Taha Abdurrahman, İbrahim Maraş ve Mehmet Görmez
حُبِّبَ إِلَىَّ النِّسَاءُ وَالطِّيبُ وَجُعِلَتْ قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلاَةِ
Hz. Peygamber عَلَيْهِ ٱلسَّلَامُ
When a man loves a woman
Can’t keep his mind on nothin’ elseBir adam bir kadını severse eğer
Aklını başka hiçbir şeyle meşgul edemezCalvin Lewis, Andrew Wright
Sie haben das Andenken des Ehrenmannes, meines Vaters weder
in seinem Sohn, noch in seiner Tochter geehrt. Als mein guter
Vater elend an seinen Krankenstuhl gebannt war, dort Qualen litt
und in Einsamkeit verging, da haben Sie, seine Frau, sich in der
Gesellschaft amüsiert. So ist das mit der Weiberliebe.Siz babamın, şerefli bir adamın, hatırasına ne oğlunda ne de kızında saygı göstermediniz.
Benim güzel babam zavallı bir halde hasta yatağına bağlı acılar
içinde kıvranırken ve yalnızlık içerisinde eriyip yok olurken,
siz, onun karısı, cemiyette gününüzü gün ettiniz. Karı sevgisi böyledir işte.Arthur Schopenhauer annesi Johanna’ya
Du weißt nicht, was ein Mutterherz ist, je inniger es liebt, je
schmerzlicher fühlt es den Schlag von der einst geliebten Hand.
Du hast mir zu weh getan. Wir sind von nun an zwei. Lass uns
friedlich scheiden. Lebe und sei so glücklich als Du kannst.Sen ana yüreğinin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsun, o ne kadar içten severse,
bir zamanlar sevdiği elin tokadının acısını da o kadar derinden hisseder.
Canımı çok fazla yaktın. Artık iki kişiyiz. Gel, kavgasız gürültüsüz ayrılalım.
Yaşa ve olabildiğin kadar mutlu ol.Johanna Schopenhauer oğlu Arthur’a
>>> DÖRDÜNCÜ YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<
1
Bir erkeğin bu dünyada başına gelebilecek en güzel üç şeyi sıralasana deseler bana, muhtemelen şu şekilde ilerlerdim: 1-Güvenebileceği bir hekim, 2-önünü açan, dolayısıyla ona yol gösteren bir öğretmen ve 3-onu dünyadan vazgeçirebilecek bir kadın. Da, hepsini vermiyorlar adama işte. Ben sonuncusundan vazgeçtim. İyi ki de kitaplar var. Suç bende mi onlarda mı bilmiyorum. Ama en sonunda hepsini mutlu etmek varken neden birini mutsuz edeyim ki dedim ve çıktım işin içinden.
Dr. Middendorf’la ilk karşılaştığımda sanırım 5 ya da 6 yaşlarındaydım. Annemle aynı yaştaydı kendisi (1948) ve tıp fakültesini henüz daha yeni bitirmişti. Uzun boylu, yakışıklı bir adam. Daha sonraları öğrendiğim kadarıyla eşcinsel de üstelik, de orası hiç ilgilendirmedi beni. Annem ölmeden 2-3 saat önce eve gelmiş, merhumeyi bağlı bulunduğu bütün cihazlardan özgürleştirerek es ist soweit, yani tamam, geldik, bırakın rahat rahat uyusun. Bu gece muhtemelen aramızdaki son gecesi olacak demişti. Öyle de oldu. Müneccim değildi tabii ki, sadece son derece iyi bir hekim. Ramazan’ın 27. gecesiydi o gece, yani mübarek Kadir Gecesi, ve ben elimde Mushaf annemin başında Yasin-i Şerif okuyarak geçirdim o geceyi. Aynısının sonunda artık annem yoktu. Dünya birdenbire boşalmıştı sanki. Hayatımda ilk kez ben ne yapacağım şimdi dedim kendi kendime. Duraksadım; kala kaldım. Hannah Arendt’in metinlerinden birinin adı Denken ohne Geländer, dolayısıyla korkuluksuz düşünmek. Artık korkuluksuz yaşamak zorundaydım. İnsan ilk önce kavrayamıyor, olup biteni anlayamıyor, etrafına bakınıyor öylece, diğerleri ne yapıyorlar acaba diye, nasıl davranması gerektiğini bilemiyor ya, onun için. Sonra Allah’tan dünya giriyor devreye ve bir telaştır alıp gidiyor. Nitekim merhumeyi bir şekilde yerine ulaştırmak gerekiyor. Dolayısıyla yapılması gerekenler malum. Kendimle ilgili bazı şeylerin yolunda gitmediğini fark ettiğim ilk zaman Dr. Middendorf’a gitmiş, bana iyi bir psikiyatr tavsiye edebilir misiniz diye sormuştum, dolayısıyla bana yardım etmesini istemiştim. Uzun uzun konuşmuş ve bir yol haritası çıkarmıştık birlikte. Fakat durumun hiç de iyi olmadığını biliyorduk ikimiz de. Yıllar sonra hastalığımdan dolayı tıp fakültesini bırakmak zorunda olduğumu söylerken bana, olsun demişti, sen her halükârda bir zenginliksin bu dünya için.
Lisedeki Almanca öğretmenim Dr. Schmidt içine kapanık, introvertiert, bir adamdı; çok konuşmazdı, derslerde bile. Bizi konuştururdu sürekli. Biz hararetlice tartışırken dahi araya girmez, fakat gözünü bizden ayırmaz, yüzünde hafif bir tebessümle bizi izlerdi. Müfredat on yıllardır değişmez, hemen hemen bellidir Almanyada liselerde, Almanca dersinde özellikle. İsteseniz de istemeseniz de kafanıza vura vura öğretirler Alman olmanın ne demek olduğunu size. Bir geleneği zerk ederler zihninize. Lessing, Goethe, Schiller, Hölderlin, Kleist, Novalis, Thomas Mann, Rilke, Stefan Zweig, Berholt Brecht, Hesse, Böll, Günter Grass ve diğer bazılarıyla yatar kalkarsınız senelerce. Gına gelir artık. Botho Strauß’la Dr. Schmidt vasıtasıyla tanıştım, yine onun vasıtasıyla Albert Camus, Samuel Beckett, Milan Kundera, Vladimir Nabokov ve Franz Kafka’yla yakından ilgilenmeye başladım; ve sonrasında da yanımdan ayırmadım hiçbirisini bir daha. Haruki Murakami, Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ı kendim ekledim aynılarına daha sonra. Hanımefendinin şu cümlesindeki güzelliğine bakar mısınız? Bu arada, İbrahim Maraş’ın kulakları çınlasın:
But legends are there to tell us what history has forgotten.
Ama masallar bize tarihin unuttu[rdu]klarını hatırlatmak için var.
Martin Heidegger ve Jürgen Habermas Dr. Schmidt’in en favori filozoflarıydılar, aslında ilginç; değil mi? Yani bu ikiliyi bir arada düşünmek tuhaf, fakat mümkün demek ki. Lisede en ciddi sunumlarımdan birini, biyolojide protein biyosentezi konusunda olanın yanı sıra, Almanca dersinde Heidegger’nın Sein und Zeit metni üzerine yapmıştım; Dr. Schmidt’in tavsiyesi doğrultusunda. O zamanlar sanki çakıl çiğnemek zorundaymışım gibi gelmişti bana. Zor bir metin aynısı nitekim, yeni başlayanlar için en azından. İçerik olarak değil, dil olarak. Zamanla alışıyor insan ama. Aslında felsefi metinlerin geneli için Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus’un önsözünün ilk cümlesinde söylediğini söyleyebiliriz, belki de bütün metinler için haddizatında.
Dieses Buch wird vielleicht nur der verstehen, der die Gedanken, die darin ausgedrückt sind -oder doch ähnliche Gedanken- schon selbst einmal gedacht hat.
Bu [metni] belki de ancak içinde serdedilen düşünceleri -ya da benzeri düşünceleri- daha önce kendisi de düşünmüş olan anlayacaktır.
Dolayısıyla Heidegger, aynen Friedrich Hegel ve Habermas gibi, içerik olarak hiçbir zaman zorlamadılar beni. İçeriye girerken az biraz zorlanmış olsam da içeri girdikten sonra hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yabancılık çekmedim. Ki henüz, her ne kadar felsefeyle yoğunca ilgileniyor olsam da, aynısını meslek edinmek gibi bir niyetim de yoktu o zamanlar üstelik. Hekim olmak istiyordum sadece, kendimi bildim bileli aslında. Almancada öyle deriz: Erstens kommt es anderns zweitens als man denkt, yani hem farklı gelir hem de düşündüğünden. Gerçekten de düşündüğümden çok farklı bir yol takip etti hayatım. Annem, babam, babaannem ve çocuklarımdan başka hiçbir şeyini sevmedim. Belki biraz da Sarıyer’i. Zor bir hayatın olacak demişti Dr. Schmidt vedalaşırken. Ondan sonra da bir daha görüşmedik zaten.
