”Biz sermayeyi rasyonel olmadığı için değil, rasyonel olduğu için harap etmek istiyoruz. Akıl ve iktidar aynı şeydir. Birini diyalektik yoluyla perdeleyebilirsiniz…ama öbürü tüm edepsizliğiyle karşınıza dikilecektir: Hücreler, tabular, halkın refahı, seçim, soykırım.”
Jean François Lyotard
Ortaçağ sonlarına kadar Avrupa düşüncesinde insan, tanrı ve onun yarattığı evrene ait bir varlıktı, egemen düşüncenin kaynağı tanrı, din ve kiliseydi, mutlak tanrı ve düzeni her şeyin merkezindeydi. Tanrıya karşı gelmek düzene karşı gelmekti. Ortaçağ’da kapalı ve durağan bir toplum yapısı hakimdi, insan, doğanın ve tarımsal üretimin döngüsüne tabiydi. Sanatta, ticarette, bilgide sekülerleşme ve doğaya yakınlaşma ile dini otoritelerin sorgulanması, tanrının merkezi konumunu yitirmesine ve hümanizm düşüncesinin doğuşuna neden oldu. Bu yeniden doğuşun temelinde icatlar, coğrafi keşifler, ekonomik ve politik sebeplerle birlikle insanın düşünce yapısında çok ciddi bir kopuşa neden olan, kabaca, sonlu, kapalı ve hiyerarşik kozmoz fikrinin yıkılması ve “dünyamızın evrenin merkezi olduğu düşüncesi yerine, hayal edilemeyecek genişlikteki kozmik sistemin sadece küçücük bir parçası” olduğunun keşfi vardı. Bu devrim sonucunda (Aristoteles ve Ptolemaios’un ‘dünya merkezli evren’ anlayışından Copernicus’un güneş merkezli evren anlayışına geçiş) tanrı ve dünya arasındaki bütünlük duygusu sarsıldı ve insan kaybolan bütünlüğü tekrar oluşturmak üzere evrenin merkezine oturtuldu. Artık bilginin referansı tanrı değil, insanın kendisi olmalıydı. Antik Çağın ve Orta Çağın insanı varlığı temaşa (theoria)ederken, modern insan, doğaya karşı egemenliğini ilan ettiği, daha önce hiçbir medeniyetin kültüründe olmayan, büyük bir kopuş gerçekleştirdi.
Skolastiğin ve Hıristiyanlığa uyarlanmış Aristoteles fiziğinin terk edilmesiyle dünya merkezli, antropomorfik teleolojik evren anlayışı yerini mekanik doğa tasarımına bıraktı. Mekanik doğa tasarımı da ontolojik zeminini Descartes felsefesinde buldu. Descartes, mekan ve zamanla sınırlı, nesnel ve kesin bir hakikat tesis etmek üzere, düşünen ben (cogito) ile, düşünülen dış dünya arasında düalist bir ayrımla, tarih dışı (her türlü önyargıdan, dilden, ideolojiden, duyulardan, toplumdan vs. bağımsız) rasyonel, evrensel sübjektivite fikrini evrenin merkezine yerleştirdi. Düşünen rasyonel özne kendini merkezileştirmek suretiyle, kendi dışındaki mekanik evrenin yasallığının sürdüğü realiteyi temsil edip teorileştirmeye açık, bir bilgi nesneye dönüştürdü. Bu öznenin, doğayı ve düşünmeyi mekanik biçimde algılayan, nesnel gerçekliği soyut, geometrik (yani salt niceliksel özelliklerinin nesnel ve bilimsel sayılması) bir biçimde kavrayan, matematiğin düşünce ilkeleriyle, düşüncenin genel mantıksal ilkelerini özdeşleştiren, doğayı, evrensel matematiğin mantığıyla açıklayabilmek, ve her şeyi ölçülebilir, sayılabilir niceliklere indirgemek ve