoksa ne pespaye bir duruma düşeceğimizi şayet Tanrının varlığıyla ilgili bilgi sahibi olamayacaksak?
Heinrich Heine
Heine herhangi biri değil, Friedrich Hegel’in en yakın öğrencilerinden biri. Hatta şöyle kısa bir anekdot anlatıyor Hegel’le ilgili olarak:
Einmal hat Hegel mir seinen heimlichen Atheismus verraten und sei erschrocken, als dabei plötzlich jemand zur Tür hereinkam. Er hat sich sofort wieder beruhigt, als er nur Heinrich Beer gesehen hat, der ihn zu einer Partie Whist einladen wollte.
Bir keresinde Hegel bana gizli bir ateist olduğunu itiraf etmişti ve tam da o sırada kapıdan içeri biri girince ödü kopmuştu. Sonrasında rahatlamıştı ama içeri girenin kendisini bir parti Whist oynamaya davet etmek için gelen Heinrich Beer olduğunu görünce.
Sanırım Türkiye’de, en azından felsefe alanında en büyük sorun, içinde yaşanılan kültürün sabahtan akşama kadar hakkında gevezelik yapılan şeyle alakası olmaması. Felsefeyi sadece bir tornacı gibi adeta uygulamak, dolayısıyla makinenin başına geçince tornacı, paydos edince başka bir şey. Teknik bir mesele olarak ele almak yani. Şunu da kabul etmek gerekir maalesef, Türk kafası felsefeye basmıyor, ister İslamcı olsun ister Kemalist laik, Hasan Aydın’a bak mesela ya da Örsan Öymen’e, ya da düzeltelim: Türkiyeli kafası, nitekim ben de Türküm ama Türkiyeli değilim ve kafam felsefeye son derece iyi ve güzel bir şekilde basıyor Elhamdulillah. Özellikle İmam Hatip ve İlahiyat kökenli ve de İslamcı kafalar hiç basmıyor. Fakat bu kognitif bir sorun değil, yanlış anlaşılmasın, da İmam Hatip mezunlarının, dolayısıyla İslamcıların kafa o denli deforme ediliyor ki, bir de ardından, İmam Hatiplere, İlahiyatı ekleyin, son tahlilde ortaya çıkan zihnin felsefeyi kaldırması ve taşıması mümkün değil. Tabii ki adına felsefe dedikleri bir şeylerle uğraşıyorlar, da tekrar Shakespeare’i hatırlayalım, adı felsefe diye kendisi de felsefe olmuyor o uğraştıkları şeyin, üzgünüm. Bunun dindarlıkla da alakası yok. Nitekim İmam Hatip veya İlahiyat mezunları arasında bir aramaya çıksanız, benim kadar Allah’a teslim olanını ve Hz. Muhammed Mustafa’nın yolundan yürüyenini zor bulursunuz. Afedersiniz ama yanlışlıkla yere tükürsem ve daha sonra, oldukça ilerlemiş olsam da, aklıma gelse, geri döner ve Hz. Muhammed’in dediği gibi ayağımla tükürüğümün üzerinden geçerek onu belli olmaz hale getirmek için bir saat tükürüğümü ararım. Ve bu yaptığımla gurur duyarım, çünkü ben Hz. Muhammed’in yolundayım ve son nefesime kadar da orada kalacağım inşallah. Ha diğer tarafta Kemalistlikle bir alakası var tabii ki, çünkü o kafalar son derece dar kafalar, oraya değil felsefe, adam olmak bile sığmaz; onlar sıçarlar sonra da sıçtıkları bokla oyun oynarlar. Sonra da çikolata yedim diye hava atarlar.
6
Something in the world forces us to think.
Dünyada bir şey bizi düşünmeye zorluyor.
Gilles Deleuze
Müteveffa Jacques Derrida için en güzel, hatta en yerinde tanımlardan birini, hadi ben de onun kelimesini kullanayım, Mısırolog Jan Assmann’a borçluyuz:
Jacques Derrida, der französische Philosoph, dem wir so viele provozierende Verunsicherungen verdanken, hat die Frage gestellt: »Sind wir Griechen? Sind wir Juden? Aber wer, wir?« Auf diese Frage hat schon Heinrich Heine folgende Antwort gegeben: »Alle Menschen sind entweder Juden oder Hellenen«.
Kendisine birçok provokatif eminol(a)mamalaştırmalar borçlu olduğumuz Fransız filozof Jacques Derrida, »Yunan’mıyız? Yahudi miyiz? Ama kim, biz?« sorusunu sorar. Bu soruya Heinrich Heine müteakip cevabı vermişti halihazırda: »Bütün insanlar ya Yahudi’dirler ya da Yunan«.
