Hakikatle ilgili ilk yazımızda onu bir kavram olarak ele almış ve kaç farklı anlamı olabileceğini ortaya koymuştuk. Hakikatin bir şey değil bir sıfat olmasından hareketle neyi tavsif ettiğine bağlı olarak farklı anlamları olacağını söylemiş ve sonuçta onun bazen bir mevcuda bazen bir önermeye bazen de bir değere sıfat olduğunu görmüştük. Hakikat bir şeye sıfat olduğunda bu o şeyin var olduğu anlamına geliyor, bir önermeye sıfat olduğunda bu o önermenin doğru yani vakaya mutabık olduğu anlamına ve bir değere sıfat olduğunda da ne yapılıp yapılmaması gerektiğine dair bir olması gereken fikrine karşılık geliyordu. Böylece bir kavram olarak hakikatin üç farklı anlamı ortaya çıkmıştır. Ontolojik anlam, epistemolojik anlam ve aksiyolojik anlam. Buna göre hakikat sorgulaması bazen varlığa dair bazen bilgiye dair ve bazen de değere dair olmaktadır. Bu da beşeri sorgulamanın temelde üç konusu olduğu anlamına gelmektedir: Varlık, bilgi ve değer!
Bu yazımızda ise; bir iddianın hakikat olup olmadığına, söz konusu bir iddia olduğuna göre demek ki hakikatin ikinci anlamı olan epistemolojik anlamıyla karşı karşıya bulunmaktayız, nasıl karar verdiğimizi ele alacağız…
Bizler herhangi bir iddia ile karşı karşıya kaldığımızda asıl amacımız bu iddianın doğru olup olmadığını ortaya koymaktır. Zira bir iddia temelde bir önermedir ve bir önerme de iki şeyin birbirine nispet edilmesidir. Bu nispet ya vaka aleminde mevcut (ki bu durumda önermemiz doğru olur) ya da mevcut değildir (ki bu durumda da önermemiz yanlış olmuş olur). Burada önemli olan bizim bir iddianın doğru olup olmadığına nasıl karar verdiğimizdir.
Genel bir yaklaşımla bir iddianın doğru mu yanlış mı olduğuna o iddia hakkında sahip olduğumuz bilgi sayesinde karar verdiğimizi söyleyebiliriz. Ancak bizim bilgi sayesinde bunu nasıl yaptığımızı veya bilgideki hangi unsurun bunu mümkün kıldığına bakmak gerekir. Bunu yapabilmek için de bilginin ne olduğunu ortaya koymak ve bilginin tanımında yer alan unsurlardan hangisinin bize bu imkanı verdiğini görmek gerekir.
Bilginin ne olduğunu anlamak için de şöyle bir soru soralım: X adında bir bilen özne Y adında bir iddia hakkında bilgi sahibi olduğunu iddia edebilmek için hangi şartlara haiz olmalı?
Yani eğer mesela ben; ‘A, B’dir.‘ şekinde ifade edilebilecek bir iddia hakkında bilgi sahibi olduğumu ileri süreceksem hangi durumda veya hangi şartlar sağlandığında bunu makul ve meşru bir şekilde ileri sürebilirim. Bu soru bağlamında bilgi nedir sorusunu ele aldığımızda şunu görüyoruz.
Bir bilen öznenin bir iddia hakkında bilgi sahibi olduğunu makul ve meşru bir şekilde ileri sürebilmesi için öncelikle buna inanması gerekir. Yani a’nın b olduğuna dair bilgim var diyebilmem için öncelikle benim a’nın b olduğuna inanmam gerekiyor. En basitinden eğer ‘Şu anda yağmur yağıyor.‘ benzeri bir iddiada bulunabilmem için önce benim yağmurun yağdığına inanmam gerekiyor. Dolayısıyla bilginin birinci unsuru inançtır. Ancak acaba inanç tek başına bilgi olabilir mi? Yani bilgi=inanç dersek nasıl bir durum ortaya çıkar ki mesela sofistlerin böyle bir iddiada bulunduğunu bilmek gerekir.