nitelikleri atmak suretiyle kavrama çabası, içinde yaşadığımız modern teknik uygarlığın zeminini oluşturdu. Bu epistemolojik zemin, empirik gelenek tarafından da takip edildi. Her Şey ölçülebilir, hesaplanabilir ve yararlı olana indirgendi. Sayısal olarak ifade edilemeyen her şey yadsındı; yararlılık ölçütlerine dayanmayan her şey, edebiyat sayıldı. Pozitivizm düşünceyi olgular arasındaki ilişkilerin belirlenmesiyle sınırladı ve tekelci kapitalist pragmatizm ile bütünleşerek rasyonaliteyi bilim ve tekniğe indirgedi. Nesnellik ve evrensellik ideali, aynı zamanda, bütün ahlaki ve politik değerlerin de rasyonel özneye referansla sabitlendiği, doğa bilimlerinin gelişimiyle paralel, evrensel özcü bir ilerleme idealiydi. Sonuç itibariyle insana, topluma, bireye bakışı belirleyen de bu nesnellik ideali oldu. Doğa üzerindeki egemenlik gibi, toplum da, akıl aracılığıyla kurulan, onunla düzenlenen bir tahakküm nesnesine dönüştü…
Aydınlama öznesi sabit bir kimlik ve kimliklenme mantığıdır. Bu kimlik merkezde duran, modern hayatta bireyin iç huzurunu sağlayan, bireyin kamusalla bağlantısını kuran, Batı düşüncesinin merkezini oluşturan özdeşlik mantığı ile temellenmiş Kartezyen öznedir. Aydınlanma düşüncesinin optimist ilerleme varsayımına göre rasyonel, özgür, özerk özne, aristokrasinin ve kilisenin iktidarını ayakta tutan önyargıları, kör itaati, dinsel dogmaları ve geleneksel toplumsal kurumları eleştirecek, aşacak, bilimler ve sanatlar gelişecek, böylece insanlık ilerleyecekti; bu nedenle nesnel ve evrensel akla ve bilime dayanan, laik bir toplum inşa edilmeliydi, bunun yolu ise halkın rasyonel zeminde eğitimiydi, bu bağlamlamda aydınlara da büyük sorumluluk düşüyordu. Tabii bu süreç yekpare değildi, Aydınlanma düşüncesini hem dışarıdan hem de içeriden eleştiren filozoflar da olmuştu.
Alman idealizminin varlığı bütünselliği içinde kavrama çabası ve mekanik özne-nesne, bilinç-doğa düalizmine itirazı; Hegel ile ruh-beden, birey-toplum arasındaki düalist ayrımların birleşmesine ve refleksiyonun tarihe açılmasıyla sonuçlandı. Hegel için tinin kendini gerçekleştirmesi ve özgürleşmesi demek olan bu süreç, olumluylu. Hegel, Descartes’ı, düşünmeyi, felsefenin ilk ilkesi haline getirdiği ve teolojinin etkisinden kurtardığı için övdü. Ancak Descartes, düalizme saplanmış, madde ve düşünceyi iki ayrı töz olarak ele almıştı. Spinoza Descartes’ın düalizmini aşmış, madde ve düşünceyi tek bir tözün iki farklı tezahürü olarak kavramış ve felsefe için önemli bir zemin oluşturmuştu. Hegel, Kant’ın hem gerçekliği kuran, hem de kendi kendisine yasa koyan rasyonel irade olan öznesini tarihselleştirmiş ve kolektifleştirmiş; Marx ise tarihi yapanın özne olduğunu söylemişse de, özneyi tarihin merkezinden kaydırmıştı. Freud da, Aydınlanmanın içinde konumlansa da, öznenin merkezi konumunu sarsmış, rasyonel birleşik özneyi, bilinçdışına, irrasyonel olana atmıştı.