Kullandığım eminol(a)mamalaştırma kelimesini Almanca Verunsicherung kelimesinin çevirisi olarak kullandım. Sicher sıfat olarak bir anlamda emin olmaya tekabül eder, dolayısıyla muhatabımıza emin misin? sorusunu, bist du sicher? şeklinde sorarız. Ama aynı zamanda korumak, muhafaza etmek, (ab)sichern, mesela silahı emniyet altına almak, dolayısıyla silahın emniyetini devreye sokmak, die Waffe (ab)sichern; ele geçirmek, sicherstellen, mesela narkotik şu kadar şu kadar uyuşturucu ele geçirdi derken, … hat sichergestellt; temin etmek, versichern, ich versichere Ihnen, sizi temin ederim; sigortalamak, versichern, arabayı sigortalamak, das Auto versichern; ki bu fiillerin tümünü isimleştirebiliriz de, (Ab)Sicherung, Sicherstellung, Versicherung. Emin olma, emniyette olma durumu insan için son derece önemlidir. Hani kabadayılar, var birkaç tanıdığım, genelde sırtlarını duvara ve silahlarını masaya dönerek, dolayısıyla koyarak otururlar ya, ne olur ne olmaz, kim gelir, kim gelmez. Ve bir bakmışsınız Yahudi bir Arap çıkmış gelmiş, ki Derrida kendisini severek böyle tanımlardı, ve emin olduğunuzu sandığımız birçok meselede ayağımızın altından yeri çekip almış, sizi dımdızlak ortada bırakmış, dolayısıyla sizi bir emin olma durumundan emin olamama durumuna katapulte etmiş, eminol(a)mamalaştırmış yani; hem de ne provoke edici bir şekilde yapmış bunu bir bilseniz. Hadi bakalım, sil baştan.
Assmann’ın tipik Yahudisi Musa’dır, tipik Yunanı ise Parmedines. Her ikisi de biri dinsel diğeri bilgisel olmak üzere bir ayrıştırma sokmuşlardır devreye ve her şey, aslında Batı, bu demek Modern dediğimiz dünyanın tohumu, bu iki ayrıştırmayla birlikte atılmıştır en temelde: die Mosaische Unterscheidung, Musevi Firak, dolayısıyla die Parmenideische Unterscheidung, yani Parmenidezyen Firak; biraz Afrodizyen gibi oldu ama, ne yapalım olsun. Nedir Musevi Firak? Assmann’a göre zamanın birinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ya da vice versa, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir kırılma, eine Wendung, yaşanmış: Politeist dinlerden monoteist dinlere bir dönüş. O bu noktada farklı tanımlar kullanıyor, kültürel dinlerden kitabi dinlere bir dönüş diyor mesela, ya da belirli kültürlere ait olan dinlerden kültürler ötesi, dolayısıyla yer küresel dinlere bir geçiş, son tahlilde, yani summa summarum, ikincil dinlerden birincil dinlere sıçrayış. Bu ona göre aynı zamanda dinin özerkleşmesini de getirdi beraberinde, dolayısıyla çaydaki şekeri andırırcasına kültürün ve güncelin içine gömülü olan bir din, aynen bizim yaşayan sünnetimiz gibi, somutlaşarak, yine bizim yazılı sünnetimiz gibi, aynı bağlamdan özgürleşmiştir günün sonunda, dolayısıyla artık dışarıdan müdahil olabilecektir dışlayıcı olarak, ki burası söz konusu dönüşümün siyasi tarafını teşkil eder Assmann’a göre. Bu dönüş Musa’yla hayat bulur. Bu yeni dinin özelliği son derece katı bir hakikat, haddizatında dışlayıcı bir hakikat tasavvurunu propaje ediyor olmasıdır, dolayısıyla artık sadece farklı dinler yok, bir doğru ve birçok yanlış dinler vardır.
Aynı kırılma bilgi alanında Parmenides’le devreye girer. Dolayısıyla, Assmann’dan aktarıyorum, Musevi Firaka dayanan moneteistik dinler gibi bilim de Parmenidezyen Firaka dayanır. Burası aynı zamanda doğru ve yanlışın doğduğu noktadır da. Doğru din ve bilgi, yanlış din ve bilgi. Bu alanda kendisini klasik mantığın üç kuralında dışa vuran doğruluktan — özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü şıkkın imkânsızlığı– söz ederken Werner Jaeger meseleye şu şekilde açıklık kazandırır:
In den immer wieder eingeschaerften Saetzen: das Seiende ist, das Nichtseiende ist nicht; das Seiende kann nicht nicht sein, das Nichtseiende kann nicht sein, drückt sich für Parmenides der Denkzwang aus, der von der Erkenntnis der Unvollziehbarkeit des logischen Wiederspruchs ausgeht.