Kadınlardan en sık duyduğum cümle: Sen kimseyi sevemezsin. Aslında beni neden sevmiyorsun demenin başka bir şekli bu; da neyse. Sevmesini beceremediğim doğru ama, dolayısıyla sevilmesini de.
2
Lévinas sagt irgendwo, dass das Subjekt ein Gastgeber sei, der das Unendliche jenseits seiner Aufnahmefähigkeit zu empfangen habe. Das heißt, dass ich da empfange oder empfangen muss, wo ich nicht empfangen kann, da, wo das Eintreffen des anderen mir lästig ist, wo mein Haus zu klein für ihn erscheint: Der andere wird Unordnung in mein Haus bringen, und ich kann nicht vorhersehen, ob er sich hier, in meiner Stadt, in meinem Staat, in meiner Nation, gut benehmen wird. Die Ankunft des Ankömmlings wird also nur da ein Ereignis sein, wo ich nicht in der Lage bin, ihn zu empfangen – oder vielmehr empfange ich ihn nur und gerade da, wo ich nicht dazu in der Lage bin. Die Ankunft des Ankömmlings ist das absolut Andere, das über mich hereinbricht.
Levinas bir yerde, öznenin kendi kapasitesinin ötesinde olan sonsuza kucak açmakla yükümlü olan ev sahibi olduğunu söyler. Bu demek, ben ancak kucak açamadığım, ötekinin varışının beni rahatımdan ettiği, evimin onu içine almaktan aciz kaldığı yerde kucak açabilirim, açmak zorunda kalırım haddizatında: Öteki düzensizlik getirecektir evime[, biliyorum] ve onun burada, şehrimde, devletimde, ulusumda gerektiği gibi davranıp davranmayacağını ön göremiyorum. Dolayısıyla ötekinin varışı ancak ona kucak açamayacağım zaman bir olay [Ereignis, Martin Heidegger] olabilir- aslında ona sadece ona kucak açamayacağım noktada ve ancak o zaman kucak açabilirim. Varanın varışı aniden üzerime çöken büsbütün/mutlak ötekidir.
Jacques Derrida
Shlomo Malka: Emmanuel Levinas, you are the philosopher of the ‘other’. Isn’t history, isn’t politics the very site of the encounter with the ‘other’, and for the Israeli, isn’t the ‘other’ above all the Palestinian?
Emmanuel Levinas, siz ‘öteki’ filozofusunuz. Tarih değil mi, siyaset değil mi tam da ‘öteki’ ile muhatap olunan mekân ve İsrailliler için haddizatında hepsinden önce Filistinliler değil midir ‘öteki’ olan?
Emmanuel Levinas: My definition of the other is completely different. The other is the neighbour, who is not necessarily kin, but who can be. And in that sense, if you’re for the other, you’re for the neighbour. But if your neighbour attacks another neighbour or treats him unjustly, what can you do? Then alterity takes on another character, in alterity we can find an enemy, or at least then we are faced with the problem of knowing who is right and who is wrong, who is just and who is unjust. There are people who are wrong.
Benim ‘öteki’ tanımım tamamen farklı. Öteki komşu olandır, ki yakınınız/akrabanız olması da gerekmiyor bu bağlamda, olabilir de ama. Dolayısıyla bu anlamda eğer ötekiden yana iseniz, komşu olandan yanasınız. Da, şayet komşunuz diğer bir komşuya saldırıyorsa, ona zulüm ediyorsa ne yapabilirsiniz ki? Bu durumda başkalılık farklı bir karaktere bürünür, başkalılıkta bir düşmana rastlayabiliriz, en azından kimin haklı kimin haksız, kimin adil kimin zalim olduğunu bilmek zorunda kalırız. Yanlış yolda olan insanlar var.
El hak, doğrudur; yanlış yolda olan insanlar var, bu konuda haklı Yahudi. Genelde ezan biter bitmez çıkardım evden cuma günleri. Camii yakın. Önce Hz. Peygamberin öğrettiği gibi iki rekât namazımı kılar, ardından oturur beklerdim. Sonra imam hutbeye çıkar, kendisine Ankara’dan gönderilen bildiriyi okur, ben de onu dinlerdim. Bildiri sonunda dua ederdi hoca. Allah’tan ümmeti, vatanı, milleti, orduyu ve devleti korumasını isterdi, ben de ellerimi açar âmin derdim. Yalnız dikkat ederdim; imamın devlet dediği noktada ellerimi geri çeker susardım. Nitekim rakı/şarap üreticisi, kumarhane işletmecisi, faiz alıcısı ve vericisi, dolayısıyla tefeci ve tabii ki bu işlerle yakından alakalı, ki zikretmeye gerek yok, diğer bazı sektörel faaliyetlerde bulunan bir devleti korumasını Rabbimden istemenin doğru olup olmadığını bilemezdim. Korkardım yanlış yapmaktan, utanırdım Rabbimden. Dolayısıyla riske girmezdim hiç. Nihayet en sonunda iki rekât daha namaz kılar, bu sefer imamla birlikte, ardından çıkar camiden eve gelirdim. Ama içim hiç huzur bulmazdı, sürekli içimi kemiren bir şey vardı. Alırdım kitabımı elime eve gelince, uzanırdım sedirime ve başlardım okumaya; rahatlardım. Çok ilginç. Kırk beş sene sonra dahi insanın her sayfada yeni bir şeyler öğrenmesi gerçekten çok ilginç. Hem de defalarca okuduğu bir kitabın defalarca okuduğu sayfalarında. Orhan Pumuk’un söylediği gibi bir şey var burada galiba; kim bilir:
Hayata, o bir seferlik araba yolculuğu bitince yeniden başlayamazsın ama elinde bir kitap varsa ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun, o kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin.
İngilizcesi daha mı güzel sanki:
You cannot embark on life, that one-off coach ride, once again when it is over,
but if you have a book in your hand, no matter how complex or difficult, when you have finished it, you can, if you wish, go back to the beginning, read it again, and thus understand that which is difficult and, with it, understand life as well.
Şaka, şaka.
Sen değiştikçe seninle birlikte elindeki kitap da, belki de sadece elindeki kitap değil her şey, aynı kalsa da aslında, değişiyor haddizatında. By the way. Günlerden bir gün, Almanya’da, muhtemelen benim uzaklarda olduğum bir zamanda, Ömer Faruk cumaya gitmiş. Ben döndükten sonra anlatıyor bana meseleyi; yani, başka ne zaman anlatacaktı ki? Benimki de laf işte. Yo, telefonda da anlatmış olabilir mesela. Neyse. Camiye girmiş, biraz da geç kalmış aslında, ve benden öğrendiği gibi, ki ben de Hz. Peygamberden öğrendim, yerine oturmadan önce iki rekât namaz kılmış. Ardından oturmuş yerine ve yine, Emevîlerden değil, Hz. Peygamberden öğrendiğimiz gibi, tek bir çıt dahi çıkarmadan ve hareket etmeden imamı dinlemeye koyulmuş. Namazın ardından imam yanına gelmiş Ömer Faruk’un ve imam hutbedeyken namaz kılınmaz, oturulur ve dinlenir diye ikaz etmiş. Benim, kelimenin tam anlamıyla, dolayısıyla ironiden ari, akıllı oğlum, teşekkür etmiş hocaya bunun üzerine, nitekim saygıda kusur etmez, ve ben ne yapmam gerektiğini çok iyi biliyorum hocam, siz lütfen rahat olun demiş.