Sofistlere göre bilgi inançtan ibarettir. Bilginin sonraki unsuruna geçebilmek için bilginin neden tek başına inanç olamayacağını görmek gerekir. Bunun sebebi bilginin inanç olması durumunda bunun çelişmezlik ilkesinin çiğnenmesine yol açıyor olmasıdır. Şöyle ki, eğer sırf ben inanıyorum diye a’nın b olduğunu iddia edebilirsem haliyle bir başkası da sırf ben öyle inanıyorum diye ‘A, B değildir.‘ diyebilir. Böyle bir karşıt iddianın önünde hiçbir engel yok zira bilginin inançtan ibaret olduğunu varsaydık. Bu durumda a aynı anda hem b olmuş olur hem de b olmayan olmuş olur ve bu da çelişkidir ve çelişki de muhaldir. Kısaca inanç bilginin olmazsa olmaz unsuru olsa da tek başına bilgiyi oluşturamaz.
İşte bu yüzden bir iddia hakkında bilgi sahibi olduğumu ileri süreceksem sadece buna inanmam yeterli olmaz, buna ek olarak bu inancımı temellendirebilmem de gerekir. Bu da bilginin ikinci unsurudur. Yani temellendirme…
Epistemolojik açıdan temellendirme delillendirmeden ibarettir. Temellendirme unsuruyla bir adım daha ileri atmış oluruz. Şöyle ki, Bana ‘Neden a’nın b olduğunu ileri sürüyorsunuz?‘ diye sorulduğunda çünkü deyip ortaya bir delil koyabiliyorsam bu durumda a’nın b olduğuna dair inancımı temellendirmiş de olurum. Yukarıda verilen örnekten devam edersek; ‘Neden şu anda yağmurun yağdığını düşünüyorsunuz?‘ diye sorulduğunda, ‘Çünkü hava karardı‘; ‘Şimşek çakıyor‘ veya ‘İçeri giren birisi ıslanmış‘ gibi gerekçeler ileri sürersem bu durumda inancımı temellendirmiş de olurum. Bu ikinci unsurla birlikte bilgi=temellendirilmiş inanç olur.
Ancak bununla da yetinemeyiz… Yani bir iddia hakkında bilgi sahibi olduğumuzu ileri süreceksek o iddianın öyle olduğuna inanmalı artı bunu temellendirmeliyiz de. Ancak bu iki unsur da tek başına yeterli değildir. Çünkü her hava kapandığında veya şimşek çaktığında ya da birisi ıslandığında yağmur yağmış olmaz.
İşte bu yüzden bilginin tanımına bir unsur daha eklememiz gerekir. İşte bu üçüncü unsur doğruluktur. Doğruluk bir iddianın vaka alemindeki durumudur. Buna göre a’nın b olduğuna dair bilgi sahibi olduğumu ileri süreceksem hem a’nın b olduğuna inanmam hem bu inancımı temellendirebilmem hem de vaka aleminde de gerçekten a’nın b olması gerekir. Ancak bu üç unsur bir araya gelirse herhangi bir iddiaya dair bilgi sahibi olduğumu makul ve meşru bir şekilde ileri sürebilirim.
Şimdi bu üç unsuru bir araya getirerek bilgi nedir sorusuna cevap verebiliriz. Bilgi= Temellendirilmiş doğru inanç!
Böylece bilginin üç temel unsurdan oluştuğu ortaya çıkmış olmaktadır. Dikkat edilirse bu tanımda yer alan üç unsurdan ikisi subjektif birisi ise objektiftir. Subjektif olan iki unsur: İnanç ve temellendirmedir. Objektif olan unsur ise doğruluktur. ‘İnanç ve temellendirme subjektiftir.‘ derken kastımız bunların suje tarafından sağlandığıdır. Objektif unsurdan kasıt ise onun iddianın vaka alemindeki durumuna işaret ettiğidir. Dolayısıyla bilgi denen fenomen ikisi subjektif birisi de objektif olmak üzere üç temel unsurdan oluşmaktadır.