Nietzsche ve sonraki filozoflar, nesnel ve kesin bilgi, akıl ve özgürlük arasında kurulan iyimser ilerleme idealini (Aydınlanma projesini), genel olarak Batı metafizik geleneğini, özelde ise Hegel felsefesinde diyalektik dolayımla kavramlaştırılan, düşünce ve varlık arasında kurulan özdeşlik anlayışını, özdeş-olmayanın totalitenin içerisinde eritilmesine, felsefenin kapanmasına, verili dünyayı haklı çıkarmasına sebep olduğu düşüncesiyle eleştirdiler. Hegel’e göre Prusya Devleti’nde bireyin ve tümelin uzlaşması demek olan diyalektik süreç tarihin sonuydu. Nietzsche için jenoloji bağlamında Hegel’in aufhebung kavramıyla bağlantılı tarihsici ilerleme nosyonu yanılsamadan başka bir şey değildi ve tarihe telos atfetmek totalleştiriciydi. Hegelci diyalektiği de (mutlak tin), Hegel’in diyelektik metodunu meteryalizm temelinde yorumlayan (toplumsal-ekonomik ilişkiler) Marks’ın eskatolojik tarih anlayışını da ressentiment ile ilişkilendirdi.¹ Kant ve Rousseau’nun otonomiye sahip birey veya ego üzerinden oluşturdukları siyaset ve ahlak felsefelerini ise ego’nun doğa ve tarih-dil-kültürün ürünü olduğu düşüncesiyle bağlama yerleştirdi. Nietzsche Batı metafizik geleneğini, varlık-oluş dikotomisi bağlamında, Platon’dan itibaren transendental, tarih dışı, evrensel, ezeli-ebedi, düalist, sabit, ikili karşıtlıklar temelinde, aklı, duygu ve içgüdülerden tamamen soyutlayıp, yüceltip, kutsallaştırıp oluşu varlığa indirgediği için eleştirdi. Nietzsche’ye göre Antik Yunanlıların dionysos’unda temsil edilen yaşam içgüdüsü ve güç istencinin bastırılmasıyla, kültür doğadan-bedenden ulaklaştı, nörotik ve nihilist decadence durum ortaya çıktı. Platonik-Hıristiyan metafizik geleneği, oluştan kopuk bir şekilde, yaşamı-bedeni, bir öte dünyaya referansla, iyi-kötü, akıl, tanrı, telos, nedensellik, nesne vb. kavramlara sabitlemiş ve Platon’dan Kant’a, Schopenhauer’a kadar tüm Avrupa kültürü nihilizmle sonuçlanmış ve tanrı ölmüştü. Fakat tanrının, ahlakın ve dinin, metafiziğin putlarının yerini ilerleme, işçi sınıfı, sosyalizm, bilim, demokrasi vb. kollektif kurtuluş söylemleri almış, modern insan iman etmeye devam etmişti. Oysa nihilizmi alt etmek için imanın ortadan kalkması ve yaşamın olduğu gibi onaylanması ve değerlerin yeniden değerlendirilmesi gerekiyordu; bu sebeple Nietzsche, özcü metafiziğin karşısına perspektival ve plüralist hakikati koydu. Dürtülerle, yaşam içgüdüsü ile yoğrulmuş, özümsenmiş, otantik, Şen Bilim‘den söz etti. Nietzsche için yaşam dışındaki tüm hakikat ve anlam iddialarının nedeni, baskıcı güç ilişkileriyle, dilin metaforik niteliğinin anlaşılmamasından kaynaklanmaktaydı; hakikat mantık acılığıyla, hiçbir bağlamda durağan veya sabit olmayan, herhangi bir yasallığı olmayan, kaotik bir şekilde değişen dünyaya sabitlik, değişmezlik ve düzen dayatarak onu içinde güvenle yaşanabilir ve hükmedilebilir kılmak için yaratılan bir şeydi. Oluştan varlığı, tözü, nesneyi, özneyi yalıtıp soyutlayarak kavramsallaştıran dil, tarih dışı özdeşlikler ve neden(sellik)ler üreterek, monist ahlaklar temelinde iyi-kötü nosyonları inşa etmek suretiyle yaşama/bedene yabancılaşmıştı. Bu nedenle Nietzsche yaşam dışında her türlü sistem düşüncesine, tanrı ihtiyacına, Hıristiyan ahlakına ve Aydınlanmanın optimist ilerleme idealine karşı çıkarak oluşu ve bedeni öne çıkartmak suretiyle gerçekliği çarpıttığını düşündüğünü akla olan inancı yadsıdı. Nietzsche için nesnel gerçeklik değil sadece yorumlar vardı. Amor fati, Bengi dönüş, Güç istenci, Aktif nihilizm gibi kavramlar temeline, yaşamın olumsallığını vurgulayarak, kendini aşabileceklere, yeni değerler yaratabileceklere, sadece üst-insan olabileceklere yolu açmak istedi. Nietzsche için içgüdüleriyle ahlak arasında kalan nörotik zayıflar, hastalıklılar, ya da oluşu dikotomiler yoluyla kavramlaştıranlar, ancak modern uygarlığı kurabilirdi. Nietzsche’nin modernliğin krizine önerdiği çözüm trajik müzik yoluyla Helenik değerlere dayanan estetik bir çözümdü.² (Nietzsche insanlığın büyük çoğunluğunu zayıf ve hastalıklı hayvanlar olarak görür, oysa Amerikalı filozof R. Rorty “Freud herkese yaratıcı bir bilinçdışı vererek dehayı demokratikleştirdi.” diyecektir.)