Sürekli vurgulanan şu cümlelerde –olmakta olan dır, olmakta olmayan değil dir; olmakta olan dır olamaz olamaz, olmakta olmayan dır olamaz– Parmenides için mantıki çelişkinin uygulanamazlığının idrakine dayanan düşünme mecburiyeti kendisini dışa vurur.
Dolayısıyla bu düşünme mecburiyeti, Deleuze’ün bir şeyin bizi düşünmeye zorladığını söylediğini hatırlayalım, ki belirli bir şekilde düşünmeye zorladığını demesi gerekirdi aslında, bilmeyi, düşünmeyi ve idrak etmeyi yesyeni bir temel üzerine inşa eder ve bu şekilde bir sınır çeker. Bir tarafta geleneksel mitik dünya üretimleri (Ways of Worldmaking, Nelson Goodman), Claude-Levi Strauss’un tabiriyle La pensée sauvage/Yaban düşünce, diğer tarafta çelişmezlik ilkesine amade mantıki düşünce. Son olarak bu düşünmenin nasıl cereyan ettiğine kısaca bakalım. Bu düşünce, dışlayıcı olarak, kafada, dolayısıyla beyinde, bir merkezde, gerçekleşir; bedenin periferisine yerleştirilen duyu organları vasıtasıyla temin edilen veriler merkezi birime ulaştırılır ve burada belirli kurallar, buna isterseniz algoritmalar diyelim, çerçevesinde işleme tabi tutulurlar ve gerekli çözümler üretilir. Düşünmek budur en temelde. Bu noktada meseleyi mantıki kurallar domine eder tabii ki. Ardında üretilen çözümler somatik sinir sistemine ulaştırılarak davranılır. Vegetatif sinir sistemini es geçiyorum bu noktada. Örneklendirelim: Trafik lambasının yeşilden kırmızıya geçtiğini görüyorum, aslında ben görüyorum da içerde süreç farklı işliyor, ardından bu bilgi beyne ulaşıyor, işleniyor ve bedene dur komutu veriliyor ve ben de duruyorum. De kazın ayağının öyle olmadığını çoktan anladık. Nitekim sürekli değişen, hem ben hem de dünya, dolayısıyla hareket eden iki sistemle hesap etmek, bu demek düşünmek, aslında mümkün değil. 2 + 2 = 4, tamam, peki ya söz konusu ikiler sürekli değişiyorsa nasıl hesap edeceksin? Bir şekilde sabitlemen gerekir değil mi? De o zaman da arada oluşan epistemik boşluk, Epistemological Gap, nitekim sen zihninde sabitledin diye dünya da sen de durmuyorsunuz, değişiyorsunuz, hareket ediyorsunuz, seni dünyaya sürekli geç bırakır. Ne dersiniz siz Türkler, aşağıya tükürsen sakal, yukarıya tükürsen bıyık, biz Almanlar Dilemma diyoruz, ya da iki ucu boklu değnek. Yok yok şaka, boklu değnek de size ait. De sen bugüne kadar hiç geç kalmadın değil mi? Ama robotlar kalıyor. Bu uzun mesele, ki son tahlilde davranışçılığa kadar gidiyor. Dolayısıyla uzun bir toplama yapalım ve diyelim ki, Taha Abdurrahman’ın karşı çıktığı akıl, ya da düşünmek, bu düşünmek aslında. Hani temelinde Parmenidezyen firak var ya, o işte. De bir müslüman buna ne kadar karşı çıkabilir, çıkabilir mi haddizatında? Nitekim bir Müslüman yaptıklarından sorumludur, dolayısıyla yaptıklarını bilerek yapmak zorundadır. Neyse. Francisco Varela şöyle vermiş genel çerçeveyi:
The creators of what we today consider cognitive science immediately fell into what was considered to be the obvious philosophical background of separating an inside and an outside, and cognition was a matter of seeing how that inside dealt with that outside.
Bugün bilişsel bilimler dediğimiz şeyin yaratıcıları çok kolayca bir dışarısı ve bir içerisi olarak hayat bulan ayrıştırmanın açıkça felsefi arka planı olarak düşündükleri şeye tav olmuşlardı, düşünmek de bu içerisinin o dışarısıyla olan ilişkisini ifade ediyordu.