Şimdi bütün bu açıklamalar ışığında asıl konumuza geri dönelim; bir iddianın hakikat olup olmadığına yani doğru olup olmadığına nasıl karar veriyoruz? Bunu bu iddiaya dair sahip olduğumuz bilgi üzerinden yapabileceğimizi söyledik ve şimdi de bilginin temellendirilmiş doğru inanç olduğu ortaya çıktı.
Şimdi de bu üç unsurdan hangisi sayesinde asıl sorumuza cevap verebildiğimize bakalım. Bu unsurun inanç veya doğruluk değil temellendirme olduğu anlaşılmaktadır. Zira inanç sujenin iradi bir akdidir ve esasında dış alemle hiçbir alakası yoktur. Doğruluk ise iddianın vaka alemindeki durumudur ve temelde bizim de ulaşmaya çalıştığımız şey budur. Yani nihayetinde bir iddianın doğru olup olmadığına nasıl karar verebildiğimizi görmeye çalışıyoruz. Eğer bunu yine bilgide bulunan doğruluk unsuru üzerinde yaptığımızı söylersek bu devir yani kısır döngü olacaktır.
İşte bu yüzden bu görevi görecek unsur bilginin tanımında yer alan temellendirme unsuru olmalıdır. Ancak temellendirme yani delillendirme, bilginin tanımında yer alan iki subjektif unsurdan birisidir. Haliyle subjektif bir unsur üzerinden vaka alemine dair bir durum hakkında nasıl fikir sahibi olduğumuz sorulabilir. Cevap bundan başka bir yolun olmadığını söylemek olacaktır. Ancak burada cevaplandırılması gereken ciddi ve önemli bir soru ortaya çıkmaktadır. Ama önce aslında neyle karşı karşıya olduğumuza bakalım.
İnsanın varlık alemiyle bilgi üzerinden ilişki kurduğunu düşünürsek şöyle bir durum çıkıyor ortaya:
Suje (özne) —> İnanç+temellendirme —> İddia —> Doğruluk —> Gerçeklik!
Suje ile iddia arasında bilginin iki subjektif unsuru bulunmaktadır. Yani inanç ve temellendirme. İddia ile gerçeklik alemi arasındaki ilişkinin sıfatı ise doğruluktur. Zira bilginin tanımında yer alan doğruluk, iddianın vaka alemindeki durumu demektir. Yukarıda ortaya çıktığını söylediğimiz önemli soru şudur: Nasıl oluyor da bizler subjektif bir unsur olan temellendirme üzerinden bir iddianın vaka alemindeki durumu olan doğruluk hakkında bir karara varabiliyoruz?
Bu sorunun önemi şunu fark ettiğimizde daha iyi anlaşılacaktır. Bilgi elde etme süreci tamamen Suje ile iddia arasında bulunan iki subjektif unsur tararından sağlanmaktadır. Yani bizler bilen özneler olarak her zaman ama her zaman subjektif bir unsur olan temellendirme üzerinde, iddianın vaka alemindeki durumunu tespit etmeye çalışıyoruz. Bu da bizim aslında iddia ile gerçeklik alemi arasındaki kısma hiçbir şekilde geçemediğimiz ve her zaman Suje ile iddia arasındaki kısımda olduğumuz anlamına gelmektedir.
Durum böyle olunca temellendirme unsuru daha da bir önemli hale gelmekte ve şu soruyu sormak kaçınılmaz olmaktadır: Acaba herhangi bir meselede yüzde yüz temellendirme mümkün müdür? Veya nesnel ya da objektif bir temellendirme yapılabilir mi? Ya da temellendirme hangi faktörlerin etkisi altında yapılmaktadır? Bir temellendirme sürecinde sadece objektif unsur olan delil mi etkilidir yoksa bu sürece etki eden subjektif etkenler de bulunmakta mıdır? Ve eğer işin içinde subjektif etkenler de varsa bunlar nelerdir ve herhangi bir temellendirmede bu etkenlerin etkisi sıfırlanabilir mi? Bunlar ve benzeri sorulara vereceğimiz cevaplar bilginin nesnel olup olamayacağıyla ilgili olduklarından oldukça önemlidirler.
