Şerif Mardin’in 1983 yılında yazdığı Din ve İdeoloji kitabı küçük hacmine (188 sf) oldukça derin ve önemli tespitlerin olduğu bir başyapıt. Belki Türkiye’de din sosyolojisi bağlamında hocanın magnum opus eseri sayılabilecek kadar önemli bir eser.

Toplamda altı (6) bölümden oluşan eser, öncelikle ideolojinin tanımıyla başlar. İdeolojiyi sert ve yumuşak ideoloji olarak ayıran Mardin, sert ideolojiyi ‘sistematik bir şekilde işlenmiş temel teorik eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlanmış muhtevası kuvvetli bir yapı’; yumuşak ideolojiyi ise ‘kitlelerin, çok daha şekilsiz inanç ve bilişsel (cognitive) sistemleri’ olarak tarif etmektedir.

İdeolojinin sokaktaki insan için içinde yaşadığı ortama ‘uyum sağlama’ imkanı verdiğini ifade eden Mardin’e göre din, ideolojinin bir parçasıdır; dünyayı anlama ve kendine o dünyada bir pozisyon ta’yin etme aracı olarak fonksiyoneldir.

Bu girizgahtan sonra Mardin, kitabın hedefinin, Türkiye’de dinin, sosyal-siyasal düzlemde ne gibi bir rol oynadığının analitik bir şekilde ortaya çıkarılması olduğunu söyler.

Türkiye’de din bir eylem aracıdır ve Türk kültüründe oldukça önemli bir unsurdur. Seküler hassasiyetlere sahip politikacılar dahil, din faktörünün vazgeçilmez bir unsur olduğunun farkındadır ve dine karşı agresif bir söylem gelişmekten çekinirler. Daha da derinde, Laik Cumhuriyet, kimlik krizi yaşayan vatandaş için bu problemi aşamadığı için esaslı bir çözüm üretmekte oldukça zorlanmıştır.

Mardin, Türkiye’de ‘değer boşluğunun’ apaçık olduğunu, bu boşluğun alt sınıflarda din tarafından doldurulduğunu, dahası, aydınlara göre batıl inançların artışı olarak görülen bu durumun toplumsal ve siyasal davranış boyutlarına dönüşeceğinin şüphe kabul etmez olduğunu ifade etmektedir. Mardin ayrıca, Türklerin çoğunun Sünni olmasıyla problemin daha da çapraşık bir hal aldığını belirtmektedir.

Din Sosyolojisi ve Dinsel Davranış’ başlıklı ikinci bölümde Mardin, Freud ile Marx’ın görüşlerinin o kadar da birbirinden uzak olmadığını ifade ederek başlar. Feuerbach’a göre din, bilimin kanıtlama tekniğine göre yersiz varsayımlardır. Tanrı inancı, insanların kendi sınırlı ve eksik varlıklarını, ideal ve sınırsız bir varlıkla karşılaştırma eğiliminden doğan bir projeksiyondur. Yani insanların kendi evrenlerinde bulamadıkları mutlak iyilik ve güzelliğin soyut plana aktarılmasıdır. Marx’a göre ise halkın afyonu, kendi kendini aldatmacasıdır. Bu anlamda Marx’ın din anlayışı Feuerbach’tan mülhemdir.

Mardin, Marx’a göre din ile ideoloji arasında kuvvetli bir bağın mevcut olduğunu ifade eder. Freud içinse başvurulan bir oyundur. Marx dinin fonksiyonelliği üzerinde durmamakta ancak; dinin işlevselliği toplumlarla din arasındaki ilişkiyi incelemenin önemli bir türüdür. Mardin, Marx, Feuerbach ve Freud’un din anlayışından sonra Eriksonn’un, Durkheim’ın ve Radcliffe-Brown’un din anlayışlarına da değinir. Buradaki amacı sözü edilen düşünürlerin dinin fonksiyonel kısmını vurgulaması ve insanların içinde yaşadıkları toplumsal yapının genel hatlarını anlamalarında önemli bir işlev gördüğünü farkettirmektir.

Mardin, üçüncü bölüm olan ‘Din Sosyolojisi Açısından İslam’da, araştırdığı alanın, İslamiyet’in Türkiye’de sokaktaki adamın fikrî kalıplarını etkileme mekanizması olduğunu söyler. Margoliout’un İslamiyet’in ‘millet’ olarak kavramsallaştırıldığı tespitine dikkat çeken Mardin, İslam dininin en önemli niteliğinin, kabile ilişkilerinin çok yoğun olduğu bir ortamda belirmiş olduğunu ifade eder. Esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üstüne kurulmuş bir yapı olan İslamiyet, toplumu siyasi alanda da pekiştiren bir inançtır.

İnanan kişinin kendini Allah’a tamamıyla teslim etme fikri, dinin İslam toplumunda ifa ettiği fonksiyonun en sembolik ve en teolojik şeklidir. İslamiyet’in bir diğer özelliği, toplum içindeki örgütlenme şekillerinden bazılarını kabul etmeyişidir. Mardin, burada Durkheim’dan ikincil yapı kavramını ödünç alarak, İslamiyet’in devletle toplum arasında kalan bazı kuruluşları kabul etmediğini söylemektedir. Batıda iktidarla fert arasındaki tampon kuruluşların yerini İslam toplumlarında cemaat hissi almaktadır. Bundan dolayı İslam toplumlarında bireyler kimlik inşa etme sürecine -Batıdakinin tersine- dinsel bir nitelik atfetmektedir.

Mardin, bu bahiste bir çocuğun geçtiği kimlik sahfalarını açıklayarak, İslami etkilerin en çok görüldüğü yerin pedagojik eğitim olduğunu söyler ve ‘İslam, bir hayat tarzı olduğu derecede çocuğun kimlik sorununun çözülmesine yardım etmiştir.’ der. Kısaca İslam, hâkim olduğu toplumlarda norm düzenleyici rolünün arttığı derecede kişilik oluşumunda önemli bir rol oynamaktadır ve Batıdaki dinle kıyaslandığında çok daha fazla ek ideolojik fonksiyonlar görmektedir.

Şerif Mardin, devlet ve fert arasında tampon kuruluş görevi gören tarikatlara ve sufiliğe farklı bir fonksiyon da yüklemektedir. Ona göre resmi din görevlilerinin kılı kırk yaran, şekilci, literal ve katı yorumlarına karşı sûfîliğin daha naif ve daha toleranslı bir din yorumu sunduğu ve bunun da toplumsal seyyaliyeti sağladığını ifade etmektedir: ‘Tarikatların, resmi ulemanın kuru, doğru yoldan ayrılmayan, kılı kırk yararak sonuçlara varan öğretilerinden ayrıldıkları, onlara cazip şekiller verdikleri bilinen bir özelliktir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Yapı ve Kültür’ başlığını taşıyan dördüncü bölümde Şerif Mardin, Osmanlı-Türk toplumunda iktidar dağılımının egemen biçimindeki sorunsallardan bahseder. Türk kültür dünyasındaki bölümlenmenin üç ayrı ama birbiriyle ilgili görünüşü üzerinde durmaktadır. Devletin toprak ve genel olarak iktisadiyat üzerindeki büyük yetkileri ve kontrolü, serbest piyasa ve ticareti elverişsiz bir duruma sokmuştur. Bunun nedeni padişahın tebasına bakma zorunluluğudur. Osmanlı’nın ara tabakalardan, sivil toplumdan yoksun olduğunu ifade eden Mardin, tüzel kişiliğin sadece vakıflarda olduğunu, genel olarak tüzel kişilik kavramının bulunmadığını söylemektedir.

Beşinci bölüm olan ‘Cumuriyet Devrinde ‘Volk’ İslamı’nda, Cumhuriyet özelliklerinin anlamını Osmanlı yapılarında aramaya çalışmaktadır. Ona göre aydın, devletin adı Türkiye olduğunda kültür kalıplarını tümüyle değiştirmemiştir. Osmanlı’daki statü toplumu ile halk kültürü şeklindeki ayrım, yeni Cumhuriyette de devam etmiş, halk kültürü ile seçkinler kültürü arasındaki uçurum, halk İslamı’nı kural dışı saymalarıyla sonuçlanmıştır. Mardin’e göre Kemalizm’in bir diğer zaafı dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına müsaade etmemiş olmasıdır.

Abdullah YARGI