Bu din, yani İslam, Allah’ın dinidir, devletin ya da milletin değil. Diyanetin hiç değil. Ve son derece açıktır aynısı. Dolayısıyla ucuz kahramanlıklar kimseye bir şey kazandırmaz. Gizlisi saklısı yoktur yani bu dinin. Kimseye güzel görünmek gibi bir derdi de. Deist mi olacaksın, agnostik mi, yoksa ateist mi, ya da başka bir şey mi? Kapı orada bak. Vatan, bayrak, toprak, millet, dil ve benzeri, Türkçede günlük dilde anlaşıldıkları şekilde, sözde kutsallar yoktur onun lügatinde. Ama Kürtler ve Araplar için de geçerlidir bu, sadece Türkler için değil. Nitekim Müslümana her yer Trabzon, pardon vatan. Ve bu dinin ne olduğuna ve nasıl icra edilmesi gerektiğine Alemlerin Rabbi bizzat kendisi karar verir, yoksa İlahiyatın Cem Yılmaz’ı İsrafil Balcı ya da filozofottirik Şahin Filiz ve ama, henüz daha yeni tanıdım, biraz önce Taha Abdurrahman eleştirisini okudum, önüme düştü öyle, ama hiç sevmedim, gerçekten hiç, son derece antipatik, İbrahim Maraş da değil. Haliyle, sayın Abdurrahman’ın, ki aslında, yanlış hatırlamıyorsam, Taha’dır soyadı, ön ismi Abdurrahman, konuşması için seçtiği başlık, en azından bir filozof için, oldukça irrite edici, d’accord: Özgün bir İslam Felsefesini nasıl kurarız? Yani saygıdeğer ve muhterem Hocam, felsefe öyle sofra kurar gibi kurulmaz ki, dolayısıyla bir araya gelip de konuşarak, tartışarak, ne bileyim işte onu bunu yaparak felsefe meydana getirilemez. Felsefe, her şey gibi aslında, insan gibi dahi haddizatında, hayatla diyalektik bir seyir içerisinde gelişir ve oluşur. İhtiyaca binaen, o da ihtiyaç varsa tabii ki, ve ihtiyaçlar doğrultusunda. Ki bunu kendisi de, kısmen de olsa, söylüyor zaten sayın filozof, dolayısıyla başlık’ın ona ait olmadığını, ya da çeviride, her zamanki gibi, küçük bir işgüzarlık yapıldığını düşünüyorum. Ha ona aitse şayet başlık, dediklerim onun için de geçerli. Hadi gel, bizim de bir tane olsun diyerek olmuyor bu iş yani. Sizin değil ama bizim atalarımız dinlerini böyle edinmişler zaten, dolayısıyla bir dinimiz olsun demişler, aramışlar, sormuşlar, etrafa bakınmışlar ve kendilerine, bu demek hedeflerine, en uygun din olarak İslam’ı seçmişler. Sonra da kendilerine benzetmişler onu. Korkarım ki felsefenin de başına bu gidişle aynısı gelecek bu topraklarda. Dini Allah koruyor Elhamdulillah, da felsefeyi kim koruyacak Türklerden? Bir de şu, ki burası çok önemli, çağımızın Gazali’si deniliyor kendisine. Ben olsam onun yerine adımın söz konusu isimle yan yana gelmemesine azami derecede dikkat gösterirdim. Gazali’yi, ve tabii ki stepnelerini de, eleştirirken yanlış uçtan tutuyorlar genellikle bizim memlekette, nitekim Gazali hiçbir şeyin, ne aklın ne felsefenin ne de bilimin önünü kesmedi. Haddizatında onun, ve stepnelerinin, neyin önünü kestiği değil, neyin önünü açtığıdır önemli olan ve eleştirilmesi gereken. Jacques Derrida’yı sevmeyenler çok, hatta ona yakın olanları da. Paul de Man, Geoffrey Hartmann, J. Hillis Miller ve Harold Bloom. Aynıları ustayla birlikte aslında The Yale School of Deconstruction olarak bir araya getirilir. Fakat aynılarına kendilerinden haz etmeyenler tarafından takılan ilginç bir isim var: The Yale Mafia of Deconstruction, ya da, daha bilinen şekilde, The Hermeneutical Mafia. Ne güzel değil mi? Ben de düşündüm, bizde de var böyle mafyalar dedim, mesela Tus mafyası. Dolayısıyla Nizam al-Mülk, Gazali ve Nizam’ın tüm entourage’nı The Tus Mafia of Reconstruction başlığı altında bir araya topladım. Gerçekten tam bir mafya. İyi değil mi? Neyse.
Dolayısıyla sevgili ve kıymetli fötr şapkalı hocam, ki bu cümleyi ironi olsun diye değil, aklı basmadığından, mesela sayın Maraş ve avaneleri gibi, seksen yaşında bir pir-i faniyle alay etmek için kendince komik olduğunu sanan güruha işaret etmek için söyledim, hayat önünüze bir sorun çıkarır, siz çözersiniz, sonra bir daha, sonra bir daha derken bakmışsınız ki size özgü bir sorun çözme, bir düşünme tarzı, yani bir kültür, dolayısıyla da bir gelenek oluşmuş. Yapmanız gereken sadece herkesin, madem İslam felsefesi dediniz o halde bütün Müslümanların, ama isteyen her Müslümanın, bilâ kayd-u şart, katılabileceği özgür bir zemin oluşturmak; hepsi bu. Zor olan da bu ama. Ondan sonra bekleyeceksiniz maalesef, on yıllar, yüzyıllar. Bugünden yarına olmaz. Ama yine de, ben sevdim kendisini, sayın Abdurrahman’ı yani, sayın Maraş’ı ise hiç mi hiç sevmedim. Sanırım Arapları Türklerden ve Kürtlerden daha çok seviyorum. O kadarı kadı kızında da oluyormuş ya hani. Siz Türkler diyorsunuz, biz Almanlarla alakası yok.
Hz. Ömer de karar veremez dinin ne olduğuna ve nasıl icra edilmesi gerektiğine ama, Hz. Ali de değil üstelik, Ebu Hanife de değil tabii ki, Şafi de değil. Buhari de değil, Müslim de değil, İmam Eş’ari de değil, İmam Maturidi de değil. Ebu Hamid al-Gazali, aman aman o eksik olsun zaten, hiç değil. Stepne Gazaliler de. Ne demişti Leopold von Ranke:
Jede Epoche ist unmittelbar zu Gott, und ihr Wert beruht gar nicht auf dem, was aus ihr hervorgeht, sondern in ihrer Existenz selbst, in ihrem Eigenen selbst.
Her dönem Allah’a aynı uzaklıktadır; aralıksızca onunla karşı karşıyadır. Ve söz konusu dönemin kıymeti hiç de kendisinden neşet edende değil, bizzat kendi kendisindedir, kendi benliğinde.
Bu Allah indinde de böyledir. Allah hiçbir kulunu başka hiçbir kulu için feda etmez. Hiçbir kulunu, takva dışında, diğer hiçbir kulundan daha fazla sevmez. Dolayısıyla herkes kendi başının çaresine kendisi bakacak. Bu demek lineer ve kümülatif bir süreç, yani, bilim dışında, dolayısıyla dünyayla teknik açıdan başa çıkabilme çabası hariç, hiçbir şeyin mümkün oldukça biriktirilmemesi gerekir; özellikle de dinin tabii ki. Din büyümez de genişlemez de; gelişmez de, gerilemez de ama; ama küçülmez de ve daralmaz da. Kısacası o değişmez yani. Biriken kendisi kendiliğinden yolunu buluyor ve birikiyor zaten, önüne geçemiyorsun. Malik ibn Enes demişti ya hani اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ وَاَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتٖي وَرَضٖيتُ لَكُمُ الْاِسْلَامَ دٖيناًؕ ayetinden sonra ortaya çıkan hiçbir şey dinden sayılmaz diye, ha işte meseleye böyle bakmak gerekir. Haliyle, Allah bizzat gelip de dini bize kendisi öğretmez, o işi Peygamberlere yaptırır. Kimi seveceğimizi, ne kadar seveceğimizi, kimden nefret edeceğimizi, ne kadar nefret edeceğimizi O belirler. Hatta tuvalete hangi ayakla girip hangi ayakla çıkacağımızı dahi. Eşimize nasıl yaklaşıp, nasıl yaklaşmayacağımızı da. Nereye nasıl tüküreceğimizi, kürdanı hangi şartlarda nasıl kullanacağımızı, kime nasıl selam verip nasıl selam alacağımızı, kime selam vermeyeceğimizi, nasıl temizleneceğimizi, hangi elle, dolayısıyla nasıl yiyeceğimizi, ne yiyeceğimizi ve hatta nasıl ve nereye işeyeceğimizi bile. Evet, milyarlarca ışık yılı genişliğinde, belki de sonsuz, ne demekse artık, bu komplex evreni, Matematiği, Fiziği, Kimyayı, Biyolojiyi, Canlıları, Cansızları, Güneşi, Ay’ı, ne bileyim işte Zekânın doğalını da yapayını da, Kuantumları, Atomları, Kara Delikleri, Gezegenleri ve Galaksileri yaratan, bunca güzellikleri var eden, her şeye gücü yeten ve her şeyi idare eden merhameti bol Rabbim, teşbihte hata olmaz, işi gücü bırakır ve benim, Mustafa Küçükhüseyin Jr.’un, ayak yoluyla ve yatak odasıyla ilgilenir. Seninkiyle de üstelik. Hoşuna gitsin ya da gitmesin, ama bu böyle. Kimse inanmak zorunda değil. Ve bu değişmeyecek de, nereni yırtarsan yırt; yırttığınla kalırsın. Yapma, boşu boşuna kanatırsın. Ama yine de sen bilirsin tabii ki. Yarım asırdır, özellikle de aynısının son yarısı, aslında dibine kadar sizden ama bizdenmiş gibi içimize soktuğunuz ve kendi davasını Allah’ın davasıymış gibi pazarlayan ve satan İslamcı Kirli Görüş embesil güruhu bile değiştiremedi bunu ve değiştiremeyecek de. Bakmayın birbirlerini yediklerine siz, onların derdi başka. Savunan adamı da bir bunların uzun olanı da. Allah dinini, nasıl ki onca düşmana ve zorbalara rağmen tamamlayıp bu günlere getirdi, işte bugünkü bu düşman ve zorbalara karşı da koruyacak onu ve son güne kadar taşıyacaktır. Nurlusundan da koruyacaktır dinini O, Nursuzundan da. Nurcusundan da üstelik. Diyanetinden de. Döneninden de duranından da, oturanından da, zıplayanından da, yan gelip yatanından da üstelik. Ve tabii ki uçanından da, kaçanından da. Salya sümük ağlayanından da. Eşkıyasından da evliyasından da. Kılıç kalkan oynayanından da. Fırka-i Naciye’den bile, hatta Ehli Sünnetten de. Ya bizimle ya bizsiz. Allah’a kul mu yok?