Şimdi cevap arayacağımız soru şudur: Temellendirme hangi unsurların etkisinde yapılmaktadır?
Herhangi bir konuda temellendirme yapılırken esas alınan etkenlerden birisi delildir. Delil temellendirmenin objektif unsurudur. Ancak bu objektiflik yine delil ile iddia arasındadır. Aynı nesnellik delil ile suje arasında geçerli değildir. Bu da her türlü delilin aslında iki veçhesi bulunduğu anlamına gelmektedir. Delil ile iddia arasındaki nesnel veçhe ile delil ile suje arasındaki öznel veçhe!
Bu durum anlaşılmadan aynı delil karşısında insanların neden farklı tutumlar takındıkları da doğru bir şekilde anlaşılamaz. Belli bir delil birilerine çok ikna edici gelebilirken diğerlerine hemen hiçbir şey anlam ifade edemiyebiliyorsa bunun mutlaka bir sebebi olmalıdır ve esasında bunun sebebi de temellendirmeye etki eden subjektif unsurlardır.
Şimdi bu subjektif unsurların neler olduğuna bakalım…
- Bu etkenlerden ilki bir insanın doğuştan sahip olduğu genetik özelliklerdir. Bu açıdan her bir insanın belli bir genetik yapısı vardır ve bu yapı da belli özelliklere karşılık gelir. Bu özellikler de idrak üzerinde kaçınılmaz olarak etki ederler. Bu etkinin pek çok durumda ölçülemiyor olması, olmadığı anlamına gelmez.
- İkinci etken her insanın doğuştan sahip olduğu psikolojik özellikleridir. Bu özellikler insanın kişiliğini ve karakterini oluşturur ve bunlar da insanın bir olgu, olay veya süreci belli bir şekilde idrak etmesine sebep olur.
- İnsanın doğduğu aile içinde aldığı eğitim. Her insan evladı bir aile içine doğar ve onlar tarafından yetiştirilir. Onlar tarafından yetiştirilmesi de onlar tarafından ona belli bakış açılarının verilmesi demektir. Büyüme sürecinde çocuklar tamamen pasiftirler ve anne-babaları ve yakın çevrelerinden ne görürlerse adeta ona dönüşürler.
- Yine her insan belli bir toplum ve kültürün içine doğmaktadır. Ait olduğumuz toplum ve kültürün de belli bir dünya görüşü ve bu dünya görüşünün kaynaklık ettiği değerler sistemi vardır. Bunlar da bizlere eklenir ve bizler onlarla dünyaya bakmaya başlarız.
- Resmi eğitim ve öğretim süreci ki yaklaşık yirmi yıl sürmektedir. Yine her devletin belli bir ideoloji ve dünya görüşüne dayandığını ve bunu da eğitim ve öğretim kurumu aracılığıyla insanlara aktardığını düşünürsek, bunların da bizim neyi ne şekilde idrak edip algılayacağımıza etki ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
- Her birimizin sahip olduğu duygular ve arzular. Hiçbir insan bu açıdan nötr veya tarafsız veya boş değildir. Farkında olalım veya olmayalım her birimiz idrak konusu olan nesneye karşı belli bir duygu ve arzu durumu içerisinde bulunuruz. Mesele bir şeyi veya birisini seviyor veya ondan nefret ediyor olmak ona dair olayları ne şekilde algılayacağımıza doğrudan etki etmektedir. Duyguların akıl ve algılama üzerindeki etkisi bazen öyle güçlü olabilmektedir ki David Hume gibi filozoflar aklın duyguların elinde bir esir olduğunu dahi söyleyebilmiştir. Özellikle sosyal, siyasi, kültürel ve değerlerle ilgili tartışmalarda duyguların ne kadar etkili olduğu bariz bir şekilde müşahede edilebilmektedir.
Şimdi soru şu: Acaba herhangi bir konuda temellendirme yaparken bütün bu subjektif faktörlerin etkisinden kurtulup sadece objektif unsur olan delilin etkisinde hareket edebiliyor muyuz?
Bu soruya insaflı bir şekilde cevap verilirse; bunun mümkün olmadığı hatta pek çok durumda matlup da olmadığı söylenecektir. Hayatımızı neyin hakikat olup olmadığına dayacak kadar hakikat sevgisine sahip olsak bile en fazla duyguların, resmi eğitim ve öğretim sisteminin, toplum ve kültürün bize empoze ettiklerinden kurtulabiliriz. Ancak ne yaparsak yapalım subjektif olan ilk uç unsurun etkisinden kurtulabilmek mümkün değildir. Zira bunlar zaten biziz. Kimse herhangi bir şeyi idrak ederken kendisini bir kenara bırakamaz. Ama düşünce tarihine baktığımızda insanların aslında kültürün etkisinden de hiçbir şekilde kurtulamadıklarını görüyoruz. Bunu özellikle şüpheyi bir yöntem olarak kullanıp hakikate yani yakini ve kesin bilgiye ulaşaya çalışan Gazâli ve Descartes‘ta açıkça görüyoruz. Bu iki filozof her şeyi şüphe testinden geçirse de nihayetinde çözümü yine kendi kültürlerinin içinde bulmuşlardır. Bu yüzden de giderken şüphe ettikleri her şeyi daha sonra yine tasdik etmişlerdir.
Sonuç olarak temellendirmedeki subjektif unsurların hiçbir durumda sıfırlanamadığını ve bu yüzden de bütün hakikat tasavvurlarının nihayetinde subjektif olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durum insanlıkla ilgili temel meselelerde hem neden yine temel ihtilafların ortaya çıktığını hem de bu ihtilafların neden bir türlü giderilemediğini de açıklamaktadır. Eğer herhangi bir temellendirme yüzde yüz nesnel olabilseydi bu kadar çok ihtilafla karşı karşıya bulunuyor olmazdık. Ancak her türlü temellendirmenin subjektif olması, bütün temellendirmelerin aynı derecede geçerli olduğu anlamına gelmez. Diğer bir ifadeyle temellendirmede bir derecelenme yani teşkik söz konusudur ve bu da ilimlerin bu açıdan birbirinden farklı olduğu anlamına gelmektedir.
İşte bu açıdan ilmi disiplinlere baktığımızda yakin ve kesin bilgi açısından onların şöyle sıralandığını görüyoruz:
- En tepede mantık ve matematik veya matematik ve mantık bulunmaktadır. Bu ikisini yerlerini veya ile değiştirmemizin sebebi ise bu alanda çalışan filozoflar arasında mantığın mı matematiğe yoksa matematiğin mi mantığa indirgenebileceği konusunda ihtilaf olmasıdır. Ancak durum ne olursa olsun mantık ve matematik yakine en yakın olduğumuz iki aklî disiplindir. Ancak bu alanda da yüzde yüz yakin sahibi olmadığımızı bilmek gerekir. Yine de yakin konusunda bu iki ilim epey öndedir. Bunu bu alanda çalışan filozoflar arasında çok fazla ihtilaf olmamasından da rahatlıkla görebiliriz.
- Yakînî bilgiye yakınlık açısından ikinci sırada tecrûbî ilimler bulunmaktadır. Tecrûbî ilimlerden de doğal ilimler sosyal ilimlere göre yakîne daha yakındırlar. Doğal ilimlerdeki sıralama da; fizik, kimya ve biyolojidir. Bu alanlardaki yakin yüzde yetmiş ve üzeridir. Elbette bu oran tamamen uzlaşımsaldır. Sosyal bilimler bu açıdan doğal bilimlerden sonra gelir. Tecrûbî bilimler bu üstünlük ve avantajlarını ise ele aldıkları konularının somut olmasına borçludurlar.
- Yakînî bilgiye yakınlık derecesi açısından üçüncü sırayı ise felsefe almaktadır. Felsefi meseleler aklî meseleler olduklarından onlarda yakine olan yakınlık tecrûbî ilimlerden sonra gelmektedir. Zira tecrûbî ilimlerdeki avantaj felsefî ilimlerde yoktur. Yani felsefî konular somut değil soyuttur. Bu yüzden de kendileri hakkındaki görüşlerin elenmesinde filozofa çok fazla yardımcı olamazlar.
İlimlerin kesin bilgiye olan bu yakınlık derecesinin sebebi onların bilgi elde etme veya meselelerini halletmede başvurdukları yöntemden kaynaklanmaktadır. Buna göre mantık ve matematik meselelerini tümdengelim yoluyla çözerken, tecrûbî ilimler ise tümevarım yöntemiyle çözmektedir. Felsefe ise meselelerini abduction yani en iyi açıklama yöntemini kullanarak çözmeye çalışmaktadır. Eğer herhangi bir mesele tümdengelim yoluyla çözülüyorsa sonuç kesin demektir. Tümevarım yoluyla çözülen bir mesele ise genel anlamda çözüme kavuşturulmuştur. Ama eğer bir mesele abduction yöntemiyle çözülüyorsa aslında mümkün olan pek çok açıklama ile karşı karşıya bulunuyoruz demektir. Bu durumda yaptığımız bu mümkün seçeneklerden birisini basitlik ilkesinden hareketle seçmektir.
Dolayısıyla yakînlik sıralaması şöyledir: Mantık-matematik/matematik-mantık, tecrûbî bilimler ve felsefe. Bu sıralamayı hangi yönde ilerlediğimizde ihtilafların arttığı ve hangi yönde ilerlediğimizde ise azaldığından da anlayabiliriz. İhtilaflar felsefeden yukarıya doğru gittikçe azalmaktadır. Yukarıdan aşağıya yani mantıktan aşağıya indiğimizde ise artmaktadır. Mesela tecrûbî bir meseledeki ihtilaflar mantîkî veya matematiksel bir meseledeki ihtilaflardan çok daha fazladır. Felsefi bir meseledeki ihtilaflar ise tecrübi ilimlerdeki bir meseledeki ihtilaflardan çok daha fazladır. Burada dini meselelere neden yer vermediğimiz sorulursa cevap şudur: Aslında özünde dini olan bir mesele yok gibidir. Dini metinlerde yer alan bütün önermeler ya mantık ve matematikle ilgilidir ya tecrûbî alanla ilgilidir ya da aklî alanla ilgilidir. Dolayısıyla mesele hangi alanla ilgiliyse yakine olan nispeti o alanın nispetiyle aynı olacaktır.
Böylece bir iddianın hakikat olup olmadığına nasıl karar verdiğimiz sorusu cevabını bulmuş olmaktadır…
Kısaca bir iddianın hakikat olup olmadığına o iddia hakkındaki bilgimiz sayesinde karar veriyoruz. Bilgi ise; temellendirilmiş doğru inançtır. Bu tanımda yer alan inanç ve temellendirme unsurları subjektif yani tanıma suje tarafından eklenen, diğer unsur olan doğruluk ise objektiftir. Bizler bilginin tanımında yer alan temellendirme üzerinden bir iddianın vaka alemindeki durumu demek olan doğruluğu veya yanlışlığı hakkında bir hükme varmaya çalışıyoruz. Herhangi bir konuda yapılan bir temellendirmeye hem objektif hem de subjektif unsurlar eşlik eder. Ve bir temellendirmenin yüzde yüz olabilmesi için bu sürece etki eden bütün subjektif unsurların etkisinin sıfırlanabilmesi gerekir ancak gördüğümüz gibi bu mümkün değildir.
İşte bu yüzden bütün hakikat tasavvurları özünde subjektiftir. Bu yüzden fazla kasmamak ve ilmî ihtilaflar karşısında daha hoşgörülü olmak gerekir. İnsanların ise yakînî bilgiye en yakın olan mantık ve matematikteki ihtilafları umursamayıp, yakînî bilgiye en uzak olduğumuz meselelerdeki ihtilafları umursamaları ve hatta bu yüzden bazen birbirlerini öldürebilmeleri ise yine temellendirmedeki subjektif unsurların ne kadar etkili olduğunu göstermektedir…
>>> İLK YAZI İÇİN TIKLAYINIZ
Abuzer DİŞKAYA