Herder ve Vico’nun Aydınlanma karşıtı düşüncelerinden, Schleirmacher’in yorumsamacılığı üzerinden Dilthey’ın tarihselciliğine, oradan Heidegger ve Gademer’e uzanan tarihselci-yorumsamacı Alman geleneği, Aydınlanmacı pozitivizmin evrenselciliği karşısında, insan bilimleri açısından yöntemin açıklama değil, tekil olanı tarihselliği içinde anlama olması gerektiğini savundular. Heidegger ve Gademer hakikati dilsel-kültürel cemaatin içinde göreceleştirdiler (dil varlığın evidir); böylece klasik epistemolojinin özdeşlik mantığının dilini eleştirdiler, özerk aklı bağlamsallaştırdılar ve evrensel hümanist rasyonaliteyi yadsıdılar.
Heidegger, Batı metafizik geleneğinin, düalist ayrımlar temelinde, varlık ile varolanlar arasındaki ontolojik ayrımı ortadan kaldırdığını, varlığı bir varolana indirgediğini, bu nedenle Sokrates’ten itibaren varlığın anlamının unutulmasının tarihi olduğunu söyler.³ Nietzsche’nin Batı kültürüne ve düşüncesine yönelttiği nihilizm eleştirisinin izinden giden Heidegger, Platon’dan itibaren süren Platonik-Hıristiyan metafiziğinin anlam geleneğinin tükendiğini ve bu sebeple Avrupa kültürünün yaşadığı hiçliği aşmak ister. Heidegger’e göre modern insan evsizdir. Bu evsizlik deneyimini yaşayan son düşünür Nietzsche’dir. Nietzsche metafiziği aşmak için, Platonculuğu ve metafizik düşünceyi tersine çevirmiş, ama orada kalmıştır. Heidegger bu evsizlik durumunu fark eden diğer filozofun ise Marx olduğunu söyler. Heidegger Platon ve Aristoteles ile başlayan ve teknik düşünme ile son noktasına ulaşan onto-teolojinin yerine fenomenolojik antrapoloji temelli ontolojik bir varlık felsefesi kurmak ve metafiziği aşmak ister. Heidegger’e göre bunun yolu ise kişinin dünya-içinde-varlık olduğunun (Dasein), hiçliğin ve matematiksel zaman anlayışı yerine ontolojik bir zamansal varlık olduğunun bilincidir ve ‘yola çıkmak’tır. Heidegger’e göre insan kendisini zaman olarak görür ve bu zamansallığının farkına varlığının olanaklarına yönelerek (dünya-içinde-olmak, birlikte-varlık-olmak, ölümlü olmak… gibi olanakların farkına vararak) ulaşabileceğini düşünür.⁴ Heidegger dünya-içinde-varlık kavramıyla Kartezyen düalizmi aşmak ister. Heidegger göre çerçeveleme (gestell) olarak teknolojinin, Platon ile başlayan metafizik düşünce geleneğinin modern dönemde Kartezyen felsefe ile ayrı bir noktaya ulaştığını, dünyayı nesneleştirdiğini, teknik bir resme dönüştürdüğünü, insanın modern dünyada bastığı yerin toprak değil teknik zemin olduğunu ve insanın, araçsal-teknik aklın tahakkümü altına, varlıkla olan bağını yitirdiğini, varlığın anlamını ve düşünmeyi unuttuğunu, yurtsuzlaştığını düşünür. Fakat Heidegger tüm Batı felsefesine hakim olmuş metafiziğin düşünme mantığını ifşa ettikten sonra özdeşlik mantığına dayalı yeni bir ontolojiye yönelmiş ve metafiziksel şiddetin içinde düşmüştür.
Diğer taraftan Fransız geleneği dil-yapı üzerinden Kartezyen gelenek, Kant ve Özellikle Sartre’ın varoluşçu fenomolojisine tepki olarak yalıtık Kartezyen özneyi tahtından indirerek anti-hümanizmi savunur. Yapısalcı düşünceye göre yapı-özne ilişkisinde, özne yapının ürünüdür ve yapı özneden bağımsızdır. Yapısalcılık insan davranışının altında yatan derin yapılardan söz eder. Özne dilin, kültürün ve yapıların ürünüdür. Örneğin Lacan bilinçaltının bir dil gibi yapılandığını söylerken bundan söz etmektedir. Lacan’a göre toplumu oluşturan sembolik düzen olarak dil, öznenin merkezidir. Özne bağlamsal ilişkilerle şekillenir. Özneyi şekillendiren bağlamın merkezi dildir. Levi-Strauss mitoloji, akrabalık sistemleri ve öbür antropolojik fenomenlere ilişkin olarak gerçekleştirdiği yapısal incemelere Saussure’un dilbilimsel teorisini uygular, merkezi hümanist özneyi felsefenin şımarık veledi⁵ ilan eder ve Sartre’ı eleştirir, Althusser yapısalcı bir Marksizm oluşturarak, teorik anti hümanizm savunur. Post-yapısalcı eleştiri ise, yapısalcılığın modern felsefenin temelcilik, nesnellik, evrensellik, kesinlik ve sistem oluşturma gibi benzer özcü ve bilimsel taraflarını eleştirir.