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَـرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمٖيدُ
اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدٖيدٍۚ
وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَزٖيزٍ
Ama artık, dolayısıyla 05.07.2024 tarihinden itibaren, cumalara gitmiyorum, gidemiyorum. Ayaklarım taşımıyor. Vakit namazlarına gitmeyi çok daha önceden bırakmıştım zaten. İçimde bir huzursuzluk vardı dedim ya biraz önce yukarıda, ha işte o huzursuzluk boğmaya başlamıştı nitekim. Öyle ya; kendisini korumasını Rabbimden istemekten korktuğum ve utandığım bir devletin bir kurumunun, dolayısıyla söz konusu devletin bizzat kendisinin, tayin ettiği bir imamın arkasında namaz kılmamı hoş karşılar mıydı merhametlilerin merhametlisi Rabbim acaba? Buna onay verir miydi? Bilemedim. Çıkamadım işin içinden. Çaresiz kaldım. Bir müftüye sorayım dedim ilk önce, de adam, ya da kadın, ki sanırım artık kadın müftülerde var, şayet yanılmıyorsam, belki de her zaman vardı, bilemedim şimdi, ne diyecek ki bana diye düşündüm sonra, yok, benim arkamda namaz kılamazsın, çünkü namazın fasit olur mu? Dolayısıyla vazgeçtim. Sandığım kadar çaresiz değildim ama aslında, Peygamberim vardı:
Ey [Mustafa], kalbine sor, nefsine sor; iyi, nefsin tatmin olduğu, huzur bulduğu davranıştır, kötü ise nefsi huzursuz eden ve göğüste tereddüde sebep olandır; insanlar sana fetva verseler de sana fetva verseler de!
Cumaları namazımı, öğle namazını yani, evde kılıyorum artık. Kolay olmadı bu kararı almak tabii ki, fakat almak zorundaydım. Önceleri düşündüm, acaba sen işi kolayına getirip kaytarmak mı istiyorsun? Nitekim yapman gereken ama yapmadığın o kadar çok şey var ki. Cuma’ya sıra gelene kadar neler var neler. Böyle olmadığına kendimi ikna etmem, dolayısıyla bir yerden başlamam gerekiyordu; durduğum yerden. Her Cuma yine eskiden olduğu gibi erkenden kalkıyorum, abdestimi alıyorum, ardından ezanı bekliyorum. Ezan biter bitmez camiye iniyorum ve namaz bitene kadar caminin etrafında dolaşıyorum. Ne zaman cemaat çıkmaya başlıyor camiden, o zaman ben de eve dönüyorum. Ama şeytan durmuyor. Sen diyor bunu aslında komşular seni cuma günü namaza giderken görsünler diye yapıyorsun, dolayısıyla hem kılmıyorsun hem de insanların gözünde kılıyor gözüküyorsun. Şeytan işte, beni alt edebileceğini düşünüyor. Mahalleye yayacağım Cuma Namazlarını kılmadığımı ve neden kılmadığımı, dolayısıyla cuma günleri ezandan sonra aşağıya inerken kimse namaza gittiğimi düşünmeyecek artık. Başka şeyler düşünecekler muhtemelen, belki de gülecekler. De bu onların sorunu. Ama mesele, en azından bu bağlamda, bununla da bitmiyor.
Hatırlıyorum, bir zamanlar, Allah’a ve Rasulüne din öğretmeye kalktığım o zamanlar, Paris’te, Gare du Nord’un tam önünde, güneşin batmasına 15 dakika kala seccademi yere sermiş ve tayin edebildiğim kadarıyla belirlediğim istikamete yönelerek namazımı ifa etmiştim. Yetişirim sanmıştım nitekim, fakat yetişemeyeceğimi anlamıştım. Ama uygun bir yer bulana kadar da vakti oldukça geçirmiştim; Allah affetsin. Kaldırımda çıkmıştım Rabbimin huzuruna en sonunda. Kimse rahatsız olmamıştı, etmemişti de, de bugün olsa muhtemelen o kadar rahat bırakmazlar beni. Nereden nereye. Ne değişti, ne oldu? Asrın lideri başa geçti, acaba ondan olabilir mi? Belki. Tabii ki Beşiktaş ya da Taksim meydanında, hatta Fatih veya Çarşamba’da ve hatta Üsküdar’da bile seccadeyi yere serip namaza durmak Paris’teki kadar kolay olmaz. Her taraf cami dolu, gir birine kıl namazını, artistliğin lüzumu yok, sokak ortasında namaz mı kılınırmış diye tepkilere muhatap olmak ağırlıkla muhtemel. Gel de çık işin içinden, anlat anlatabilirsen. Rabbim vermiş kolaylığını oysa, Peygamberim de göstermiş:
Abdullah ibn Ömer r.a dan; o şöyle dedi: Rasulullah s.a.v seferi olmayıp mukim iken öğlen ile ikindi ve akşam ile yatsı namazlarını bize cem ederek kıldırdı. Birisi ibni Ömer’e: Rasulullah s.a.v bunu niçin yaptı dersin? diye sordu. İbni Ömer: Ümmetinden bir kimse cem etmek isterse, ona güçlük olmasın diye, cevap verdi.
Dolayısıyla dışarı çıkacağım günler, ki son derece nadirendir aynıları, öğle ve ikindiyi, cem-i takdim, ve akşam ve yatsıyı, cem-i tehir, birleştirerek kılıyorum. Sabah erken çıkmam gerekirse ve yetişmem mümkün değilse şayet, bu sefer öğle ile ikindiyi ikindi vaktinde, cem-i tehir, birleştirerek kılıyorum. İçim rahat, huzurluyum. Elhamdulillah. Hesabımı Rabbime vereceğim hesap gününde ve o beni çok iyi biliyor. Nitekim اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَؕ وَهُوَ اللَّطٖيفُ الْخَبٖيرُࣖ. Ama zalimlere ve hırsızlara, bu demek ateşe kesinlikle ve katiyen meyil etmeyeceğim:
وَلَا تَرْكَـنُٓوا اِلَى الَّذٖينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ
3
Ein moderner Mann denkt nicht nihilistisch; er bringt Ordnung in seine Gedanken und schafft sich eine Grundlage für seine Existenz. Diese Grundlage beruht für viele der Heutigen auf Resignation, aber Resignation ist kein Nihilismus; Resignation führt ihre Perspektiven bis an den Rand des Dunkels, aber sie bewahrt Haltung auch vor diesem Dunkel.
Modern bir adam nihilistik düşünmez; düşüncelerine düzen getirir o ve varoluşu için bir temel oluşturur. Bu temel bugünkü birçokları için teslimiyettir/vazgeçmektir ama teslimiyet/vazgeçmek nihilizm değildir; teslimiyet/vazgeçmek bakış açılarını karanlığın kenarına kadar götürür, ama o karanlık önünde adam gibi dimdik ayakta durur[ ve bekler].
