İslam Düşüncesi naklî ve aklî ilimlerden oluşur. Naklî ilimler fıkıh, hadis ve tefsir ilimlerinden oluşurken, akli ilimler ise felsefe, kelam ve irfandan oluşur. İslam Düşüncesinin nakli ve akli ilimler şemasına baktığımızda gözümüze ilk çarpan şey burada her anlamda bir kesretin bulunduğudur. Hem temel disiplinler arasında hem de bu disiplinlerin kendi içerisinde bir kesret bulunmaktadır. Bu, gerçek ve hakiki bir kesret olduğuna göre önemli olan bunu mümkün kılan nakli ve akli sebeplerin neler olduğunu ortaya koymaktır. Ancak bu sebepleri ortaya koymadan önce İslam Düşüncesinin kurucu üç isminden bu kesretin meşru görüldüğüne dair birer cümle aktarmak istiyorum: Mâlikî mezhebinin de kurucu ismi olan İmam Mâlik‘in Muvattâ adlı bir hadis kitabı bulunmaktadır. Zamanın Abbasi halifesi, İmam Mâlik’e gelip ona şöyle bir teklifte bulunur: “Ey İmam, gel senin kitabını bütün İslam Dünyasında kendisine uyulan bir anayasa yapalım!” Ancak İmam Mâlik bu önemli teklifi şöyle diyerek reddeder: “Hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Ben kendi görüşümü diğer Müslümanlara dayatamam. Irak ehlinin kendi görüşü, Yemen ehlinin kendi görüşü ve Mısır ehlinin kendi görüşür vardır!

Diğer isim ise uzun süre İmam Malik’in de öğrenciliğini yapmış olan İmam Şafidir. İmam Şâfiî, İslam Dünyasında fıkıh usulunu ilk defa tedvin eden kişidir ve bu yüzden de İslam Dünyasının Aristosu olarak kabul edilir. Nasıl ki Aristo mantığı tedvin ederek doğru düşünmenin yasalarını herkesin istifadesine açmışsa, aynı şekilde İmam Şâfiî de usûlu tedvin ederek İslami aklın bilgi üretirken başvuracağı aksiyomatik çerçeveyi tayin etmiştir. İşte bu İmam Şâfiî şöyle demektedir: “Benim görüşüm yanlış olma ihtimali olan doğrudur. Benim dışımdakilerin görüşleri ise doğru olma ihtimali olan yanlışlardır.” Böylece İmam Şâfiî, doğru dahi olsa kendi görüş ve içtihadını mutlak görmediğini açıkça ifade etmiş olmaktadır.

Üçüncü isim ise İmam Ebu’l Hasan Eş’arî‘dir. Eş’arî Kelam ekolünün kurucusu olan İmam Eş’arî, Makâlâtü’l-İslamîyîn adlı sistematik Kelam eserinde; “Biz kıble ehlinden hiç kimseyi tekfir etmiyoruz.demektedir. Böylece o da kendi Kelâmî görüşlerini doğru kabul etse dahi mutlak olarak görmediğini ifade etmiş olmaktadır.

Burada önemli olan ve bizim nübüvvetin epistemolojik değeri üzerinden temellendirmeye çalışacağımız şey; bu üç ismin epistemolojik kesrete imkan veren bu görüşlere sahip olmasını mümkün kılan apriori zeminin tam olarak ne olduğudur. Burada söz konusu nakli ilimlerdeki yatay ve dikey kesret olduğuna göre bunun nübüvvet üzerinden temellendirilmesi gerekmektedir.

Nübüvvetin epistemolojik değerini ortaya koyabilmek için; içinde peygamber bulunan bir topluluğun bizim sahip olmadığımız hangi epistemolojik avantaja sahip olduğunu sormamız gerekiyor? Doğal olarak böyle bir topluluk, dînî bilginin sıhhatinin nasıl sağlanacağına dair herhangi bir kıstas sorunuyla karşı karşıya kalmayacaktır. Zira bunlar; neyin İslâmî olup olmadığında ihtilafa düşseler bile gidip peygambere durumu arz edecek ve peygamber de meseleyi nihâî olarak çözüme kavuşturacaktır. Peygamberin içtihadı inananlar açısından bağlayıcı ve mutlak olduğundan haliyle ortada artık bir ihtilaf ve sorun kalmayacaktır.

Peygamberin otoritesinin dünyevi konularda mutlak olup olmadığı tartışılsa da dini konularda nihai otorite olduğunda herhangi bir tartışma ve şüphe bulunmamaktadır. Kısaca içinde peygamber bulunan bir topluluk bizim sahip olmadığımız önemli bir epistemolojik avantaja sahiptir ve bu da; dini bilginin sıhhatinin nihâî olarak sağlanabiliyor olmasıdır!

Ancak peygamberin rihletinden sonra ortaya doldurulması gereken muazzam bir epistemolojik boşluk çıkmıştır. Bu da; peygamberin yokluğunda dini bilginin sıhhatinin nasıl sağlanacağı meselesidir! Bu muhtemelen Müslümanların peygamberin rihletinden sonra karşı karşıya kaldıkları en önemli meseledir ve ne şekilde çözüleceği ümmetin ve İslam dininin geleceği açısından hayâtî öneme sahiptir.