Nietzsche’yi temel alan yapısalcılık sonrası Fransız filozoflarının ortak noktası batı metafiziğinin ve modern hümanizmin totalleştirici bir inşa mantığı temelinde özdeşlikler üreten, anlamı sabitleyen, farklılıkları dışlayan teorileri karşısında insanın reddini değil, somut insan varlıklarının farklılıklarını ve tekilliğini vurguladılar. Öznelerin birleşik kimliklerinin nasıl inşa edildiğine odaklandılar. Hakikat için kesin, evrensel, nesnel temellere ve temsile karşı çıktılar. Anlamın ve hakikatin bağlamsal olduğunu, yerel ve politik bir inşa olduğunu göstermeye yöneldiler.
Örneğin Foucault’da bilme istenci, güç istencinin yerini alarak, bedenlerin, toplumsalı üretmek için ayrışmasının, sosyalleşme sürecinde cezalandırma pratiklerinin hafıza oluşumuna neden olmasıyla, bu sadece cezalandırılanda değil, tüm toplumun disipline edilmesiyle ilişkilendirilir. Aslında bilgi tüm bireyleri belli kalıplar altında tutmaya yönelik ödüller ve cezalar kümesidir. Foucault için insanı şekillendiren bağlam normal ve normal olmayan davranış normlarını dile yerleştiren iktidar ve itaat ilişkileridir. Öznenin önce geldiği ve iktidarın özneyi sınırlandırdığı düşüncesini yanılsamadır. İktidarın önce geldiğini, iktidarın karşısında duran varlıklar olmadığımızı, iktidarın malzemesi ve ürünü olduğumuzu, iktidarı taşıdığımızı, bizi iktidarın malzemesi yapanın da ondan özgür olduğumuz yanılsamasıyla, bilgi ve hakikatin nesnel, kesin, özgürleştirici ve evrensel olduğunu düşünmemizdir. Foucault için dilin işlevsel malzemesi, normal ve normal olmayan davranış modelleri oluşturan bilgi ve hakikat söylemleridir. Aydınlanmanın akılla özgürlük arasında kurmuş olduğu bağlantıyı eleştirip, bilgiyi iktidar ile ilişkilendirir. Özne bir kurgudur. Cinsellik, cezalandırma, tıp, delilik söylemleri ve insan bilimleri (tıp, psikiyatri, kriminoloji, sosyoloji vb.) söylemsel olarak özneyi kurar, yaratır. Fabrika, hastane, akıl hastaneleri, mahkeme salonları, okul, kışla, hapishane gibi tüm toplumsal alanlarda, makro ve mikro bağlamda, beşeri ve sosyal bilimlerin disipline edici normallik standartları hakimdir.
Özneleşme süreci, aslında tabi olma sürecidir. Örneğin Kant rasyonel ‘kendilik bilinci’ni merkeze yerleştirir, Hegel ise bu bilinci tarihselleştirir, ve insanın telosu kılar. Psikanaliz öznenin doğasına ilişkin yetkin bir teori ortaya koyar (bu özne nosyonu, Amerikan ego psikolojisi ve psikanaliz yedeklemiş liberal akılcılıktan, pop-psikolojiye kadar varlığını sürdürmektedir) Foucault için ise bu kendilik bilinci vurgusunun bireyin kendine dönmesiyle ve hakikat rejimleri üreten iktidarın (bio-iktidar) taşıyanı olmasıyla sonuçlandığını düşünür. Bilgi ve iktidar özneleşme kip ve modları yaratır. İçselleştirilen iktidar toplumun kılcal damarlarına kadar yayılır. Bilgi iktidarın toplumu disipline etmesine hizmet eder, iktidarı meşrulaştırır. Modern iktidar bireyselleştirme, normalleştirme, hiyerarşize etme yoluyla bireyi içeriden kuşatarak toplumu ve bireyi disiplin ve kontrol etmiş olur. Özne doğası bakımından verili olmayıp, çeşitli politik ve epistemik pratikler bağlamında tarihsel olarak inşa edilir, oluşturulur. Foucault için bilgi olmadan iktidarın uygulanması ve bilginin iktidara yol açmadan var olması olası değildir. Cinsellik, delilik, suç vb. gibi bağlam içinde üretilmiş kategoriler yoluyla bedenler üzerinde güç ilişkileri tesis edilmiş olur. Modern Çağda ceza Orta Çağ’da olduğu gibi işkence ile bedeni değil öznenin iradesini hedef alır. Halkın önünde işkence ve infazın, gösteriye dayalı cezanın yerini, hapis etme yoluyla disiplin ve gözetleme teknolojileri alır. Bu sadece hapishanelere özgü değildir; tekelci sanayi kapitalizmiyle birlikte gündeme gelen tüm organizasyonlarda uygulanır. Disiplin ekonomik verimlilik bağlamında bedeni işlevsel kılarken, politik bakımdan boyun eğdirir. İktidarın temel hedefi, bireylerin güçlerini, yeteneklerini, toplumun üretim aygıtında kullanılmak üzere terbiye etmek, en işlevsel oldukları yere yerleştirmek, şu veya bu yeteneğe sahip olsunlar diye işlevsel hale getirmek suretiyle disipline etmektir. Kısaca özne, özerk ve Kantçı söylemde olduğu üzere genel, aşkın; Hegel’de olduğu gibi somutun soyutun içinde eritildiği bir varlık değil, bilgi ve hakikat söylemleri ve pratikleri tarafından oluşturulan tarihsel somut bir varlıktır. Foucault kapitalizmi hedef alsa da, Marksist düşüncenin ideoloji teorisini eleştirerek iktidarın bedenler üzerindeki etkisini vurgulayarak, Marksizmin bilinç ve ideolojiye ağırlık vermesini eleştirir, devrimci söylemine inanmaz. İktidar bilince değil bedene hakim olur. Modern iktidar ideolojiye değil bilgiye dayanır, disiplin teknolojileri ve terbiye edilmiş, köleleştirilmiş bedenler olmadan kapitalizminin yayılması imkansızdır. Foucault daha sonra modern biyo-iktidarı eleştirecek bireyselliklerden söz eder, Aydınlanmanın eleştirel kendilik bilinci projesiyle yeniden bağ kurar; benlik teknolojilerinden, varoluş estetiğinden söz eder fakat evrensel kurtuluş söylemlerini (devrimci ve karşı devrimci) eleştirmeyi ve kendimizin eleştirel ontolojisi bağlamında kendimizi yerel olanla sınırlamamızı ve reformlarla dönüşümü önerir.
Deleuze; Spinoza, Hume, Bergson, Marks ve özellikle Nietzsche’nin düşüncelerinin etkisinde, sabit ve aşkın bir metafizik ve homojenleştirici modern ulus devletin arzuyu baskılayan kurumları ve söylemlerinin aşkınlık darbeleri yerine, yaşamı olumlayan, arzuyu merkeze koyan, yaratıcı bir oluşu ve çokluk fikrini temel alan, fark üzerine kurulu içkin bir felsefe oluşturmuştur. Deleuze klasik ve modern Batı felsefesinin varlık-düşünce özdeşliğini, evrensel, hiyerarşik, sabit, tarih dışı ve ikili karşıtlıklara dayanan ağaç biçimli (kraliyetçi) dikey düşünce yapısını, 20. Yüzyılın başlarında egemen olan yapısalcılığı, Husserl sonrası özne felsefelerini ve özellikle Hegel’in diyalektik felsefesini, çok katlılık, tekillik, farklılık, zamansallık ve ayrımları yadsıyan mantığı sebebiyle eleştirmiştir. Fransa’da Kojeve’nin Hegel okumaları etkili olmuş, Lacan’ın yapısalcı psikanalizi bu okumalardan beslenmişti. Lacan, Hegel’in Kojeve okumalarından yola çıkarak her kimliğin öteki dolayımında ve öteki sayesinde inşa edildiğini savunmuştu. Deleuze Hegelcilikten ve Hegelci diyalektiğin sürekli karşıtlıklar üreten, yapısal karşıtlıklar üzerine kurulu, karşıtlıklar arasındaki mücadele, gelişme ve ilerleme fikrine dayanan mantığından nefret ettiğini söyler. Hegel’i, yapısalcılığı ve Lacan’ı eleştirir. Deleuze insanı arzulayan makineler olarak tanımlar; beden, arzu, istenç gibi kavramlar düşüncesinde merkezi önemdedir. 1968 Mayıs olayları sonrasında, klasik temsile dayalı politikaların sorgulandığı dönemde, temsil ilişkisini reddeden, beden, cinsiyet, sınıf gibi bütünlük ve hiyerarşi içinde kodlanan kapalı aşkın kavramlara karşı, devlet, kapitalizm ve piyasa tarafından ele geçirilemeyecek, arzulayan akışların sabitlenmediği, tekilliğini koruyabilen yatay köksaplara dayalı, yersiz yurtsuz bir oluş, fark, direniş ve eylem felsefesi oluşturur. Deleuze iktidarın, farklılıkları bir tahakküm mantığı içerisinde eriten ağaç biçimli dikey düşünme modelinin yerine, birliklerden, ikili mantıklardan kaçınan, çok katlılıkları, çokluğu ve yaratıcı oluşları bulmaya çalışan rizomatik bir düşünceyi savunur. Kapitalizm gibi sistemler tarafından belirli bir mekana hapsedilen, sabitlenen ve kodlanan bedenlerin çıkış yolu organsız bedendir. Organsız beden tüm sabit kimlikleri söküp atar. Tekelci kapitalizmin kapma aygıtı olan devletin arzuyu kodlayan ve üretimin bir parçası halinde sabitleyen, paranoid arzusundan kaçış yolu şizodur. Şizo (şizofren)* kodlanamayan, kodlanmaktan kaçandır, devrimcidir ve kapitalist kodları bozar.
Sonuç itibariyle postyapısalcılık, din ve metafiziğin, varlığı-hakikati-anlamı evrensel aşkınlıklara sabitlemelerine ve tarisici felsefelerin özneyi kollektif olanın (tümel) içinde eritmelerine tepki olarak meta-anlatıların yapısökümüne yönelmiş ve toplum, sınıf, aile, ulus, tarih ve kimlikten sonra söylemiyle tüm bunların sonunu ilan etmişti. Kültür, ideoloji, cinsellik, cinsiyet, etnik her bağlamda, hümanizm eleştirisi üzerinden, çok katlılık, çoğulluk, farka vurgu yapmıştı ve birleşik rasyonel özneyi eleştirerek evrensellik ve nesnellik iddialarını sorgulayıp bilgiyi yerel ve politik hale getirmişti. Örneğin Derrida, anlamın ve hakikatin diğerlerini marjinalleştirmek ya da susturmak suretiyle kendi konumlarını haklılaştırmak isteyen toplumsal gruplar tarafından üretildiğine ve evrenselleştirildiğine işaret etti (özcü-temelci metafizik); differance, sınırda felsefe, karar verilemezlik gibi vurgularla, batı düşünce geneleğinin dekonstrüksiyonunu yaparak, ötekine karşı radikal sorumluluk temelinde adaleti savundu.
Modernite, 15. Yüzyılda başlayan ve günümüze kadar olan süreci tanımlar. Modernite, toplumsal yapıdaki estetik, kültürel, düşünsel, ekonomik, siyasal, vb. dönüşümlerdir. Modernizm, kültür, sanat ve estetik dönüşümleri kapsar. Modernleşme ise ekonomik, siyasal, teknik-teknolojik değişimleri içerir. Genel olarak modernite ve modernizm, ekonomik temelden bağımsız olarak düşünülür, tekelci kapitalizmin suçları kültürelleştirilir. Bu sebeple genel olarak modern çağ kültürel olarak, ya da sübjektivite ve rasyonalizm açısından ele alınır. Genel eğilim moderniteyi rasyonalizme ve tekniğe indirgemektir. Nietzsche’nin tanrı öldü çıkışıyla Platonik-Hıristiyan metafiziğinin anlam geleneğinin sonuna ve Avrupa kültürünün dekadansına ve nihilizmine işaretini temel alan postmodern düşünürler; ekonomik-toplumsal meselelerden, birey, kimlik ve kültür gibi kültürel sorunlara kayarak bilinç yerine dil felsefesini temel alarak tarih ve toplum üzerine totalleştirici makro teorilere (kurtuluş söylemlerine) cephe alırlar (Hegel ve Marks). Bürokratik devletçi sosyalizmin toaliter uygulamaları ve Aydınlanma projesinin tahakkümle ve yıkımla sonuçlanması, entelektüelleri kötümserliğe sürüklemiş ve tüm dizgelere ve her türlü temsile karşı cephe almışlardı; bu durum, tüm ilgilerini olumsuz ve bireyle sınırlandırmalarıyla sonuçlanmıştı.
Hegel’in dizgesinde dünyanın bütün somut görüntülerinde kendini gösteren mutlak tin, gerçekliğini barındırdığı çelişkiler içerisinde açığa vuruyordu ve sonunda tin kendi bilincinin farkına varana dek gitgide yükselen düzeylerde bir gül gibi açıyordu. İnsanlık kültürü ve tarihi bu satlık sürecin bir bölümü olarak görülüyordu ve siyasal kurumlar, sanat yapıtları ve toplumsal gelenekler genellikle tek bir içsel özün çeşitli dışa vurumlarıydı. Hegel’in dizgesinin idealizmini terk eden Marx tarihsel gelişimin maddesel yasaları üzerine yoğunlaşmıştı. Marx’ta mutlak tinin yerini ekonomi almıştı. Onun görüşünde ekonomik güçler, tarihsel gelişimin her bir aşamasını temsil eden toplumsal ilişkilerin tikel bir dizgesini belirlemekteydi. Böylece sınıf mücadelesi tarihsel gelişimin temel ilkesi haline geldi. Marx’ı tarihsel yasalar bağlamında bilimsel bir kuramcı olarak anlamaktan çok O’nun bir kurtuluş öyküsü anlatıcısına dönüştüğünü düşündüler. Hegel’den Gulag’a doğrudan doğruya bir hat geçtiğini savundular. Tarihin erekbilgisi anlamına gelen mutlak tin Marx’ın maddeci terimlerle kavradığı tarih içerisine yeniden yerleştirilir. Son aşamada, erekbilimsel sürecin sonunda çelişkinin ortadan kalkması (Stalincilikle birlikte), katıksız güç içerisinde ayrımların yok olması anlamına gelir. Böylelikle Mutlak Tin tarih adına bir sivil polis olarak kapıyı çalar.⁶
Sözün özü; meşruiyetini yitirmiş postmodern durum dünyasında, Nietzsche’nin haklı çıktığı Marks’ın ise yanıldığı düşünülüyor ve modern hümanist projenin (Aydınlanmanın) sonuna işaret ediliyor. Dilin metaforik yapısına vurguyla, büyük iddiaları olan kişi veya grupların kurtuluş reçetelerine septisizmle yaklaşılıyor, hiçbir grup veya kurum toplumsal uzlaşıyı sağlayacak güven ve istikrarı sunamıyor. Pek çok düşünür ise postmodern felsefelerin, evrenseli, bütünlüğü ve nesnel gerçekliği reddeden yerel ve parçalı konumlarının vardığı noktayı nihilizm ile ilişkilendiriyor. Görecelikle birlikte her şey söylemden ibaret sayılıyor. Tüm metafiziksel aşkınlıkların ‘yasaklandığı’ postmodern evrende dilsel-kültürel-tarihsel cemaatin göreceliğinde her şey gündeliğe (dekadans) hapsolmuş durumda ve postmodern kapitalist sömürgecilik olarak küreselleşme de bu gündelik dekadans üzerinden işliyor; üstelik elimizde bir sahicilik jargonu, estetik ve şiirsel söylev ile kelimelerle eylemlerin arkasındaki gücü ifşa etmek dışında bir şey yok…
Onur FENCİOĞLU
*İmgesel olan simgesel olanın, içgüdüler ve beden Aydınlanma’nın evrensel rasyonalizminin karşısına çıkarılıyor.
¹Kasım Küçükalp, Çağdaş Felsefede Farklılık Tartışmaları
²Kasım Küçükalp, Bat metafiziğinin Dekonstrüksiyonu: Heidegger ve Derrida
³Erol Göka, Varoluşun Psikiyatrisi
⁴Kadir Çüçen, Metafizik Kavram ve Problemleriyle Varlık Felsefesi
⁵Madan Sarup, Postyapısalcılık Ve Postmodernizm
⁶Madan Sarup, Postyapısalcılık Ve Postmodernizm