Gottfried Benn
İşte tam orada, o karanlığın önünde adam gibi dimdik ayakta dururken teslimiyet, dolayısıyla modern adam ve beklerken, Allah’ın vaadi gerçekleşir ve tutar kulunun elinden merhametlilerin en merhametlisi Rabbim söz verdiği gibi o an ve kulunu o karanlığın önünden alır aydınlığa taşır. Kul Rabbini karanlığın önünde bekler, Rabbi de kulunu karanlığın önünden alır. Ama önce o karanlığın önüne kadar gitmek gerekir tabii ki. Sahte aydınlıkları geride bırakmak. Neyse, bu bir bahs-i diğer. Kendimi tanımlamam istense benden, dışlayıcı olarak ‘Ben bir Müslümanım’ derim, başka da bir şey söylemem. Memleketim Trabzon, uyruğum Alman, annem babam Türk, dolayısıyla içinde yetişip büyüdüğüm kültür evde Türk ev dışında Alman kültürü. Kendimi modern bir birey olarak kabul ediyorum, Modernizm ve Aydınlanma taraftarıyım, akla ve bilime önem veriyorum, bireyin otonom olması gerektiğini savunuyorum, yani neyin doğru neyin güzel ve neyin iyi olduğuna bizzat bireyin kendisi karar vermeli. Şeriatçıyım, İslamcıları hiç sevmiyorum, Kemalistleri, ateistleri, deistleri, agnostikleri, evrimcileri ve hatta kreasiyonistleri de. Allah için sevmiyorum bunların hiçbirini. İslam Şeriatına bağlıyım, Allah (Helal, Haram) ve Rasulünün (Yasal, Yasak) çizdikleri çizgiler dahilinde, dolayısıyla onların öngördükleri şekilde hayatımı idame ettirmeye gayret ediyorum. Herhangi bir mezhep bağım yok. Çocukluğumda etrafımda ya da camide gördüklerim rahatsız etmediği sürece onları uygulamaya devam ediyorum, irrite olursam ya da acaba dersem hadislere bakıyorum. Hadisleri tercih ederken aynılarının kalbimdeki Peygamber resmine uyup uymadıklarını önemserim. Sahih, zayıf ve benzeri kavramlar benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Nitekim en sahih dediğiniz hadis de yalan çıkabilir, en zayıf dediğiniz hadis de doğru. Bunun bir garantisi yok. Meseleyi birilerinin belirledikleri yöntemin sırtına yükleyerek işin içinden çıkabileceğimi düşünmüyorum yani. Kararı ben veririm, her zaman. Beni ilgilendiren hiçbir şeyin kararını benden başka hiçbir kuruma devretmem, hiçbir zaman. Nitekim, Allah korusun ama, ateşe girilmesi gerekirse oraya giren ben olacağım. Allah’a nasıl kulluk yapacağım konusunda Hz. Peygamber dışında kimsenin sözünü dikkate almam. Hz. Peygamberin arkadaşları, dostları benim için çok önemlidir, onları çok sever ve sayarım, ama o kadar. Onların yolu onların yolu, benim yolum benim yolum. Aynı şekilde bugüne değin kendilerince Müslümanlar faydalansınlar diye çalışıp eser üreten onca bilge insana da saygı duyuyorum, ama o kadar. Kaldı ki Immanuel Kant, Jacques Derrida, Martin Heidegger ya da Rene Descartes’a da saygı duyuyorum. Müslümanları seviyorum ama bir de ayrıca. Tek amacım Alemlerin Rabbini razı etmek, onun rızasını kazanmak. Ümmetçi değilim, olmadım hiçbir zaman, vicdana ya da fıtrata inanmam ve güvenmem de; ahlaka daha az güvenirim. Birlikte yaşam alanının mümkün oldukça yasalarla düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kimse kimsenin ahlakına ya da vicdanına, fıtratına hiç, emanet edilmemeli. İyi olmak isteyen için buna rağmen yol o kadar çok ki. Öyle ki iyi olmamak için kötü olmaktan başka yol yok. Dolayısıyla, mesela, minibüste ya da otobüste hamile olmayan bir kadın veya bir erkek, bir genç ve hatta bir çocuk, hamile olan bir kadına, ya da yaşlı veya engelli bir vatandaşa, yer vermek zorundadır, vermediği ve aynı davranışın tespit edildiği durumlarda yetişkinlerin kendilerinin, çocukların ise velilerinin uygun şekilde cezalandırılmaları gerekir. Yine, mesela, maddi imkansızlıklar dolayısıyla gerekli tıbbi ya da çocuğunun, bu oyuncak olur, çikolata olur, kıyafet olur, okul için gerekli enstrüman olur, ihtiyacını karşılayamayan vatandaşın 5 ya da 10 ev çapındaki komşuları, ki bunun kapsamını yasa koyucu belirleyecektir, uygun şekilde cezalandırılır. Bu bir lütuf değil, bir haktır, yani öyle olması gerekir. Bütün bu söylediklerim bazılarına göre bir arada yürütülemez belki. Ama sizi temin ederim, emin olun, yürütülüyor, dolayısıyla Bektaşi’nin dediği gibi, ben yaptım, hep yapıyorum haddizatında ve oluyor. Dolayısıyla yürütmek isteyen yürütür, yürütmek istemeyen ise yürütmez; belki de yürütemez. Ama ne yürürün ne de yürümezin kararını vermek kimsenin haddi değil.
4
In particular, I have used three wellwritten, authoritative biographies to place my subject in a larger context. These are the studies of Klaus Kreiser, Andrew Mango, and Şerafettin Turan.
Meseleyi daha geniş bir bağlama oturtabilmek için özellikle üç iyi yazılmış ve yetkin biyografi metinlerini kullandım. Söz konusu araştırmalar Klaus Kreiser, Andrew Mango ve Şerafettin Turan’a ait.
Şükrü Hanioğlu
Insgesamt war meine Arbeit einfacher als die vieler türkischer Biographen, deren persönliches Engagement in den Konflikten der Gegenwart ihre Sichtweise beeinflusst.
Son tahlilde benim işim halihazırda yürütülen tartışmalarda sahip oldukları kişisel angajmanları dolayısıyla meseleye bakışları bulanıklaşan Türk biyograflara göre daha kolaydı.
Klaus Kreiser
Sadece İslamcıları değil ama, İslamcıların hiçbir şeyini sevmiyorum, dolayısıyla İSAM denilen o ne idüğü belirsiz kurumu da. Haliyle kalkıp oraya gidip Taha Abdurrahman’ı dinlemek gibi bir niyetim olmadı hiç. İçeriye de giremezdim, almazlardı zaten. Gerekli şartları yerine getirmiyorum muhtemelen. Şaka, şaka. O kadar da değil yani. Değil mi acaba? Üstelik hava bu kadar da sıcakken. Daha sonra çekimini izledim, aslında izleyemedim, ki nedenini birazdan açıklayacağım. Birkaç kez bulundum orada ama, ve emin olun, orayı ve oradakileri, biliyorum genelliyorum, Allah affetsin, sevmemek için o kadar çok sebebim var ki, ki sadece benim için değil, aklı ve kalbi ve tabii ki Hz. Muhammed’e ittibaı olan herkes için geçerli olması gereken sebepler bunlar. Tuhaf, eğreti bir havası var. Her anlamda, özellikle zihinsel bir gecekondu adeta. Almancada deriz: Was du nicht im Kopf hast, musst du in den Beinen haben. Dolayısıyla, kafanda yoksa ayaklarında olmalı. Biraz, derler ya, aklın yetmiyorsa ellerin ayakların girecek devreye, bu demek ya kaçacaksın ya vurup kıracaksın. İslamcılar da aklın yetmiyorsa cebin girecek devreye demişler sanki ve gerçekten de cebin yeteceğini sanmışlar. Tabii ki yetmemiş. Temel bir gün karar vermiş ve demiş ki, bu İstanbul Türkçesini o kadar iyi öğreneceğim ki, kimse Trabzonlu olduğumu anlamayacak. Öğrenmiş de. Sevdiği bir arkadaşını ve ailesini ziyarete gitmişler eşiyle birlikte bir akşam ama evde bulamamışlar onları. Ertesi akşam yine, ertesi akşam yine. Bu sefer aklı ermiş ve gitmeden önce telefonla aramış ve o muhteşem İstanbul Türkçesiyle, beyefendi, kaç gündür eşimle birlikte sizleri ziyarete geliyoruz ama sizi bir türlü evde bulamayruk demiş. Temel gibi İslamcılar da, ne yaparsa yapsınlar, bir yerde patlak veriyorlar işte. Bunun en güzel örneğini bizzat aynı toplantının daha henüz başında sayın Mehmet Görmez verdi haddizatında. Zaten o noktada kestim yayını ve devam etmedim, edemedim. Tabii ki, ahlaki ve insani hassasiyetleri körelmiş kalpler için teferruattır benim söyleyeceğim şeyler, bunlara takılmamak gerekir, ama biz Müslümanlar ve insana değer veren diğer insanlar için değil tabii ki. Hatırlıyorum, üzülerek ve acı çekerek, bir akşam arkadaşlarla oturmuş sohbet ediyoruz. Aramıza tanımadığım, mahcup ve saygılı fakat ilgili bir beyefendi katıldı bir süre sonra. Usulca ve kimseyi rahatsız etmeden bir kenara geçip oturdu ve dinlemeye koyuldu. Ne anlatıyordum hatırlamıyorum şimdi, fakat konuşmamı tamamladıktan sonra beyefendi yanıma geldi ve bir soru sordu. Çok gencim henüz, yirmili yaşların ortasında, yakışıklı, heyecanlı ve kendinden emin. Hala daha öyleyim gerçi de neyse. Cevaplamaya çalıştım beyefendinin sorusunu elimden geldiğince, fakat sanırım yeteri kadar açıklayıcı olmamış. Tekrar açıklamaya çalıştım ve tekrar. En sonunda, nitekim dördüncü kez açıklamam istenince, nazikçe, sanırım bu konuda biraz eksiğiniz var, dolayısıyla bu durumda meseleyi size anlatabilmem mümkün gözükmüyor dedim. Hayatımda hiçbir zaman beyefendinin söylediklerim üzerine dışa vurduğu o yüz ifadesini unutmayacağım. Utanmıştı ve özür dileyerek yanımdan uzaklaştı. Ben korkmuştum, çok korkmuştum. Affedilmesi mümkün olmayan bir hata, hatta bir günah işlemiştim. Bir insanın onurunu incitmiştim. Bu durumda özür dilemek, bağışlamasını rica etmek hiçbir şeye yaramazdı, dolayısıyla yapmadım. Affetmemeliydi beni zaten, beni Allah’a havale etmeliydi, hak etmiştim. Muhtemelen bir eşi vardı ve de çocukları ve bir insanın eşi ve çocuklarına karşı kendisini benim yüzümden yetersiz hissetmesi işlenebilecek en büyük cürümlerden biriydi. O gün bugündür o beyefendinin yüz ifadesini hiçbir kere daha gözümün önünden ayırmadım. Otobüs ya da minibüste yer açılsa bile sonradan, daha önce yanıma oturmuş olan bir insanın, acaba benim yüzümden mi kalktı diye düşünmesine ve belki de utanmasına yol açmamak için yerimden kalkmam. Haliyle, doğam gereği fevriyimdir bazıları, fakat kim olursa olsun bir insanın, ama tam da o insanın, insanlığın değil, onuru dünyevi her şeyin üstündedir.