Bu tarz bir düşünme genellikle hesap eden düşünme, computational thinking, olarak biliniyor. Bu bağlamda bir tanım vermek gerekirse şu tanım verilebilir:
Computational thinking is the thought processes involved in formulating a problem and expressing its solution(s) in such a way that a computer—human or machine—can effectively carry it out.
Hesap eden düşünmek bir sorunu düzenlemek ve çözümünü dışa vurmakta aynısının bir bilgisayar ya da insan tarafından verimli bir şekilde uygulanabilir olmasını sağlayan düşünme sürecidir.
Jeannette Wing
Biraz daha detaylandırabiliriz aslında:
We can break computational thinking down into the following four categories: decomposition, pattern recognition, data representation, and algorithm formulation. Decomposition is breaking down a complex problem into simpler, more manageable sub-problems. The idea is that once these sub-problems are solved, their solutions can effectively be combined to solve the original complex problem. For example, a task that often benefits from decomposition is writing an essay. It’s probably best to start with an outline. By doing this, it’s possible to break down the complex task of writing an essay into simpler, more manageable parts. Instead of trying to write everything at once, decomposition allows one to selectively focus on the introduction, body, or conclusion. Once each of these more manageable parts is completed, one can simply put the parts together. Pattern Recognition is looking for similarities among diverse problems. If similarities (or patterns) are found, it may be possible to use a single method for solving all of these problems with minor variations. So, for example, consider the task of manufacturing cars. Since we know that all cars share certain similarities such as an engine, a body, and wheels, to manufacture any car we simply need to manufacture each of these parts. That is, there is a single generalizable method for manufacturing cars. Though each car will differ in various ways, based on differences in their parts (engine type, body design, wheel size, etc.), manufacturing the over-all car will remain structurally constant. Data Representation is a kind of abstraction—focusing only on the relevant information and filtering out the irrelevant information. Maps serve as great examples of this kind of abstraction. Every map requires choices about what information to include and what information to exclude. A map of the solar system, for example, will rarely represent the actual distances between the sun and the planets. Consequently, this information is often excluded. What matters, in most cases, is that the map conveys the proper order of the planets in terms of their relative distances from the sun. The map only has to represent, for example, the fact that Mercury is closer to the Sun than Earth. The actual distance from the Sun to Mercury is irrelevant. Finally, Algorithm Formulation is creating a step-by-step recipe for solving a problem. Though you may not think of it as an algorithm, when-ever you change lanes while driving you are following an implicit algorithm. First, you check to see if the lane you’d like to enter is open. Then you turn on the signal so other drivers are aware of your intention. You check the mirrors and blind spots and, if it’s safe, smoothly move into the center of the desired lane. Once in, you turn off the signal and continue on your way. Clearly articulating the steps in this way not only allows you to accomplish a task, but it makes it possible for you to instruct others in accomplishing this same task.