Peygamberin yokluğunda ortaya çıkan bu epistemolojik boşluğun ne şekilde doldurulması gerektiği noktasında Müslümanlar ikiye ayrılmıştır: Şia ve Ehli Sünnet ve’l Cemaat. Şia’nın bulduğu çözüme ilâhî imâmet teorisi denmektedir. Bu anlayışa göre; peygamberin rihletinden sonra dini bilginin sıhhati ancak yine peygamber gibi olan birisinin varlığıyla sağlanabilir. Bu kişi peygamber gibi vahiy almasa da vahyin tefsir ve yorumlanmasında mutlak bir otoriteye sahiptir ve risalet görevi dışında peygamberle aynı sıfat ve özelliklere sahiptir. Bu anlayışa göre imam olacak kişinin yanılma veya hata yapma ihtimali olsa bu dini bilginin sıhhatini zedeleyecektir. Bu yüzden imam da tıpkı peygamber gibi Allah tarafından seçilmeli ve başta masumiyet olmak üzere diğer sıfatlarda peygamber gibi olmalıdır.

Ancak Müslümanların çoğunluğunu oluşturan Ehli Sünnet ve’l Cemaat bu görüşün Kuran ve Sünnete uygun olmadığını söyleyerek başka bir çözüm ortaya koymuştur. Ehli Sünnete göre peygamberin rihletinden sonra ortaya çıkan epistemoloji boşluk usûl yani ulema tarafından doldurulmalıdır. “Alimler peygamberlerin varisleridir” hadisi şerifi de bu duruma işaret etmektedir. Bu çözüm yoluna göre peygamberin rihletinden sonra ortaya çıkan epistemolojik boşluk alimler tarafından ortaya konan; akli ve ahlaki açıdan geçerli olan usul tarafından doldurulmalıdır.

İşte tam burada nakli ilimlerdeki kesreti ortaya çıkaran ve onu meşru kılan noktaya ulaşıyoruz. Alimler tarafından ortaya konan usûlden hareketle yapılan içtihatlar ne kadar isabetli ve doğru olursa olsun kelimenin ilmi anlamında zanni olmanın ötesine geçemezler. Zira bir alim ne kadar büyük olursa olsun alimlik mertebesi, peygamberlik mertebesinden kategorik olarak farklıdır. Bu da alimin içtihadıyla peygamberin içtihadı arasında buluna kategorik farkı ortaya çıkarmaktadır.

Peygamberin içtihadı kategorik olarak bağlayıcı ve mutlakken, alimlerin içtihadı o usulu benimseyenler açısından bağlayıcı olsa da asla mutlak değildir. Bu da kim olursa olsun bir alim tarafından yapılan içtihadın kategorik olarak zannî olduğunu göstermektedir. İşte İslâmî ilimlerde meşhûd olan kesretin gerçek sebebi budur.

Bu yüzden İmam Mâlik; ‘Hakikat kimsenin tekelinde değildir.‘ derken, İmam Şâfiî de; ‘Benim dışımdakilerin söylediği doğru olma ihtimali olan yanlışlardır.‘ demekte ve İmam Eş’arî de; ‘Biz kıble ehlinden hiç kimseyi tekfir etmiyoruz.‘ diyebilmektedir.

Böylece İslâmî ilimlerin neden ortaya çıktığını ve hangi önemli boşluğu doldurmaya çalıştığını görebilmekteyiz. Buna göre İslâmî ilimler nübüvvetin epistemolojik işlevini görmek için ortaya çıkmış ve varlık sebepleri de peygamberin rihletinden sonra ortaya çıkan epistemolojik boşluğu doldurmak ve böylece zannî bir şekilde de olsa dini bilginin sıhhatini sağlayabilmektir.

İşte doğru olsalar dahi alimler tarafından ortaya konan usuller ve bu usullere dayanılarak yapılan içtihatlar zannî olduğu için İslâmî ilimlerde hem yatay hem de dikey bir kesret bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle İslâmî İlimlerdeki kesreti mümkün kılan bu zannîliktir! Zira farklı alanlardaki (fıkıh, hadis, tefsir) usûl tedvinini zorunlu hale getiren şey; peygamberin rihleti ve bunun sonucunda ortaya çıkan epistemolojik boşluğun doldurulması gerekliliğidir.

Dolayısıyla peygamber zamanında olmadıkları için İslâmî ilimlere ne gerek var diye soranlar aslında İslami ilimlerin varlık sebebini doğru bir şekilde anlamamış olmaktadırlar. Eğer bu kişiler bizleri İslami ilimlerden müstağni kılmak istiyorsa bir şekilde peygamberin yeniden aramıza dönmesini sağlamalıdırlar. Bunu yapamadıkları sürece; peygamber zamanında olmadıkları için İslâmî İlimlere karşı çıkmalarının hiçbir mâkul ve meşrû tarafı bulunmayacaktır. Zira İslâmî İlimler ve onlardaki kesretin varlık sebebi; peygamberin artık aramızda olmaması ve ümmet ve İslamın selameti için onun yokluğundan dolayı ortaya çıkan epistemolojik boşluğun doldurulmasının zorunlu olmasıdır!

Abuzer DİŞKAYA