Programın henüz başıydı dediğim gibi ve tercümeyle görevlendirilmiş beyefendi sayın Abdurrahman’ın selamlama faslını çevirmek üzereydi. Sayın Görmez kendi isminin zikredildiği noktada çevirmene, son derece saygısız bir el hareketi eşliğinde, müdahale ederek —geçelim hocam geçelim— beyefendinin dengesini bozdu. Devam etmeden önce kısaca duraksadı kendisi nitekim. Ne gerek vardı buna? Zaman mı yoktu? Dinleyicilerin acelesi mi vardı? Yoksa ne? Hiçbirisi tabii ki. Bir de tam kendi ismi zikredilirken. Sahte bir tevazu gösterisi olmasın sakın? Aslında bütün mesele tam olarak burada düğümleniyor işte. Burası doğu işte, tam da bunun için doğu. Burada sistem kendisini ayakta tutabilmek için işler, dolayısıyla sistemin gayesi var kalmaktır sadece. Sürekli burnunu sokar her şeye, kendisini gösterir bir şekilde. Buradayım ha, ona göre der. Nitekim Görmez’in bu hareketi, bilinçli sebebi ne olursa olsun, bilinçaltı üzerinden koca bir kültürün, işte o kültürün dışa vurumudur. Dolayısıyla bu noktada yayını kapattım, nitekim sayın Görmez’i görmek istemedim. O kadar yapmacık bir dünya ki, o kadar mide bulandırıcı ki, insan onlar adına utanıyor, her ne kadar onlar utanmasa da. Dedim ya birkaç kez bulundum İSAM’da. Birilerine hitap şekilleri, davranışları, saygı adı altında, vıcık vıcık. İnsan midesine zor hâkim oluyor. Muhterem Hocam aşağıya, muhterem hocam yukarıya, saygıdeğer üstad-ı azam beriye, şair-yazar- mütefekkir-entelektüel düşünür öteye. Babaları tarafından değilse bile holiganları tarafından saldırıya uğruyorsunuz. Bir tek kelime söylemeyin, köşeye sıkışmış kedi gibi üzerinize sıçrıyorlar. O özgürlükçü, hür düşünce yanlısı tipler anında vahşileşiyor. Açıkları var biliyorlar, arkalarına bakıyorlar hemen. Ama akıllılar da üstelik, yani hin’ler diyelim. Eleştiremiyorsunuz nitekim, anında yapıştırıyorlar cevabı: sen bizi kıskanıyorsun. Ben değil, sizi bütün dünya kıskanıyor, onu biliyoruz artık. Sadece kendilerinde özel bir şey vehmettiklerini göstermiyor bu tepki, aynı zamanda kendi farklarında olmadıklarını da. Neyini kıskanayım senin a zavallı? Allah batırmış seni boka, dikmiş başına şeytanları, bok içinde debelenip duruyorsun. Onu mu kıskanayım? Hak etmediğin yerde oluşunu mu, dolayısıyla başka birilerinin hakkını gasp edişini mi? Üstlerine kuyruk sallamanı mı? Astlarına zulüm etmeni mi? Yalaya yalaya dilini aşındırmış olmanı mı? Saçlarındaki girip çıkmaktan oluşan kahverengiliği mi? Üzerinden yayılan o pis kokuyu mu? Dibine kadar bedevi oluşunu mu? Neyini kıskanayım? Allah korusun. Herkes biliyor ki İslamcılardan hiç birisi, istisnasız hiçbirisi, en üstten en aşağıya kadar, kalabalık olmasalar ve adil bir yarışa girseler, hiçbir şart ve durumda içinde olduklarını sandıkları alanda tercihe şayan bir konumda olamazlar. Bunun utancı yeter aslında. Utanabilene tabii ki. Ne demişti Nathaniel Lee:
They said I was mad: and I said they were mad:
Damm them, they outvoted me.Onlar bana deli dediler, ben onlara deli dedim.
Lanet olsun, onlar daha kalabalıktı.
Hepsi bu… Kalabalıklar sadece. Ama azalıyorlar Elhamdulillah. Azaldıkça da gemiden atlıyorlar. Fareler gibi aynen.
Fakat bu işin bir de diğer tarafı var, ki al birini vur ötekine aslında. Biraz önce adını zikrettiğim sayın İbrahim Maraş ve benzerleri mesela. Bu noktada, devam etmeden önce, bu bölümün girişinde sayın Hanioğlu ve sayın Kreiser’dan verdiğim alıntılar üzerinde durmak istiyorum kısaca.
5
Türkiye’de özlemini çektiğim en önemli şeylerden belki de en önemlisi, kütüphanem dışında, kitap dükkanları, yani kitapçılar. Kendime yeni bir rota oluşturdum, diğer rotalarımdan biraz daha uzun. Artık Rumeli Kavak’tan eskisi gibi yine otobüsle Tarabya’ya gidiyorum, oradan, yine, minibüsle Beşiktaş’a, ama sonra geri dönmüyor vapurla Üsküdar’a ve oradan on beş numarayla, dolayısıyla yine otobüsle Beykoz’a geçiyorum. Saat geç değilse Beykoz’dan motora binip Sarıyer’e ve oradan otobüsle Rumeli Kavak’a, eve. Yok geç kalmışsam, dolayısıyla Sarıyer’e motor kalmamışsa, Beykoz’dan Yeniköy’e geçiyorum, oradan yürüyerek Tarabya’ya ve son olarak yine Tarabya’dan otobüsle Rumeli Kavak’a, yani eve. İyi geliyor, hem insanlarla bir arada oluyorum, hem de hiçbirini dinlemek ya da birine bir şey söylemek zorunda kalmıyorum. Bir evvelsi gün okuduklarımı işliyorum. Olduğu kadarıyla hatıralarımı canlandırıyorum, dolayısıyla az da olsa kendime geliyorum. Otobüsler rahat, benim çıktığım saatlerde genellikle çok az kalabalık. İnsanları seviyorum nitekim, onlarsız olamam, ama çok konuşuyorlar, çok ama çok fazla yoruyorlar, üstelik bilmiyorlar da. Dolayısıyla, ne derler, sevginin en güzeli uzaktan sevmek. Almanya’da kitapçılarda geçirirdim söz konusu zamanımı. Saatlerce karıştırırdım kitapları ve saatin nasıl akşam olduğunu bile anlamazdım. Da burada önemli bir sorun var: Türkçe kitap okumuyorum, okuyamıyorum. Türkçeyi sevmediğimden değil tabii ki, insan kendi dilini sevmez mi? De o dili kullananlara güvenmiyorum.