Hesap eden düşünmeyi müteakip dört kategoriye ayrıştırabiliriz: dekompozisyon (parçalara ayırma), şekil fark etme, veri temsili ve algoritmik düzenleme. Dekompozisyon girift bir sorunu, daha kolay ele alınabilir ve başa çıkılabilir alt sorunlara bölme işlemidir. Bunun arkasındaki düşünce, söz konusu alt sorunların çözülmesi durumunda, aynı çözümler verimli bir şekilde birleştirilerek temel ana girift sorunun da çözülebileceği fikridir. Mesela dekompozisyonun sıklıkla işe yaradığı bir sorun bir deneme yazmaktır. Muhtemelen bir genel çerçeveyle işe başlamak en iyisi olacaktır bu noktada. Nitekim bu durumda girift bir iş olan deneme yazmak sorununu daha kolay ve daha başa çıkılabilecek parçalara ayırmak daha kolaydır. Her şeyi bir kerede yazmaya çalışmak yerine, dekompozisyon kişiye ayrı ayrı giriş, ana metin ve sonuç bölümlerine yoğunlaşma imkânı verir. Dolayısıyla bu söz konusu daha kolay ele alınabilir parçalar tamamlandıktan sonra, hepsini sadece bir araya getirmek yeterlidir. Şekil fark etme farklı sorunlar arasında benzerlikler arar. Şayet benzerlikler, dolayısıyla belirli şekiller bulunursa, söz konusu sorunların tümünü, ufak farklılıklarla, aynı, dolayısıyla tek bir yöntemi kullanarak çözme imkanına kavuşulmuş olunur. Mesela araba yapım sürecini göz önüne alabiliriz. Bütün arabaların belirli ortaklıklara sahip olduklarını bildiğimiz için, mesela hepsinin motoru var, gövdesi var ve tekerlekleri var, her tür araba yapmak için sadece bu parçaları yapmamız yeterlidir. Dolayısıyla araba yapmak için tek genellenebilir bir yöntem vardır. Her ne kadar her araba diğerinden sahip olduğu parçaların tipleri dolayısıyla farklı olsa da bir bütün olarak araba yapmak yapısal olarak aynı kalacaktır. Veri temsili bir nevi bir soyutlamadır, dolayısıyla sadece gerekli enformasyonlara yoğunlaşarak gerekli olmayan bilgileri eleme süreci. Haritalar bu tarz bir soyutlama için önemli bir örnek teşkil ederler. Her harita barındırmak ve dışarıda tutmak istediği bilgiler doğrultusunda bir seçim yapmak zorundadır. Güneş sistemini yansıtan bir harita mesela muhtemelen güneş ile gezegenler arasındaki aktüel mesafeyi yansıtmayacaktır. Dolayısıyla bu bilgi sıklıkla dışarıda bırakılmıştır. Genelde önemli olan haritanın gezegenlerin güneşle aralarındaki nispi mesafe bağlamında doğru olan düzeni yansıtmasıdır. Harita sadece Merkür’ün Güneşe Yer Küreden daha yakın olduğunu yansıtmak zorundadır. Güneşin Merkür ile arasındaki aktüel mesafe önemli değildir. Ve son olarak Algoritmik düzenleme sorunları çözmede adım adım ilerleyen bir reçete sunar. Her ne kadar bu bağlamda aklına algoritma gelmese de insanın araba kullanırken, gerçekleştirdiği her şerit değişikliğinde içsel bir algoritmayı takip eder o. İlk olarak geçmeye çalıştığı şeritin boş olup olmadığına dikkat eder. Ardından diğer sürücüler niyetine vakıf olsunlar diye sinyal verir. Aynaları ve ölü açıyı kontrol eder sonra ve şayet durum müsaitse yavaş yavaş geçmek istediği şeritin ortasına doğru ilerler. İstediği noktaya geldikten sonra das sinyali kapatır ve yoluna devam eder. Söz konusu adımları bu şekilde açıkça dışa vurmak yapmak istediğini yapmanı sağlamıyor sadece, fakat aynı zamanda başkalarına da aynı işi yapmayı öğretebilmeni mümkün kılıyor.
Belki Batıyla bizim aramızdaki farka işaret eden bir tarafı da var bu işin. Bizde ustalar öldü mü sanatı da ölür. Nitekim ustanın bilgisi onun bedenine işlemiştir. Çekici nasıl salladığını bilmez, ama sallar ve tam isabet eder. Su terazisi dahi kullanmaz bazen, tek gözünü kapatır ve diğer gözüyle ölçer. Yemek yaparken kadınlar tencereye bir bakar, tamam der ve parmaklarınızı yersiniz. Bütün bu bilgiler bizde genelde o kişinin bedeninde saklıdır. Aslında onun bilgisidir, sadece onun. Çünkü aynılarını kendisinden çıkartarak aktarılacak bir hale getirmez, dolayısıyla bilgiyi harekete geçirmez. Bu iyi mi kötü mü onu tartışmıyorum, sadece farka işaret etmeye çalışıyorum. Batılılar her şeyi, ama her şeyi, soyutlarlar, dolayısıyla bilgiyi, bir bilgiyi o bilginin üreticisi ve kullanıcısından bağımsız kılarlar. Bu da demokratik bir sıçramadır, dolayısıyla demokrasi sadece sandık değildir. Bu şekilde bağımsızlaşan bilgi herkesin kullanımına sunulabilir, usta ölse de bilgisi miras kalır, onunla birlikte mezara girmez ve bu şekilde ilerleme sağlanır. Haliyle gerçekten böyle mi olmalı? Bana göre hayır. Nitekim bir yere mi koşuyoruz, yetişmemiz gerek bir şey, ulaşmamız gereken bir hedef mi var? Yok. Ateşin başında oturup yemek yapmak neden ankastre mutfaklarda yemek yapmaktan daha kötü olsun? Yürümek neden araba kullanmaktan fena. Bilmiyorum, ama mesele böyle işte. Taha Abdurrahman’ın akıl, dolayısıyla düşünme eleştirilerine bu açıdan bakmak gerekir sanırım.
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN