“Düşünme, itaat et” diyenlere değil,
“Düşün, Sor, Sorgula” diyene kulak verin…!
Ali Şeriati
“Bizler ‘dâvâ’yı Ağrı Dağı’nın zirvesine çıkaracaktık. Yola koyulduk, bin zahmet ve emekle, acılar çekerek dağa tırmandık. Zirveye vardığımızda sevincimiz sonsuzdu ama küçük (!) bir noksanımız olduğunu fark ettik: ‘Dâvâ’yı dağın eteklerinde unutmuştuk!? Meğer biz dâvâyı değil, kendimizi zirveye çıkartmışız.”
Galip Erdem
“Dava uğruna para kazanmaya gidenlerin hiçbiri geri dönmedi.”
Kemal Sayar
İdeolojik olarak ideal bir dünya tasarlayanların hayatın gerçekleriyle karşılaştıklarında kendilerinde görülen değişimler, kırılmalar çeşitli düzeyde hayal kırıklıklarına yol açmaktadır. Bu durumda ya kendi dışında kalan dünyayı suçlama ya da öz eleştiri tutumlarından biri hakim olmaktadır. Kuşkusuz İslamcılık da bu ideolojilerden biridir. Öyle görülüyor ki, İslamcılar ürettikleri ideal anlayışın altında ezilmeye başladılar. Oysa İslamcılığın hiçbir zaman ideal bir model üretemeyeceğini görmek gerekirdi. Doğası gereği hataya açık olan insanların yönetimlerinin hatadan uzak olacağı varsayımı baştan beri yanlış bir tutumdu. Yine de adil bir dünya hayal edenlerin, çok kolay bir şekilde iddialarından vazgeçme eğilimi eleştirilmeye değer bir konudur.
Bu eleştirilerin en değerli olanlarından biri de Sezai Karakoç tarafından yapılmıştır: “İslamcılık, kendini zaten yaşanan ve toplumu hâlâ ayakta duran bir medeniyetin teorisi olarak sunmasını bilemedi. Öbürleri yabancı kaynaklı, kendisi yerliydi. Ama öyle davranmadı, sanki kendisi de yabancıymış gibi hareket etti. Toplumumuzun entelektüel kadrosunu yetiştirecek, topluma sahip çıkacak ve onun geçmişteki engin kültür zenginliğinden yararlanacak yerde, bir takım soyut savunmalardan ibaret kaldı bu ekolün çalışmaları, düşünce planında. Daha çok bir tepki gibi görüldüler ve gösterildiler. Batıcılara, bazen de nasyonalizme karşı sürekli bir savunmadan öteye geçemediler. Toplumun tezi olamadılar, antitezmiş gibi davrandılar. Bu yüzden medeniyetimizin diriliş ekolü olamadılar. Düşüncede, sanat ve edebiyatta, toplumu, yitirdiğine kavuşturamadılar, yeni bir hayata başlatamadılar.” (Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları-II)
Kuşkusuz Sezai Karakoç’un çizdiği tablo derin analizler gerektirmektedir. İslamcıların Kur’an anlayışındaki sorunlu yaklaşım temel bir problem alanı olarak önümüzde durmaktadır. Kur’an üzerine bir iddiayı temellendirmeye çalışanlar, kendi tezlerine uygun ayetleri seçip diğerlerini görmezden geliyor. Bu durum inceledikleri konuyu Kur’an bütünlüğü içinde değerlendirmelerini önlüyor. Yapılacak olan konu ile ilgili tüm ayetleri bir arada inceleyip Kuran bütünlüğü içinde değerlendirmektir. Bu yaklaşım olmayınca üretilen düşünceler geneli kucaklayıcı olmaktan uzaklaşıp, dar bir kliğin paylaştığı ideolojiye dönüşüyor.
Kuşkusuz bireylerin sorumluluklarını mazur gösterecek açıklama eğilimine girmeleri de önemli bir sorun alanıdır. Tarihte yaşanan olayları kendi olumsuz davranışlarına dayanak alarak meşrulaştırmaya çalışmanın tutar bir yanı yoktur.
Kardeşini öldüren birinin “bu çığırı açan Kabil’dir” savunmasının çok fazla bir anlamı yok. Kur’an bu tip savunmalara “onlar bir ümmeti geldi geçti, onlar kendi yaptıklarından siz kendi yaptıklarınızdan sorgulanacaksınız” ilkesiyle cevap verir.
İslam düşüncesi içerisinde içtihada bırakılmış konuları değişmez iman ilkeleri gibi ele almak da sorunlu bir diğer yaklaşımdır. Yöneticiyi çoğunluğun oyuyla belirlemek ile şirk arasında bağlantı kuran bir zihinle konuşulacak hiçbir vasat kalmamıştır. Bu tür yaklaşımlar Harici zihniyetin yeniden canlanmasını sağlamaktan öte bir işlev görmemektedir.
İslam’ın değişkenleri ve değişmezlerini karıştırmamak gerekir. İslam’ın siyasal sistem konusundaki uygulamaları içtihat alanına ait değişkenlerdir. Değişmez olan ahlaki değerlerdir. Değişkenler üzerinden giderek farklı düşünenleri şirke girmekle suçlamak bu dini hiç anlamamaktır. Bu dışlayıcı yaklaşım yeni fikirlerin ortaya çıkmasını büyük ölçüde engellemektedir.
Önemli sorunlardan biri de eleştiri kültürünün fitne sayılarak yok edilmeye çalışılmasıdır. Körü körüne ve kategorik eleştiri ile körü körüne kategorik itaat birbirlerini kıyasıya eleştirseler bile aynı yolun yolcusudurlar. Eleştirirken ve sahip çıkarken ölçülü ve adaletli olmak gerekir. Söz konusu Tek Parti Dönemi olunca ölçüsüz eleştiri ve övgü, gerçeğin yerini alıyor. Tartışma nesnel veriler üzerinden değil ideolojik bağnazlığın yarattığı sahiplenme ve karşı çıkış üzerinden yürüyor. Bu yaklaşım en azından ve öncelikle Sokrates, Ebu Hanife, Hallaç, Hegel ve Ebu Hanife okuyan hakikat yolcularına yakışmaz.
İslam düşünürlerinin dediği gibi; “Hakikatten daha değerli bir şey yoktur.”
Türkiye’de neredeyse bütün yapılar eleştiri kültüründen uzaktır. Yapının dini veya seküler olması çok fazla bir anlam ifade etmemektedir. Benzer bir eleştirisizlik zırhı da Kemalizm üzerinden yürütülmektedir. Türkiye hala Kemalizm’i bilimsel anlamda tartışacak bir ortama sahip değildir. Kemalizm, fanatik taraftarları ve karşıtları arasında dogmaya dönüşmüş ve efsaneleşmiştir. Çözüm tarihçi Şükrü Hanioğlu’nun tespitidir: “Kemalizm mutlaka tarihselleştirilmelidir.” İşin tuhaf tarafı, fanatik taraftarlar ve karşıtların bu özgürlüksüzlük ortamından memnun olmasıdır. Kuşkusuz işlerini daha iyi yürüttükleri için. Amaç hakikatten önce savunmak ve karşı çıkmak olunca fanatizm kaçınılmazdır.
Fanatizm ve eleştirisizliği besleyen en önemli sorunlardan biri de cehalettir. İdeolojik kesimlerde okuma ve düşünmeye dönük bir karşıtlık dikkat çekmektedir. Oysa, ideolojik ön yargılarınızı kırmanın okumaktan başka yolu yoktur. Okumak, başka yorumların, başka düşüncelerin, başka zihinsel süreçlerin kapılarını açar. Bugün dün bildiklerinize yeni bir şey eklememişseniz, zihinsel ve entelektüel olarak geri kaldınız demektir. Okumak eylemine çeşitli bahaneler üreterek karşı çıkanları dikkate almayın. Kendi yetersizliklerinin bedelini karşıt tepki geliştirme mekanizması ile gidermeye çalışıyorlar.
İslam düşüncesi de sağlıklı eleştiri yapacak konumda değil, bunun önemli bir nedeni de bilginin yerini fanatik bağlılığın almasıdır. Fanatik bağlılığın olduğu yapılarda bilginin kendisi değil, sağladığı yarar üzerinden tartışmak ön plandadır. Artık hakikatin yerini savunulan bilginin, içinde bulunulan grup üzerine etkisidir belirleyici olan. Bunun için İslami gruplar İslam tarihine, Hz. Peygamberin misyonuna ve Kur’an’a seçmeyi bir akılla, indirgemeci bir yöntemle yaklaşıyorlar. Bu da onların çeşitli düşünceler karşı tahammülsüzlüğünü besleyen bir davranış biçimine dönüşüyor.
Türkiye’de okumak ve dolayısıyla entelektüel donanım bakımından en yetersiz ideoloji milliyetçiliktir. Bunun için toplumsal, siyasal ve dünya ile ilgili yorumlarda ideolojik ve duygusal bir tutum takınıyorlar. Realizmin yerini epik/ideolojik/romantik/ütopik bir idealizm alıyor. Milliyetçiliğin diğer ideolojiler üzerindeki etkinliği de sorun alanı oluşturmaya devam ediyor. Bundan dolayı evrenselci sol ve ümmetçi İslam anlayışlarının milliyetçi bir paradigmaya evrilmesi kolay oluyor.
Sürekli ideolojik ütopya ile düşünenler bir gün gerçekle yüzleşmenin kabusunu yaşarlar. Çünkü ürettikleri ütopyanın gücü hayatla karşılaşma anına kadar dayanmaktadır. Bu yüzden salt ideoloji üzerinden konuşanların bir avantajı vardır. Çünkü savundukları düşünce sınanmadığı için cazibesini korumaktadır. Rahmetli Erbakan’ın böyle bir tarafı vardı kuşkusuz. O büyü 28 Şubatta bozuldu ve öğrencileri ile arasında düşünsel bir sorun yaşandı. Şimdilerde Saadet partisi de idealleştirilmiş Erbakan portresi yüzünden gerçekle yüzleşme imkanından mahrum. Orada da başka bir tür fanatizmin baskısı var. Mesela Temel Karamollaoğlu’nun liderlik yeteneğini tartışmayı bile ihanet görenler var. Fanatizm bütün ideolojilerin, seküler ve dini yapıların içi ne sinmiş durumda.
Müslümanların tavırlarını bir kalıba koyarak toptan eleştiri de bir başka yanlışın eşiğine getiriyor bizi. Bu da İslam tarihine ve inanca karşı kuşku doğuruyor. Aslında onu söylemek istedikleri eleştirinin ötesine geçip İslama karşı kuşkuya dönüşüyor. Uygulamalardaki hatalardan yola çıkarak hiç yapmamaları gereken bir şeyi yapıyor, dine ve onun kaynaklarına yabancılaşıp yeni bir anlam arayışına giriyorlar. Süreç Müslümanlar arasında bir kuşkuculuğun yaygınlaşmasına dönüşüyor. Oysa Kuran ve Hz. Peygamberin yolundan uzaklaşmak yabancılaşmanın kendisidir.
İslam ve onun düşüncesi bir kenara konularak varılacak yer sorunlu bir yerdir. Bu tip düşüncelerin ilahiyat camiasından gelmesi ise trajedinin diğer bir tarafıdır. İslam, paranteze alınarak girişilecek bir hakikati arama çabasının sonu nihayet hüsrandır. Asıl şimdi Hz. Muhammed’den, Hz. Ömer’den, Ali’den, Ebu Hanife’den söz etme zamanıdır.
“Düşünme itaat et” derken bu ifade sadece dini yapılar ve onların ürettiği fanatizm üzerinden algılanıyor. Oysa son yüzyılda ulus devletlerin inşa ettiği itaat kültürü ve faşizm bunun çok ötesinde bir felsefe yaratmış durumda.
İslam’ı savunanların tutarsız davranışları da önemli bir sorun oluşturuyor. Hiç kendinizi zorlamayın. İslam, inancının değerleri hayatınızda ne kadar yer tutuyorsa, Islama bağlılığınızın samimiyeti o kadardır. Dindarlığın görünür alandaki sorunlu durumuna yaptığımız eleştiri, İslam’ın ahlakı değerlerinin savunulması içindir, terk edilmesi için değil.
İslam’ın asil değerlerine karşılık sokaklar sorunlu Müslümanlarla dolu. Bu durum bizi İslam’ın yüce değerlerinden kuşkuya asla düşürmeyecek, inançla pratik hayat arasındaki mesafeyi gidermeye çalışacağız. İslam’dan vazgeçip çözümü başka yerde aramak ise bir Müslüman düşeceği en zelil durumdur.
Hiç kimse kendi düşüncelerinin tartışılmaz doğrular olduğunu, yanılgıdan uzak olduğunu iddia etmemelidir. Herkes anlayabildiği, görebildiği, düşüncesinin derinliği kadar yorum yapabilir. Kuşkusuz, üreten kim olursa olsun, ilmi kariyeri ve ismi ne olursa olsun ürettiği düşüncelere itiraz edilebilir, eleştirilebilir.
İslamcılık da dahil, ideolojilerin yerliliği de ayrı bir sorun alanıdır. Bu topraklarda siyaset yapan, düşünce üreten kişi ya da grupların, İslam ve onun Anadolu kültüründe yarattığı yorumun oluşturduğu düşünce biçimi ve pratiklerini anlamadan halka değen bir siyaset üretmesi mümkün değildir.
Bir diğer önemli sorunda eleştiri kültüründeki yöntem yanlışlığıdır. Suçluyu sürekli kendi dışında aramak, ilk olarak kendini eleştiriden uzak tutmaya, ikinci olarak sorunu doğru anlamlandırmamaya varır. Biz Müslümanlar her ibadetin başlangıcında şeytana lanet okuyarak başlarız. Ama biliriz ki, başımıza gelen kötülüklerin kaynağı Şeytan değil bizim zaaflarımızdır. Yaptığımız eylemlerin nedenini Şeytana yükleyerek sorumluluktan kurtulamayız. Ama bir partiye, örgüte cemaate körü körüne bağlanan bir zihin için kötü daima karşısındakidir. Bu insan fanatiktir; bundan dolayı, kendi zaaflarıyla yüzleşmez, yüzleşemez, yüzleşmeye cesareti edemez. Bu yüzden suçluyu sürekli kendi dışında arar.
Önemli bir sorunda savunulan düşünceler ile hayatın pratikleri arasındaki davranış farklılığıdır. Dillerde adalet, eşitlik, tokgözlülük, Ebu Zer; gönüllerde zulüm, ayrıcalık, Muaviye, servet. Çoğu insan zihinsel olarak savunduğu doğruları kendi hayatında yaşamadığı için etkili ve tutarlı olamıyor.
Benzer bir tutum Irak referandumunda da görüldü. Referandum konusunda İsrail üzerinden eleştiri anlamlı değil. İsrail, etkileyici dış faktördür. Oysa belirleyici olan iç faktörlerdir. İsrail üzerinden muhalefet geliştirenler kendi hatalarını örtmek isteyenlerdir. Oysa Kur’an eylemlerimizin sonuçlarından öncelikle bizi sorunlu tutar. Suçu başkası üzerinden açıklamak kolay, kendi hatalarıyla yüzleşmek zordur. Kesin olan şu ki, iktidarıyla muhalefetiyle herkes yaptığı ve yapamadıklarıyla halkın önüne çıkacak. Aziz Kur’an’ın temel ilkesidir. “Başınıza gelenler kendi davranışlarını yüzündendir.”
Hali vakti yerinde olan çoğu insanın, rahat bir yaşam sürdüğü halde Ebu Zer ve Hz. Hüseyin gibi dünya sevgisinden uzaklaşmış mücadele önderlerini dillerinden düşürmemelerinin altında ne tür bir psikoloji vardır? Kendi yaşadığı ve vazgeçemediği tutkunlarına bir muhalefet mi, vicdan azabı mı, yoksa entelektüel doyum mu?
İdeolojik düşünceye sıkıca bağlı fanatik militan, sadece kendi genellemelerini doğru olduğunu savunur. Bu tip zihinler kendisi gibi düşünmeyen herkesi aşağılamaya yatkın bir dil ürettiler. Onlar gibi düşünmeyen Türk veya Kürt satılmıştır, haindir. Galiba bu postmodern çağda en büyük yanılgı Kürtleri veya herhangi bir topluluğu düşünsel yönden türdeş sayma sorunudur. Belki de bizim zihinsel soyutlama yaptığımız şeyin hayatta karşılığı yok. Bu yüzden mi öfkeli bir siyasal dil kullanıyoruz. Nerden bizďen farklı düşünenleri tekfir etme, aşağılama hastalığımız var? Kürtler ve Türkler diye türdeş topluluklar tasarlamak sadece zihinsel bir soyutlamadır. Bu gruplar içlerinde birbirine karşıt ve zıt onlarca ideolojiyi besler. Onun için Türkler ve Kürtler diye yapılan genellemelerin çok fazla sosyolojik bir karşılığı yok.
Kolaylıkla vazgeçemediğimiz, hatta çoğu kez mahkûmu olduğumuz ideolojik anlayışlarımız var. Onların paradigmasıyla hayata bakıyoruz. Onları terk edemediğimiz için, Kur’an ve Hz. Peygamberin uygulamasından yola çıkarak hayatımızı yönlendireceğimiz yerde, sahip olduğumuz ideolojik düşünceyi destekleyici kanıtlar arıyoruz. Bu tutum zorunlu olarak Kuran ve Sünnete parçacı yaklaşmaya neden oluyor. İdeolojik dünya görüşümüze uymayan ayetleri görmezden geliyor, hadisleri iyi bir eleştiri süzgecinden geçirmeden reddetme eğilimine giriyoruz. Dini, hayatımızı anlamlandıran bir bütünsel anlayış yerine, sahip olduğumuz ideolojiyi onaylayan bir öğretiye indirgiyoruz.
Aslında çabamız Kur’an’ı anlamaktan çok, onu kendi ideolojimiz destekleyecek bir konuma indirgeme ve yeniden tanımlama ile sonuçlanıyor.
Yusuf YAVUZYILMAZ