Sayın Hanioğlu’nun Atatürk biyografisi kaliteli bir eser, ilgiyle okudum. Aynı şekilde, öncesinde varlığından haberdar olmama rağmen nedense elime alamadığım Kreiser biyografisini de, sayın Hanioğlu’nun yukarıda verdiğim alıntıda aynısını zikretmesi dolayısıyla. Amerikalıları, aslında Anglosaksonları, sevmiyorum, ne filozoflarını, Robert Nozick, Richard Rorty, Robert Brandom ve John McDowell dışında, ne de başka bir şeylerini. Bir de Susan Sontag’ı. Dolayısıyla Mango’yu okumadım ve okumayacağım da. Şerafettin Turan hakkında herhangi bir bilgiye sahip değilim, gerek de yok sanırım. Benim üzerinde durmak istediğim mesele, kısaca, Kreiser’nın, yine yukarıda verdiğim alıntıda, dikkat çektiği noktadır. Da bu sadece Atatürk biyografları için geçerli değil. Türkiye’de yazan herkes için geçerli. Herkes bir şekilde bir yerde duruyor ve her şeyi durduğu o yerden görüyor, da bunun farkında değil, dolayısıyla yazdıkları metinler hakkında yazdıklarından çok kendi haklarında bilgi veriyor, da ona benim ne vaktim var ne de isteğim. Aha da sayın Maraş. Altı üstü bir Facebook paylaşımı ki orada dahi rahat duramıyor. İslam düşüncesinin krizi bizatihi Taha Abdurrahman’ın zihin yapısıymış, da o yapının ne olduğu konusunda en ufak bir bilgi vermiyor. Adamın derdi başka.
Başlıyoruz:
Taha Abdurrahman, son zamanlarda Türk fikir kamuoyuna zorla sokulmaya çalışılan bir isim. Yıllarca Fazlurrahman’ı öne çıkarıp ondan tevbe edenler şimdi de onu gündemde tutmaya gayret ediyor. Türkiye’deki sıradan bir İlahiyatçı akademisyene bile verebileceği hiçbir mesajı yok.
Bu ne şimdi? Özellikle Türkiye’deki sıradan bir ilahiyatçı akademisyene verebileceği hiçbir mesajı yok derken içinde yaşadığı toplumdan ve hatta mesleki kampından ne kadar habersiz olduğunun farkında dahi değil sayın Maraş. Yani tanımasak Türkiye’deki sıradan ilahiyatçıları, hadi kendilerince kalbur üstü olanları, dolayısıyla sıradan olmayanları da ekleyelim aynılarına, yedik bu saçmalığı. Bırakın akademiyi, sayın Maraş’ın bahsettiği sözde akademisyenleri, kalburun altında ya da üstünde olanları hep birden, ilkokulda din dersine bile sokmam ben. Ben filozofum, öyle sizin tanıdığınız filozoflardan değil ama sayın Maraş, ama yine de sayın Abdurrahman’ın bana söyleyeceği ve bana öğreteceği o kadar çok şey var ki. Tabii ki sayın Maraş’ın yürüttüğü savaşın farkında olmamak mümkün değil, de orası benim işim değil. Tavsiyede bulunabilirim sadece.
Fazlurrahman’ın fikri zenginliği ile kıyas bile edilemeyecek, derinliği olmayan, retorikten ibaret tipik selefi çizgide bir düşünürü zorla pazarlıyorlar. Taha Abdurrahman, aslında kafası karışık, kelime oyunlarıyla bir şeyler söylediğini zanneden İslamcı zihnin tipik bir temsilcisi.
Ne derinliği? Kimin derinliği? Fazlur Rahman’ın mı? Ama adama orada dur işte derler. Ya Fazlur Rahmanı hiç okumamış sayın Maraş, ya felsefeyi bilmiyor, ki muhtemelen, ağırlıkla muhtemelen bilmiyor, hem de hiç, ya okuduğunu anlamamış ya da inadına konuşuyor. Fazlur Rahman son derece sığ, yüzeysel, hiçbir felsefi derinliği olmayan ve hiçbir uzun soluklu analize yaklaşmayan, üstelik de felsefi birikimiyle oldukça zayıf bir arkadaş.
Onun kitapları ve son iki gündür yaptığı konuşmalara bakıldığında, çizgisini hep mevcut dünya felsefi birikimini adeta dışlayıp, her ne kadar bağlantı kurmaktan söz etse de, kendi gettosunda Müslümanca felsefe yapmak (!) üzerine kurguladığını görüyoruz.
Sayın Maraş nereye baktı neyi gördü bilmiyorum, fakat şayet sayın Abdurrahman’ı okusaydı, gerektiği gibi okusaydı ve tabii ki, mesela, Descartes’ı, Kant’ı, Heidegger’yı tanısaydı, ve Batıda yaklaşık iki yüz yıldır süre giden akıl eleştirilerinden haberi olsaydı, oraları geçtim, kendi alanıyla ilgili olarak İbni Rüşt-Gazali tartışmasına biraz olsun vakıf olsaydı, sayın filozofun çok yerinde bir Aristoteles, Descartes ve akıl eleştirisi geliştirdiğini, Heideggervari bir eleştiri bir nevi haddizatında, ki kendisi Heidegger’nın yaptığına benzer bir şey yaptığını söylüyor, ve batı antropolojisini olduğu gibi, en temel argümanında yani, yakalamaya çalıştığını görürdü. İbni Rüşt Gazali tartışmasında, mesela, Muhammed Cabiri İbni Rüşt’ü tercih ederken sayın Abdurrahman Gazali’den yana kullanıyor tercihini. Hakkıdır. Tabii ki eleştirebilirsiniz, nitekim Abdurrahman da Gazali gibi hem siyasetin hizmetinde hem de Sufi meşrepli bir düşünür, Cabiri ise, geldiği gelenek itibarıyla, daha solda. Burasını eleştirelim sayın filozofun, dibine kadar. Da sanırım mesele siyasi eleştiri, onu da geçtim, devletin eleştirilmesine gelince sayın Maraş’ı sahalarda görebileceğimizi düşünmüyorum. Yanılıyorsam özür dilerim.
O, Müslüman düşünürün aklından söz ediyor, ancak bilimsel üretime yabancı, geleneği hakikat gören ve aklı tek değer olarak almayan bugünkü Müslümanların hangi akılla kendi felsefi problemlerini üretebileceğinden söz etmiyor.
Bu akıl hayranlığı, dolayısıyla aklı tek değer kabul etmek, Türkiye gibi entelektüel açıdan muz cumhuriyeti mesabesinde olan toplumlar için son derece revaçta. Akıl onları kurtaracak sanıyorlar, kimi kurtarmışsa bugüne kadar. Ama bilmiyorlar ki aklın kendilerini kurtaracağına daha önce inanmış olanlar bu işten çoktan vaz geçtiler. Siz Türkler ve Doğulular, her şeyin posasını kullanmak zorunda mısınız? Heidegger aynı eleştirileri yaklaşık bundan, aslında hemen savaştan sonra Amerikancılık adı altında, üç çeyrek asır önce yaptı zaten, ki aynı proje elli sonrası Türkiye’ye de uygun görülmüş ve hala daha devam eden bir proje. Bu noktada anlaşabiliriz belki sayın Maraş’la. Bilimsel üretime karşı olduğunu nereden çıkarttı bilmiyorum. Yeni yetme ateist ve agnostikler ve hatta Ahmet Arslan denilen dangalağın kervanına katılan tuhaf tipler gibi akıl, akıl gel şeyime takıl türküsünü çığırıp duruyor. Allah aklı sizin elinize düşürmesin. Düşse de taşıyamazsınız zaten. Pardon da? Her halde Türk toplumu için aklı gündeme taşımak ilahiyatçı sayın Maraş’a kalmadı, yoksa vay halimize. Tabii ki sayın Maraş’ın söz etmiyor dediği şeylerin hepsinden de söz ediyor sayın filozof. Hele bi kitapları açın bakın, emin olun göreceksiniz.
Kitapları, yazıları ve konuşmaları, hep âfâki, hiçbir sonucu olmayan yuvarlak ve genel cümlelerle dolu. İslam’ı sadece peygamberimize inen din görmekle malul bir kafadan Müslümanca felsefe üretmek beklenemez.
Sayın Maraş’ın sayın Abdurrahman’ın yazı ve kitapları hakkında burada söyledikleri bir kenara da, üzerinde durmaya, fazla durmaya değmez nitekim, sanırım, yanlış anlamadıysam, sayın Maraş oldukça büyük saçmalamış. Ne yani, İslam’ın Peygamberimize inmeyen ve bizim bilmediğimiz bir tarafı daha mı varmış? Evet, İslam sadece Peygamberimize inen dindir. Ben çocukluğumdan beri böyle biliyorum. Ki başkası da olamaz zaten. Buna böyle inanmak gerekir benim bildiğim. Ama yine de sayın Maraş’ın bu kadar büyük saçmalamayacağını düşünerek muhtemelen ben yanlış anladım demek istiyorum.
O, bilimin kural tanımazlığının, insanın değerden soyutlanmasının sadece bugünün sorunu olduğunu zannediyor ve Müslümanlardan, kendi üretmedikleri ve hatta hâlâ zihnen yabancı ve düşman oldukları modern dünyanın, modern bilimin problemlerine çözüm üretmelerini istiyor.
Burasını anlamadım, geçelim.
Fıtri ve insan için kurgulanmış, insanı yüceltmeyi temele alan, insanlığın fikri mirasını sahiplenen bir din anlayışı yerine, despot ve keyfince hareket eden bir Tanrı’ya inanan ve değişime, örfe ve en önemlisi adalete karşı çıkan Müslüman akıl mı çözecek, bunu düşünemiyor.
Yine aynı terane: insanlık, insanlığın mirası, insanın yüceliği, yüceltilmesi, akıl, bilim ve benzeri Aydınlanma saçmalıklarının Türk, dolayısıyla fake versiyonu. Ne varmış, ki şayet öyleyse tabii ki, ben de, sayın Maraş’ın kavramını kullanıyorum, despot ve keyfince hareket eden bir Tanrıya inanıyorum. Evet, ne varmış bunda? Ve despot bir Tanrıya inanmak tabii ki, şayet onu kastediyorsa, adalete karşı çıkmak değildir. Adaleti iptal etmek hiç değildir. Orta okul müsameresi için hazırlanan kompozisyonları andırıyor sayın Maraş’ın yazdıkları. Haliyle, akademik bir çalışma değil söz konusu metin, ama altına adınızı yazmışsınız sayın Maraş, yani sizi temsil etme kabiliyeti olan bir metin yine de.
Hem İslam’ı ve İslam düşüncesini daraltıp hem de evrensel dünyaya mesaj verilmesi gerektiğinden söz etmesi ve başta Grek düşünce mirası olmak üzere, dünya felsefi ve bilimsel mirasına mesafe koyması, en büyük çelişkisi.
Ama bu kadarı da fazla. Ama Türkiye’de normal bu. Hani meşhur bir ayrım vardır, Mitos ve Logos diye. Haliyle meselenin felsefi ve tarihsel detaylarını tartışmak istemiyorum, fakat nedir bu ayrım denilirse, şudur kısaca. Mitosda söz konuşana göre değer kazanır, dolayısıyla bir söz onu X kişisi söylemişse doğrudur, haddizatında doğru olabilmesi için X kişisi tarafından söylenmesi gerekir o sözün. Logosta ise, bu aynı zamanda demokratik bir sıçramadır da, söz onu söyleyenden ayrılır ve kendisi olarak ele alınır. Dolayısıyla bu noktada herkes konuşabilir. Türkiye’de biz hala daha Mitos dönemini yaşıyoruz bu bağlamda, nitekim ne taraftan olursa olsun konuşan kişi söylediklerinin bizzat kendisi tarafından söylendiği için kendi taraftarları indinde doğru kabul edileceklerini biliyor. Sayın Maraş da öyle. Anlatıyor, zaten kimse çıkıp da hoca bunları diyorsun da nereden çıkarıyorsun bunları demeyecektir zaten. Bunu biliyor. Karşı taraftakiler ise zaten meseleyi anlamamışlar, dolayısıyla hoca her halükârda haklı.
Oysa İslam filozofları, tarihte bunu en üst düzeyde yaparak o dönemdeki bütün felsefi ve bilimsel mirası tevarüs edip özümseyerek yeniden yorumladılar. Ne oldu? Müslüman bile sayılmadılar. Fideist bir kelami anlayış, hem onlardan birçok fikir çaldı hem de onların temellendirilmesini yok etti.
Hocam, lütfen ama. Ben de fideistim, ne olacak yani. Zaten fideizmin kendisi bizim buralardan gelmiş sizin oralara.
Taha Abdurrahman, ortaçağ zihniyetine gömülmüş, kendini yenileyememiş, her yenileşmeyi zındıklık olarak gören Müslüman dünyadan, malik olamadığı ve olmak da istemediği şeyin hikmetini öğrenmesini, arındırmasını ve istikamete sokmasını umuyor.
Neyse, daha fazla üzerinize gelmek istemiyorum, kayış atmış zaten, bir de motoru yakmayalım.
6
The real philosopher is by nature a moralist or an ethicist. He does not alter his views or adhere to parties; he does not join parties of the left or the right; he does not negotiate, maneuver, conspire, or collude. He seeks the truth wherever and whenever it exists and is quite ready to embrace it even if it is pronounced by his opponent. Equally, it does not please him to come to the aid of those who agree with him when he does not find truth in their pronouncements. This is the kind of philosopher I want to be. By contrast, the politician is prone to change in line with all these different situations. He never seeks the truth in his opponents’ arguments, nor identifies falsehood in his supporters’ words as that could jeopardise his status. He does not feel guilty or bad when attributing falsehood to his opponents, even when their argument is right. Moreover, he can attribute truth to his supporters or patrons even when they have wrong views. I will never be a politician in this sense unless politics becomes something else.
Hakiki bir filozof doğası itibarıyla ahlakçıdır. Görüşlerini değiştirmez o, ya da siyasi partilere angaje olmaz, ne soldan ne sağdan. O pazarlık etmez, manevra yapmaz, dış mihrakları suçlamaz ve arkadan iş tutmaz. O hakikati arar, nerede ve ne zaman olursa olsun ve onu düşmanında da bulsa onu kucaklamaya hazırdır. Aynı şekilde, kendisinden de olsa konuşanlar, söylediklerinde hakikat yoksa şayet onları desteklemek istemez. Olmak istediğim tür filozof böyle bir şey. Bunun aksine siyasetçi bütün bu farklı durumlarda değişmeye meyilli ve hazırdır. Muhalifinin söylediklerinde hiçbir zaman hakikati aramaz, ya da destekçilerinin söylediklerinde, konumunu tehlikeye atacağı için, hata görmez. Kendisini suçlu ya da kötü hissetmez, vicdanı rahatsız olmaz şayet muhalifi doğru bir şey söylemiş ama o onu buna rağmen yine de yanlış konuşmakla suçlamışsa. Daha çok haddizatında; yanlış da olsalar, taraftarlarının ve efendilerinin söylediklerini doğru olarak ileri sürer. Bu tarz bir siyasetçi olmak istemiyorum hiçbir zaman, meğer ki siyaset değişsin, farklı bir şey olsun.
Taha Abdurrrahman
Sayın Abdurrahman burada her ne kadar farkı filozof ve siyasetçi arasında çekmiş olsa da, aslında bu fark Müslüman ve İslamcı arasındaki farktır. İkinci grup hiç yabancı gelmedi bize değil mi? Elli senedir, özellikle aynısının son yarısı, onlarla yatıp onlarla kalkıyoruz. Adil düzen dediler kanımızı emdiler, nefesimizi kestiler, canımızı aldılar, kasalarımızı boşalttılar, semirdiler; kısacası adaleti mahvettiler. Allah’ın dinini sömürdüler, onun Müslüman kullarını kullandılar, çaldılar çırptılar ve sonra da abdest alıp namaz kıldılar. Hangi Allah’ın huzuruna çıktılarsa? Hangisi olursa olsun ama, Hz. Muhammed’in, karnına taş bağlayarak Medine sokaklarında sabahlayan Peygamberin, dolayısıyla itibarı saraylarda değil İslam’da arayan yetim’in Allah’ının huzuruna çıkmadıkları kesin. Uzun lafın kısası adam, dolayısıyla sayın Abdurrahman, açıkça diyor ki, ben Müslümanım kardeşim, İslamcı değil. Tabii ki onunkisi Krala yaranmak, ama, tekrarlıyorum, o kadarı kadı kızında da olur.
7
Birileri Hz. İsa’yla ilgili bir şeyler söylemiş, başka birileri de ona cevap vermiş. Benim de tam da o an okuduğum kitaplardan birinde bu konu ele alınıyordu ve bu bağlamda dikkatimi çeken ilginç bir iki cümleye, bir Hristiyanlık tanımına, rastladım. Onu paylaşmak istedim sizinle son olarak.
Mit dem Ruf Χριστός ανέστη grüßen sich griechische Christen an Ostern seit alters. Mit der Antwort αληθώς ανέστη bekennt man sich selbst als Christ. Will man knapp sagen, wer ein Christ ist, dann sind es alle, die in diesen Ruf einstimmen.
Das Christentum begann mit Ostern, nicht mit Weihnachten.
Eskiden beri Yunan Hristiyanları Paskalyada birbirlerini ’İsa dirildi’ selamıyla selamlarlardı. ‘El hak, o gerçekten dirildi’ şeklinde söz konusu selama karşılık vererek de kişi kendisini Hristiyan olarak açık ederdi. Dolayısıyla Hristiyan kimdir diye bir soru sorulsa, bu selamlaşmaya iştirak eden herkestir denilebilir kısaca.
Hristiyanlık Paskalyayla başladı, Noelle değil.
Ingolf U. Dalferth
>>> ALTINCI YAZI İÇİN TIKLAYINIZ <<<
Mustafa KÜÇÜKHÜSEYİN